MUHTEŞEM BİR KÜLTÜR

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

m_a_esmeli-SAYI-119

 

Yıllar önceydi.

1988.

İmam-hatip liseli talebelerle umreye gitmiştik.

Büyük Allah dostu merhum Musa TOPBAŞ Efendi Hazretleri de oradaydı. Medine’de bir ikindi namazında onunla müşerref olmanın huzuru, ondaki âsûde bakışların nûru ve gönlünden bütün gönüllere taşan Hakk’a yakınlık şuuru, bütün benliğimizi kuşatmıştı. O akşam ayna üzerine heyecanla işlediğim;

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

“Ey Rasûlüm! Sen’i, âlemlere, ancak rahmet olarak gönderdik!” âyetini güzel bir şekilde hazırladım. Güzel bir ambalâj kâğıdı ile kapladım. Üzerine de Osmanlıca olarak hürmet ve arz ifadeleri yazıp ertesi gün kendilerine verilmek üzere yanında hizmet eden bir ağabeye takdim ettim.

Yatsı namazı çıkışında çağırttılar ve bir avuç güzel koku ikram ettiler.

Meğer Osmanlıcayı çok seviyorlarmış.

Sonradan eskimez harfli yazılarını gördüm. Kâğıt üzerine serpilmiş inciler gibiydi. Okumak ayrı bir haz, saatlerce seyretmek bile mümkündü.

Kimileri o muhteşem kültürün kıymetini bilmese de irfan veya vicdan penceresinden bakabilenler, ondaki cezbedici yüksek hakikatleri görebilmekte. Başka bir medeniyetin gözleri bile olsa. Macaristanlı bir ressam, Sultanahmet Camii’ni gezerken gördüğü levhalar karşısında hayretten hayrete düşer. Kendisini gezdiren şahsa der ki:

“–Bu yazılarda değişik bir hâl görüyorum. İlk bakışta göze çarpan şey, sade bir renk ve geometrik bir sessizlik. Fakat bunlar, bakmaya devam ettikçe hareket etmeye başlıyor, âdeta canlanıyor ve cilveli bir kıpırdanış meydana getiriyor. Hissettiğim kadarıyla; bunlardan seyredene doğru önce rûhu okşayan bir bakış, sonra da âheste âheste içe süzülen canlı bir akış oluyor. Âdeta sessiz bir armoni içinde öyle bir metafizik mûsıkî ki bu, rûhu hazla titretiyor. Tabiî, kulakların değil, gönüllerin dinlediği bir mûsıkî bu. Dinleyeni bambaşka âleme yükselten bir mûsıkî bu.

Hâsılı dostum,

Bu yazılarda; seyrettikçe içimi kendi içine doğru çeken sîmâ var. Tarifsiz bir güzellik deryası var. Bağrıma ferahlık veren tatlı titreşimlerle dolu bir nefes var.

Acaba;

Siz de hissediyor musunuz bunları?”

Belki o refâkatçi de hisseden biridir. Misafirine Sultanahmet’i gezdirdiğine göre az veya çok hissediyordur.

Fakat;

Hissetmeyenler de var ne yazık ki!

O muhteşem kültüre uzak yaşayanlar da var.

Niçin?

Cevaplar uzun.

Hak dostu ve aynı zamanda basîretli bir mütefekkir olan muhterem Musa Efendi Hazretleri, bir özel sohbetinde şöyle demişlerdi:

“Türkiye’de eskisi gibi güzel edebiyat lisanı kalmadı. Birçok şeyler uyduruyorlar, ediyorlar. Kasıtlı oldu bunlar.

Oysa;

Bir memleketin iki şeyi mübârek olur:

Biri din,

Diğeri de dil.

Eğer bunlar zayıflarsa, hakikaten her şey zayıflamış olur.

Onları zayıflatmaya çalışanların gayesi, şüphesiz müslüman düşmanlığı.

Güzelim bir lisan, asırlar içinde meydana gelir. Osmanlıca zengin bir lisan. İçinde başta Türkçe kelimeler var, Arapça ve Farsçadan da ihtiyaca binâen alınmış kelime kadrosu itibarıyla muazzam bir lisan meydana gelmiş. Şimdi onun yerine birçok şeyler uyduruyorlar, halkın da bilgisizliğinden istifade ediyorlar.

Öz Türkçe diyorlar, keşke öyle yapsalar, onu da yapmıyorlar.

