ALTI ÖĞÜT

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_1

Zâhid, sûfî ve muhaddis Ebû İshak İbrahim bin Edhem Hazretleri; 624 yılında Belh’te doğdu. Anne ve babası sâlih kimselerdi. Belh hükümdarı İbrahim bin Edhem Hazretleri, gençliğinde avlanırken avlamaya çalıştığı ceylân ona;

«Sen bunun için mi yaratıldın, yoksa bu işe mi memur kılındın?» diye seslendi. Bunun üzerine irkilen İbrahim bin Edhem; bütün malını, mülkünü terk edip mahfiyet içerisinde zühd ve takvâya yöneldi. Tâcı ve tahtı bıraktıktan sonra farklı beldelerde ırgatlık, bostan bekçiliği yaparak geçimini sağladı. Helâl lokmaya son derece ehemmiyet gösterdi.

İbrahim bin Edhem Hazretleri, 778 yılında Bizanslılara karşı yapılan bir deniz seferi esnasında vefat etti.

***

Yine bir sefer kendisinden nasihat isteyen birine;

“Şu altı öğüdü kabul eder ve yerine getirirsen hiç zarar görmezsin.” der ve şöyle sıralar:

1. Günah işlemek istediğin zaman Allâh’ın rızkını yeme!

2. Günah işlemek istediğin zaman O’nun mülkünden çık!

3. Günah işlemek istediğin zaman öyle bir yerde ol ki; O, seni görmesin!

4. Ölüm meleği geldiği zaman O’na; “Tevbe edebilmem için bana mühlet ver” de!

5. Kabirde sorgu melekleri geldiğinde; onları başından uzaklaştırıp, def et!

6. Kıyâmette «günahkârları cehenneme atın» fermanı gelince, sen elinden geliyorsa gitme!

m_hidir_2

DÎNİN HAKKI İÇİN

Sultan II. Ahmed Han, 25 Şubat 1643’te Edirne’de doğdu. İyi bir Enderun eğitimi gördü. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilirdi. Kardeşi II. Süleyman’ın ardından tahta çıkan Sultan II. Ahmed, son derece hassas ve rakîk bir gönle sahipti. Tahta çıkınca ilk sözü;

“Ben bu makamı ne istedim, ne de bekledim. Hak Teâlâ fazl u kereminden bu âciz kuluna nasip etti; bu nimetin şükür borcunu ödeyemem.” oldu. Çok merhametli ve vatanperver olan Padişah, hasta olduğu zamanlarda bile devlet işlerinden el çekmezdi. Zaman zaman tebdîl-i kıyafetle halk arasında dolaşır; insanların dertlerini dinler, çare bulunması için tâlimatlar verirdi. İslâm’a hizmet hususunda derin bir mes’ûliyet hissi içindeydi.

Sultan II. Ahmed Han, 6 Şubat 1695’te vefat etti. Kabri, Kanunî Sultan Süleyman Türbesi’ndedir.

***

Sultan II. Ahmed bir gün Vezîr-i Âzam’ı Arabacı Ali Paşa ile birlikteyken Şeyhülislâm Ebû Saidzâde Feyzullah Efendi’yi davet ederek ona;

“–Dînin hakkı için doğru söyle, vekillerim ne hâldedir? Serhat tarafından ne haber vardır?” diye sorar. Bunun üzerine Feyzullah Efendi, Vezîr-i Âzam’ın kayıtsızlığını yüzüne karşı söyledikten sonra;

“–En son hakkı saklamayıp söyledim. Yarın kıyâmette mes’ul olmam. İşte sen, işte vezirin, ben aradan çıktım.” deyip gidince Padişah, vekilini ağır sözlerle azarlar. (Mehmet KARAARSLAN, İmparatorluğun Hikâyesi, s. 187)

m_hidir_4

USTALARIN ATIŞMASI

Şeyhülislâm Yahya Efendi, Ekim 1561’de İstanbul’da doğdu. Devrin âlimlerinden ders okuyarak kendini yetiştirdi. Atik Ali Paşa, Haseki Sultan, Şehzade, Üsküdar Atik Vâlide Sultan medreselerinde müderrislik yaptı. 1596’da Halep, 1597’de Şam kadılığına tayin edildi. 1604’te İstanbul kadılığına getirildiyse de yaklaşık dört ay sonra azledildi. 1622’de Şeyhülislâm oldu.

Şairliği ile de öne çıkan Yahya Efendi; gönül ehli, hoşsohbet, nüktedan, hak bildiği yoldan şaşmayan, bulunduğu makamın hakkını veren, siyaset bilen, çevresindekilerden daima saygı gören, cömert ve mütevâzı bir kişi idi.

