HER İNSAN BİR ÂLEMDİR!

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

h_ogmus_yazi-SAYI120

Her insan bir âlemdir. Kendi dünyasında yaşar, kendisiyle ilgili olanı görür. Bunu ne zaman düşünsem fakültedeki odamda arkadaşlarla hararetli bir ilmî müzâkere hâlindeyken çay getiren çaycı aklıma gelir. Sözümüzü ısrarla keserek;

“Ben gelmeden gidecek olursanız boşları kapının önüne koyun, çünkü bugün Cuma olduğu için bardakları ozonlayacağız, odada kalırsa ozonlanmaz.” demişti. O zaman söyleniş tarzını çok pervâsız ve patavatsızca bulup şaşırdığım, biraz da içten içe kızıp bozulduğum bu sözü; şimdi hatırladıkça bir Nasreddin Hoca fıkrası kadar mânidar bulup tebessüm ederim ve adama hak veririm. Çünkü onun dünyası bardaklardan ibarettir. Akşam kantini kapatmadan bardakları eksiksiz toplamalı ve ozona yatırmalıdır! Ona göre bunun dışındaki hiçbir şeyin ehemmiyeti yoktur!

Demek ki ilgi sahamıza giren hususları seçiyor, hep onları ön plânda tutuyor, onları önemsiyoruz. Bu da gayet tabiî bir şeydir. Ancak yiğit odur ki; ilgi alanı içine mümkün oldukça kalıcı ve âhirette de yarayışlı olan hususları alır, onlara itina gösterir. Yoksa dünyada derdini ve gamını çektiği, üzerine titrediği şeyler hiçbir fayda sağlamadığı gibi, -Allah muhafaza- yarın âhirette de hüsranına sebep olabilir.

Mevlânâ’ya atfedilen bir sözde belirtildiği gibi;

“İnsanlar, derdini çektikleri şeyden ibarettirler.” Yani neyin derdini çekiyorlarsa kāmetleri odur, o kadar kıymete sahiptirler! Kimi makam-mevkî, mal-mülk, şan-şöhret gibi tamamıyla dünyevî amaçlar peşinde koşar, kimi arzu ve heveslerini tatmin etmekten başka bir şey düşünmez, kimi çok daha ulvî gâyeler ve mânevî hazları özler. Fuzûlî’nin dediği gibi:

Herkesin takdîrden maksûdu öz kadrincedir,
Ehl-i ışk ister zülâl-i vasl, zâhid selsebîl.

“Herkes kabiliyeti ölçüsünde takdirden nasip almaya çalışır. Aşk ehli Allah’la buluşmayı ister, kaba sofular ise cennetteki selsebîl şarabını arzular.”

Demek ki âhiret için yapılan amellerde bile niyete göre farklı dereceler vardır. Nitekim ŞeyhulislâmYahya şöyle der:

Hâcının maksûdu Kâbe, bana kûyundur garaz,
Fikr-i cennet zâhidin, uşşâka rûyundur garaz.

“Hacca gidenlerin kimi yalnızca Kâbe’yi amaç edinir, kimi ise Allâh’ı. Ham sofular yalnızca cennete girme arzusundadırlar, âşıklar ise Allâh’ın cemâlini görmeyi amaç edinirler.”

Fuzûlî; cennette hûri ve gılmâna kavuşmak için ibâdet edenlere, âhirete kadar beyhûde beklemeyip bu dünyada iken vuslat keyfini çıkarmayı tavsiye eder:

Zâhidâ! Terk etme şâhidler visâli râhatın,
Ger ibâdetten hemin gılmân u hûrâdır garaz!.

“Ey ham sofu! Eğer Allâh’a kulluktan amaç hûri ve gılmanla zevk etmekse, bu dünyada güzellerle beraber olup keyif çatmayı bırakma!”

Bu beyitler; cennet nimetlerini -hâşâ- hafife almak için değil, Allâh’a kullukta bedenî hazlara vesile olacak mükâfatların ötesinde yüksek gayeler gütmenin ehemmiyetine işaret eden Yûnus Emre’nin meşhur;

Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç hûri,
İsteyene ver onları,
Bana seni gerek seni!

şeklindeki tartışmalı sözleriyle aynı istikamettedir.

Neyse, biz boyumuzu aşan derinliklere doğru kulaç atarak şerîatin hududunu daha fazla zorlamayalım.

Baştan beri kaydettiğimiz şiirlere göre uhrevî karşılık beklemek dahî uygun olmayıp yalnızca Allâh’ın sevgisi gözetilmelidir. Ya ikisi de gözetilmiyor; yani yalnızca Allâh’ın sevgi ve rızâsının hedeflenmesi şöyle dursun, uhrevî kurtuluş da hedeflenmiyor; yapılan işler, insanlar içinde itibar kazanmak, övülmek, şan-şöhret kazanmak ve para-pul edinmek gibi tamamıyla dünyevî amaçlar için yapılıyorsa? Allah muhafaza! Böyle işlerin kazancı yalnızca bu dünyada kalır, âhirette esâmîsi bile okunmaz. Hattâ farz amellerini bu amaçlar için yapan kişi şirke bile düşer!

Demek ki, yaptığımız işlerin değerli oluşu yetmiyor. Onları yaparken Allâh’ın rızâsına uygun bir niyet taşıyor olmamız da lâzımdır. Meselâ ilim (tabiî faydalı olanı) bi-zâtihî değerlidir. Ancak ilimle meşgul olan kişi; insanlara ne kadar âlim olduğunu göstermek için ilimle meşgul oluyorsa, o ilmin âhirette ona bir faydası olmaz.

İslâm denge dînidir. Dünyanın tamamen ihmal edilmesini istemez. Zaten şerîatin emirleri bu dünya içindir. Zekât gibi bazı hükümler doğrudan dünyalıkla ilgilidir. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma!” (el-Kasas, 28/77) buyurulur. Ancak dünya amaç olmamalıdır. Âhiret için çalışıldığında dünya onun peşinden gelecektir:

“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz, fakat onun âhirette bir nasibi yoktur.” (eş-Şûrâ. 42/20)

Kısacası önemli olan niyettir. Rahmetli hocamın bir sözü vardı:

“Kimi büyük servetler içinde yüzerken Allâh’a şükretmekten geri durmaz, kimi ise topal eşeğinin ardında gezerken Allâh’ı hatırlamaz!” derdi. Demek ki; Allah yoluna engel olan servetin kendisi değil, ona duyulan tutku ve sevgidir.

Mevlânâ’nın meşhur örneğinde belirttiği üzere; dünyalık ve servet bir deniz, kişi onun üstünde yüzen bir gemi gibidir. Eğer ilâhî rızâyı gözetirse onun üstünde gemisini yürütür. Yok eğer onu sevip bağrına basarsa, batar!