Meselâ bazı kimseler öz Türkçeyi kullanmışlar. Yûnus Emre meselâ, öz Türkçedir, tertemizdir. Süleyman Çelebi meselâ asırlar öncesinden öyle güzel kelimeler kullanmış ki, bugün de olduğu gibi anlayabiliyoruz. Öz Türkçe. Şimdi acayip acayip kelimeler uyduruldu. Halk onları anlar gibi oluyor, ama anlamıyor.

Evvelce;

Okuyan ve okumayan belli olurdu.

Bir mahalle bekçisi bile, bir bahçıvan bile güzel güzel ifadelerle konuşabilirlerdi. Şimdi üniversite mezunu, üç-beş fakülte bitirmiş, bakıyorsun iki kelimeyi yan yana getiremiyor. Öğretilmemiş de tabiî.

Bir de;

Evvelce imlâda bir âdab vardı. Herkes ona göre yazardı. Ama şimdi herkes bildiği gibi yazıyor.

Maalesef;

Dili unutturmaya çalışıyorlar.

Umum kütüphanelerde birçok eserler var. Gidip de okuyan yok. Şimdi ilâhiyat mezunları bile eski hurufâtı okuyamıyor. Onlara çok zor geliyor. Hâlbuki çok kolay. Bilhassa Kur’ân-ı Kerim okumasını bilenler için üç-beş haftada öğrenilmesi mümkün. Ama gözlerinde büyüyor herkesin. Bu yüzden eski hurufâtı kullanamıyorlar. Hususî kabiliyeti olan birisi olacak da o kendi gayretiyle öğrenecek. Anjel diye bir Yahudi vardı, Fransızca hocasıydı. O bile notlarını eski harfle tutardı. Yahudi ama o kolaylığını sezmiş. Yazısı da gayet güzeldi. Osmanlıcaya âgâh idi.”

Niçin o muhteşem kültür bu kadar benimsenmişti?

Çünkü onun herkesi kuşatan muhteşem bir zarâfeti vardı. Kazandırdığı ahlâkı ve âdâbı vardı. Bunun yansımasını da yine o mübârek insanda seyrediyoruz:

“–Yazarken hiçbir zaman abdestsiz yazmadım. Muhakkak abdestli olarak yazmışımdır, ehemmiyet vermişimdir. Yazabildiğim kadarıyla.”

Hem yazıya değer vermek, hem okuyucuya, hem kaleme, hem de kâğıda.

Çünkü bu;

Kur’ân’a gösterilen saygının bereketi.

Maalesef;

O muhteşem kültüre uzak düşüldükçe bu hassasiyetler kaybolmakta. Kelâmın da kalemin de kâğıdın da kıymeti eskisi kadar değil.

Meselâ her yerde kâğıt havlular var. Kolaylığı sebebiyle tercih ediliyor. Fakat çoğunun üzerinde bir yazı:

“Şu kadar kilo az tüketirseniz, şu kadar ağacı kurtarmış olursunuz!”

Kaç kişinin umurunda?

Önce;

Dedeyle nesli buluşturacak gerçeği görmeli. Dedeleri tekrar aileye dâhil etmeli. Çünkü dedesiz evlerde büyüyen torunların kimlikleri noksan kalıyor. Yeni nesle; dedesinin nurlu yüzü lâzım, tatlı sözü lâzım, tesbih çekişinin huzuru lâzım, anlattıklarının anlaşılması lâzım. Tabiî evvelâ onların okunabilmesi lâzım. Onları okuyabildikçe nesiller kaynaşacak ve muhteşem bir mâzîden ihtişamlı yarınlara ulaşılacak.

Âyette buyurulduğu gibi:

وَالَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا وَاتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُمْ بِا۪ٖيمَانٍ اَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا اَلَتْنَاهُمْ مِنْ عَمَلِهِمْ مِنْ شَیْءٍ

“Îmân edip zürriyetleri de îmân ile kendilerine tâbi olanlar (yok mu?); işte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey de eksiltmedik.” (et-Tûr, 21)

Mesele bu bütünleşme.

Ecdadımız, bu şiar ile kıt’alara hükmetti. Nesilden nesile halkalar hâlinde birbirine îman ve irfan ile bağlı bir tarihî gidişâtın zaferlerini seyretti bütün dünya, asırlarca. Bağlar kopunca da neler neler kaybedildiği ibretle görüldü. Kaybolan her şeyde acılar hâlâ devam ediyor. Kaybedilen her toprakta, hâlâ çözülemeyen ıstıraplar ve felâketler peş peşe.