Sultan İbrahim devrinde uğradığı iftira ve ithamlar sağlığını bozdu ve 27 Şubat 1644’te vefat etti. Kabri, Fatih Çarşamba’da Sultan Selim Camii yakınında yaptırdığı medresenin hazîresindedir. Ölümüne «Kabr-i Yahyâ ola yâ Rab pür-nûr»mısrâı gibi pek çok tarih de düşürülmüştür. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 43, s. 245)

***

Sultan IV. Murad bir gün devrin meşhur şairi Nef‘î hakkında Şeyhülislâm Yahya Efendi’ye;

“–Hocam! Şu bizim Nef‘î için ne dersin?” diye sorar. Sohbetinin zarâfeti ve lisânının nezâfeti ile tanınan kıymetli şair Şeyhülislâm Yahya Efendi, Nef‘î’ye şu kıt‘ayı söyler:

Şimdi haylî suhan verân içre,
Nef‘î mânendi var mı bir şâ‘ir?..
Sözleri Seb‘a-i Mu‘allaka’dır,
İmriü’l-Kays kendidir kâfir!..

“Şimdi söz sahiplerinin içinde Nef‘î gibi bir şair var mı? Sözleri İslâmiyet’ten önce yedi Arap şairinin Kâbe’ye asılmış yedi kasîdesi gibidir. O kasîdelerin en güzelini yazmış olan İmriü’l-Kays da kendisidir. Nef‘î’dir, o kâfirdir!”

Nef‘î, iltifatın içindeki kâfir ithamına karşı derhâl şu manzum cevabı verir:

Bize kâfir demiş Müftî Efendi,
Tutalım ben diyem âna müselmân.
Varıldıkda yarın rûz-i cezâya,
İkimiz de çıkarız anda yalan.

Padişah bu kabalığa kızar ve Şeyhülislâm’a bir şey söylemese de kaşlarını çatar. Sonra Padişah, Şeyhülislâm’a;

“–Hocam! Nef‘î’ye ne ceza vereyim?” diye sormasına karşılık, Yahya Efendi şu cevabı verir:

“–Af ile ceza veriniz. Şairdir, kasîdede zamanımızın üstâdıdır. Gaflet etti, iltifatımı anlayamadı, sonra gelir elimizi öper.” (Mehmet KARAARSLAN, Ya Ben Ya İstanbul)

m_hidir_3

O DA BEZ!

İskilipli Âtıf Hoca, 1874’te İskilip’in Tophane Köyü’nde doğdu. İlk tahsilini köyündeki medreseden alan Âtıf Hoca, daha sonra İskilip’in tanınmış âlimlerinden fıkıh ve tefsir dersleri okudu. Fatih Camii medresesinde ders gören Âtıf Hoca, 1902’de İstanbul müderrisliğine hak kazandı. Âtıf Hoca; şapka inkılâbından önce yayımlamış olduğu «Frenk Mukallitliği ve Şapka» risâlesinde Müslümanların gayr-i müslimlerin kılık-kıyafet ve âdetlerine benzemeye çalışmasının câiz olmadığını söylüyordu. 26 Aralık 1925’te tevkif edilerek risâleyi yayınlayan ve dağıtanlarla birlikte Ankara’ya gönderildi. 26 Ocak 1926 tarihinde Ankara İstiklâl Mahkemesinde muhakeme edildi. Risâleyi kanunun çıkarılmasından önce yayınladığı, muhtevâsındaki görüşlerinden vazgeçmemiş olduğu, bununla birlikte kanuna karşı bir harekette bulunmadığı şeklinde bir savunma yaptıysa da geçerli görülmedi. Savcı, İskilipli Âtıf Hoca için 3 yıl hapis cezası istedi. Ancak Âtıf Hoca’ya idam cezası verildi. İdam hükmü 4 Şubat 1926 sabahı infâz edildi.

***

O sırada mahkemede yargılanan biri şahit olduğu manzarayı şöyle anlatır:

“Atıf Hoca’yı getirdiler. Mahkeme heyeti ayağa kalktı. Ellerinde şapkaları da vardı. Âtıf Hoca’ya;

«–Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver!» dediler. Atıf Hoca;

«–Hayır!» dedi.

Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla mâruf Ali ÇETİNKAYA yürütüyordu. Büyük bir hışımla Hoca’ya dönerek;

«–Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!» dedi. Hoca sakin ve vakur bir tavırla;

«–Evet efendim. Şapka Kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir müslüman kisvesi olmadığına dair bir risâle yazmıştım.»

Kel Ali;

«–Şimdi ne yapıyorsun?» diye sordu. Hoca;

«–Kanunlara itaat ediyorum.» cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak;

«–Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir.» deyince, Hoca sükûnetle;

«–Evet, biliyorum. Ancak arkanızdaki bayrak da İngiliz bayrağıyla aynı maddedir yani bezdir, ancak alâmettir. Şapka da bir alâmettir. Âdet ile alâmet arasındaki farkı düşünerek o risâleyi yazmıştım.» dedi. Bu savunması geçerli görülmedi ve İskilipli Âtıf Hoca idama mahkûm edildi.”