Yığınla formüller üretiliyor her yerde.

Fakat torunların dedeleriyle kucaklaşabileceği bir formül gerekli. Çünkü bugün aşılamayan problemler, dedelerin hayatında aşılmış meselelerdi. Bugün mağlûp düşenlerin dedeleri, galip şahsiyetlerdi. Bugün çaresiz yüreklerin dedeleri, bütün dünyaya gerçek çareler dağıtıyordu.

Dolayısıyla;

Onları okumak, okuyabilmek şart. Daha doğru tanımak bakımından şart. Üstümüze düşecek çığları, çığırlar hâline getirebilmek açısından şart.

En azından dedelerimizle kucaklaşabilmek ve araya giren yılların oluşturduğu hasreti dindirebilmek yönünden şart.

Mekânı cennet olsun, babamın kütüphanesi zengindi.

Henüz 12 yaşlarında idim. Bir gün merakla kitaplara bakarken bir defter gözüme ilişti. Enfes bir hatla tertemiz yazılmış, fakat hayli macera görmüş bir vaziyette idi. Babama sordum:

–Bu defter nedir babacığım?

Derin bir nefes aldı:

–Dedenin hâtıra defteri.

Merakım arttı:

–Bana da okur musun?

Zaman zaman okudu. Fakat yetmiyordu, kendim de okumak istedim. Osmanlıca bilmiyordum, ama hâfızlık çalışması münasebetiyle Kur’ân’ı iyi bildiğim için kısa bir zamanda okumayı kolayca söktüm.

Dedem ben doğmadan 15 sene önce vefat etmişti. Fakat hâtırasını okudukça sanki onunla görüşüyordum, konuşuyordum. Yazdığı canlı satırlar, her okuyuşumda âdeta ayna oldu, onu seyrettim. Gördüm ki;

O, îmanlı bir gazi.

Muharebe esnasında sadece silâh değil, aynı zamanda eli kalem tutan bir gazi.

Yemen cephesi, doğu cephesi, Çanakkale muharebeleri ve İstiklâl Harbi’ne katılmış, harpten harbe 12 yıl askerlik yapmış bir gazi. Ayrıca II. Abdülhamid Han’ın özel muhafızlarından.

İştirak ettiği bütün muharebelerde, gördüğü her yerin coğrafî durumu, insanlarının yapısı, savaşın ahvâli gibi hususları imkân nisbetinde sıcağı sıcağına kaleme almış. Girişine; «Sâhib-i defter Osman Bey mahdûmu Serçavuş Mehmed Kâzım Efendi» notunu düştüğü deftere lüzum hissettiği her şeyi yazmış. Resmî malûmatlar, cephane sevkiyat notları, yapılan harcamalar, alınanlar-verilenler, gerek soğukların getirdiği hastalıklar yüzünden ve gerekse yaralanmalar itibarıyla kendisinin «mücerrebdir / denenmiştir, gaflet olunmaya» dediği ilâç tarifleri, duâlar ve harplerde dikkatini çeken başka başka hususlar. Ve;

Günlük hâlinde Çanakkale notları.

O defterde yazılı olanları orijinal hâliyle okuyabilmek, îmanlı ecdadı ile neslin buluştuğu ve şuurun uyandığı bir tahsil oluyordu.

Fakat bu tahsil, okullarda yok gibiydi.

Niçin?

Çünkü;

Batı dünyası, zillet dolu tarihinden ibret almış ve bizim hakkımızda asırlarca süren mühendislik çalışmaları yapmıştı. Ecdadımız karşısında hem meydanlarda hem de masada âciz ve mağlûp düşmeyi galibiyete çevirmek için denemediği yol bırakmamıştı. Lâkin ne yapsa, bu müslüman milletin îmanla yoğrulmuş mücadeleci azmini kıramadı. «O rükû olmasa dünyâda eğilmez başlar»ı bir türlü yenemedi. Sonunda şöyle bir çareye başvurdu:

“Bu îmanlı milletin yenilmez gücünü, düşmanları ile çarpıştırmamalı. Çünkü daha kuvvet kazanıyor ve onları alt etmek mümkün olmuyor.

Onu;

Ne yapıp etmeli, vatanlarına göz diken hasımlarıyla değil, kendilerine hür bir vatan bırakan dedeleriyle çarpıştırmalı. Üzerlerine sırtlanlar gibi saldırmış olan yedi düvelle canciğer hâle getirip de hostes sırıtığı ardına saklanmış kan içici cellâtlarına karşı hayran ve zebun yaşatmalı. Kendilerine şerefler, zaferler ve ülkeler bahşeden ecdadıyla ve öz medeniyetiyle kavgalı ve küs hâle getirmeli. Böylece eski fâtihan nesil, artık dostu değil, düşmanını sevmeli ve özellikle de dedesinden nefret etmeli. Hiçbir şekilde, yok haydutmuş, yok kâfirmiş, ya da işgalciymiş, canavarmış, bu memlekete göz dikip ne zulümler yapmış, ne mel’anetler işlemiş filân demeden bütün yabancıları, döne döne okumak serbest ve teşvikli olmalı, mümkünse şart olmalı, fakat öz dedelerin şanlı sayfalarını okumak yasak ve nefretli olmalı. Hâsılı bu müslüman milletin Kur’ân kültürüyle bağları koparılmalı. Kökleri sökülmeli. O zaman gün bizim günümüz. O zaman onları yenmek kolay. İşte o zaman, o nesl-i fâtihan, bir nesl-i perişan.”

Böyle diyenler, böyle yaptılar.

Fakat;

Aynı gayeye hizmet edercesine gaflet içinde olan bizcilere ne demeli?

Hiç unutmuyorum:

Talebelik yıllarımda yaşlı bir kadın ziyaretime gelmişti. Anlattığı mevzu dolayısıyla beni tavsiye etmişler. Yaşı seksenin üzerinde gösteriyordu. Titrek ellerle yazma bir kitap uzattı. Elleri gibi sesi de titrekti:

–Evlâdım, dedi; bu kitap dedemden kalan son kitap, içinde ne yazıyor bakıp da bana söyler misin?

İtina ile göz gezdirdim:

–Muhtelif duâlar ve çok güzel atasözleri var teyzeciğim!

–Zahmet olmazsa bir tanesini okur musun?

Dikkatlice bir sayfa açtım. Üst tarafında Arapça olarak yazılmış bir cümle çıktı nasibine. Okudum:

اَذْهِبْ اِلَى مَا نَوَيْتَ وَلاَتَحْمِلْ هَمَّهُ

Sordu:

–Ne demek istiyor?

Açıkladım:

–Diyor ki: «Niyet ettiğin şeye hemen başla da yok yere onun sıkıntı ve stresini taşıma!» Yani elinde on dakikalık bir iş bulunan kimse niyet ettiği hâlde onu yapmıyorsa onun sıkıntı ve stres denilen ağır yükü altında perişan olur. Oysa işi yapmak bu kadar yorucu değildir. Sakın sen böyle bir gaflete sürüklenme. Stres yükü altında harap olup gideceğine işi yapmanın yorgunluğu altında huzurlu ve mutlu ol! Özetle bu.

Kadıncağız hayran kaldı:

–Ne kadar güzel bir cümleymiş!

Sonra birden gözleri doldu. Sesi daha da titrekleşti:

–Çok pişmanım yavrucuğum!

–Hayırdır teyzeciğim, neye pişmansınız!

–Nasıl anlatayım bilemiyorum ki! Evlâdım, ben emekli bir öğretmenim. Elimde emânet olan şu eseri öğrenmemiş ve öğretememiş bir kimseyim. Ah ben ne yaptım, ben ne yaptım!

Çaresizce çırpınıyordu. Yumuşak bir sesle sordum:

–Ben sizin için ne yapabilirim?

Kırmızı gözlerle baktı. Uzattığı kitabı gösterdi:

–Çoğalt ki bu da kaybolmasın!

Sonra içini perişan eden acıklı bir derdi, yıllardır yoğurduğu bir kederi, cümle cümle önüme yığdı:

–Evlâdım, bu yazma kitap gibi kocaman bir oda dolusu eser vardı bende. Bir zamanlar bu eserleri öyle kötülediler ve bize öyle çirkinmiş gibi gösterdiler ki, onlardan garip ve mânâsız bir şekilde nefret ettim. Nefret de yetmedi, onlara hep öfke ile baktım. Yine de yetinmedim, onları kış günlerinde soba tutuşturmak için yıllarca yaktım. Şimdi külleri bile kalmadı. Bir tek bu eser nasılsa göremediğim bir yerde kalıvermiş. Bir tek bu eser! Baktıkça beni ağlatan bu eser! Muhteşem bir kültürün hazineleri olan elyazması göz nûru kitapları niçin yaktığımı sormak üzere yüzüme her gün haykıran ve beni yakıp kavuran bu eser!

Ya bunu da yaksaydım!

O zaman kim olurdum ben?

Nasıl bir gaflete sürüklenmişim meğer! Evimde dedemden kalan bir tahta kaşığı âdeta mücevher gibi saklarken onun kalbini ve medeniyet hâtıralarını yakmışım! Niçin? Vaktiyle hiç sormadım, niçin?

Bu yüzden;

Ah, çok geç anladım evlâdım, çok geç!

Dedemi yenemeyenlerin hıncını bize şırınga edip, bizim elimizle ecdadımızdan öç almaya kalktılar. Düşmanın yapamadığı ve yapamayacağı kadar hücum ettik dedelerimize. Onların bize bıraktığı muhteşem kültürü ve mirası darmadağın hâle getirdik. Çok geç dediğim bu yüzden. Neler kayboldu neler!

Soba tutuştururken tuhaf bir nefret ve öfke, şu gafil aklımın gözünü kör ettiği için düşünemiyordum. Şimdi pişmanlığın açtığı her idrak penceresinde kendime haykırıyorum:

«Ey öğretmen hanım! Yaktıkların asla kâğıt değildi, öfkeyle tutuşturdukların da harfler değildi senin! Medeniyetindi. Öz kültüründü. Bu memlekete ve millete ait asırların ilmiydi, irfanıydı. Her şey bir kenara kim bilir hangi eşsiz ve mühim bilgilerdi! Kayboldular birer birer. Ya tek nüshası olan muazzam bir bilgiyi de yaktıysan, nereden bulacaksın onu?»

İşte böyle evlâdım!

Kaybolan kayboldu, acı ağıtlar kaldı yüreğimde onlar için. Bari var olanı, benim gibi gafillerin öfke alevlerinden kurtulabilmiş olanları muhafaza edebilsek, onları tam koruyabilsek, işte o zaman yine dünyanın inanç, medeniyet ve kültür bakımından en zengin milleti biziz. Geç kaldım evet, ama hiç olmazsa uyandım.

Bu konuşmamızdan sonra bir kez daha gördüm bu yaşlı ve muzdarip öğretmeni.

Bir daha göremedim.

Fakat söyledikleri daima diri kaldı. Acısıyla, ıstırabıyla, hicranıyla, derdiyle ve yapılması gereken vazifeleriyle.

Çok şükür;

Bugünlere gelindi.

Osmanlıca mecburî bir ders olarak okullarda olması gereken yerini aldı. Kimileri tuhaf bir şekilde itiraz ediyor. Yabancı dil öğrenmenin mecburiyetine ses çıkarmayanlar, yabancı olmayan öz eserlerimizi okuyabilmeyi sağlayacak bir gerçeğe niçin karşı çıkıyorlar? Hangi gaye bu? Düşmanın ekmeğine yağ sürmeye hevesli, dedesiyle ve îmânıyla kavgalı oluş, hâlâ niçin? Küffârın köhne kitaplarına hayran, kendi eskimez eserlerine ise giran bakışlar, hâlâ neyin nesi?

Yabancıların taktığı yabanî gözlükleri çıkarıp da baksınlar:

Dedeyle kucaklaşmanın, bunca tarihî ibretten sonra karşı çıkılacak tarafı, neresi? Muhteşem bir kültürü ve bu milletin dünyayı asırlarca aydınlatmış irfanını, adâletini, şefkatini, zaferlerini ve bilgi hazinelerini okuyabilme imkânına ters hamleler, niçin?

Kaldı ki;

O yaşlı öğretmen hanımın sergilediği gafletin yığın yığın acı misalleri var. Tek tek araştırılsa bir sürü doktora tezi meydana gelir. Târumâr olmasın diye toprağa gömülüp de ziyan olmuş özel kütüphaneler az değil. Dünya çapında lâkin tek nüshalı kıymetli eserlerimizin nicesi, ya İngiltere’de bir müzede, ya Fransa’da. Nicesi de yok olmuş vaziyette. Niçin?

Değeri bilinmez ve okunmazsa, elde kalanlar da bir gün buhar olmaz mı?

Öyleyse;

O hazinelerin sahipliğini hakkıyla yerine getirmeli.

Bunun en temel şartı da, onların kendi orijinal yazıları içinde okunabilmesi.

Bunu sağlamak, tarih kadar mühim bir hakikat.

Çünkü;

Orijinale âşinâ olmadan dedelerimizi doğru okumak ve onlarla muhabbet bağıyla kucaklaşabilmek mümkün değil. Aslına âşinâ olmaktan uzak bir akademisyenin;

“Sedirden desin ona emin çemberli âmin!” diye okuduğu bir cümleye rastladım ve metnin orijinalini rica ettim.

Gerçek ifade aynen şöyleydi:

“Sidreden disün ona âmîn Cibrîl-i Emîn!”

Bu ibare, eğer düzeltilmemiş olsaydı, kaynağını okumayı bilmeyenler o yanlışı doğru diye okuyup da neler düşünüp neler yazacaklardı. Çünkü şahsın kendisi; «Az kalsın, edebiyatımızda ‘çemberli âmin’ terimi diye bir yazı yazacaktım!» demişti.

Bugün;

Asırları yenmiş çeşme kitâbelerimizi, yüzyıllardır bu memleketin bize aitliğinin mührü hükmündeki mezar taşlarımızdaki hikmetli yazılarımızı, minare minare hürriyetimizin ve îmânımızın haykırıldığı mâbedlerimizdeki şâheser tabloları kaç kişi tam olarak okuyabiliyor?

Hiç olmazsa ilim ve irfan ile meşgul olan herkes okuyabilmeli değil mi?

Dedemizi, daha doğrusu kendimizi okuyamaz isek, dünyayı okuduğumuzu ne kadar söyleyebiliriz?

Şâheserleri haykırıyor:

Dedeler, hele bizim dedelerimiz, bambaşka insanlar.

Yazdıkları yaşadıkları.

İftiharla dolu bir tarih onlar.

Hazret-i Peygamber’in muhteşem ahlâkıyla, hâliyle, aşkıyla ve müjdeleriyle yoğrulmuş bahadırlar, yiğitler, gaziler onlar. Bize hür bir vatan bırakmak için can vermiş fedâkârlar, yenilmez kahramanlar onlar.

Onlarla araya mesafe koymak, hiçbir evlâda yakışmaz.

Onları anlamaz ve okuyamaz hâle gelip de hasımların tuzağına düşmek, hiçbir şuurlu toruna yakışmaz.

Onların eserleri bizim yarınları görebilecek yegâne gözümüz.

O gözden mahrum yaşayıp yabanî gözlüklere muhtaç olmak, ömür boyu âmâ olarak yaşamaktan daha beter.

Kim ne derse desin;

Evlâd-ı fâtihan için Osmanlıcayı bilmek, bugün en büyük münevverlik.

Eskimez eserleri okuyabilmek, iftihar kaynağı.

O muhteşem kültür, çünkü Hazret-i Peygamber’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in özüyle yoğrulmuş muhteşem bir ahlâkın semeresi. Muhteşem bir kişiliğin medeniyeti. Muhteşem zaferlerin ifadesi. Bir zamanlar dünya lisanı olmuş ve hâlâ bütün dünya tarafından araştırılıp okunan bir kültür.

İslâm coğrafyasından fışkıran ve bütün kıtalarda kanatları olan bir hakikat.

O hakikatin kelimelerini budamaya çalışmak, sayfalarını yakmaya kalkışmak, cüceleşmektir. Bir zamanlar dünyanın en zengin lisanı iken Türkçemizi neredeyse en fakir bir dil hâline düşürdüler. Tâ ki bu milleti dinsiz bırakabilsinler! Diğer tarafta ise İngilizce, bünyesine durmadan kelime alarak dünya dili olmaktaydı. Lügatlerimizde yüz binlerin üzerinde kelime dağarcığımız olduğu hâlde, şu ve bu bahanelerle lisanımız on beş bine kadar geriletildi. Sonra, hamd olsun ki, kullanım itibarıyla olmasa bile lügat itibarıyla tekrar toparlanma meydana geldi, yükseliş başladı.

Eğer o çöküş devam etseydi, bütün bir nesli dedesiz ve sahipsiz bırakacaktı. Çünkü o çöküş yüzünden coğrafyalar hâlâ kan revan. O çöküş yüzünden hâlâ düşmanla mücadele yerine kardeşler arasında bitmeyen boğuşmalar yaşanıyor, milletler perişan.

Velhâsıl;

Tarihî ve dînî hakikatin sayfalarını, asla yabancı gözlükleriyle değil, illâ kendi orijinalliği içinde okuyabilmek ve kelime kelime anlayabilmek, yine halkalar hâlinde nesillerin o îmanlı dedeleriyle birlikte inşası ve geleceğin kurtuluş müjdesidir.

Hayırlı bir besmeledir.