HAYATIN ANLAMI NE?

YAZAR : Hayrettin DURMUŞ hayrettin_durmus@mynet.com

h_durmus-SAYI-119

Ömür hiç bitmeyecekmiş gibi görünür insana. Yıllar su gibi akıp gider farkına varmadan. Oysa ay dolanır, yıllar geçer, günler birbirini takip eder; her şey yörüngesinde kendisine tayin edilen işi yapar…

Güneş hiç vaktini sektirmeden doğar, batışını bir saniye bile geciktirmez. Günler her sene aynı vakitte uzar, aynı vakitte kısalır. Cemrenin havaya, suya, toprağa hasreti hiç bitmez. Bulutlar mavi gökten hiç gitmez. Yağmur bir görünüp bir kaybolur ve bu muhteşem âhenk, bu muazzam disiplin hiç değişmez.

«Ömrüm sana doyamadım.» deriz. «Harcanıp gidiyor ömür dediğin…» diye hayıflanırız. Ne geçen günler geri gelir, ne de ecel engellenir.

Hayat… Yüceler Yücesi’nin güzel isimlerinden birisi de Hayy. Sürekli diri olan; hayatın kaynağı, sahibi. Kendisi için ölüm söz konusu olmayan.

Hayat; canlılık, dirilik demek.

Hayat, insanoğlunun kıymetini bilmediği hazine.

Hiç bitmeyecek zannettiğimiz temâşâ. Oysa Yûnus;

Dünya dedikleri bir gölgeliktir.

der. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini bilin!” tembihi ne kadar da anlamlı. “Ölüm gelmeden hayatın, fakirlik gelmeden zenginliğin, ihtiyarlık gelmeden gençliğin, meşguliyet gelmeden boş vaktin ve hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bil!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341) ikazına lâyıkıyla kulak verebilirsek hayatımız yepyeni anlamlar kazanacaktır.

«Ağzımızın tadını bozan ölümü hatırlamak» (Tirmizî, Kıyâmet, 26) hayatımızın anlamını kavramamızı sağlamanın en güzel yolu değil mi? Hayat dediğimiz şey ne? Hayatın anlamını düşünüyor muyuz? Niçin geldik bu âleme?

Ömür bir parça et ve bir avuç ot peşinde tüketmek için mi? Yoksa dünyaya gelişimizin, gönderilişimizin başka bir anlamı mı var? Diğer canlılardan farkımız olmayacaksa eğer, neden insanız? Âriflerin dilinden, erenlerin yüreğinden dökülen; karlı dağların doruklarından süzülen berrak sular misali gönlümüze inen âyetlere neden tıkarız kulaklarımızı? Soruların ardı arkası kesilmez…

Hayatı böyle anlarsak; yüreğimizi okyanuslar gibi genişletebilir, daracık gönüllere sığar, sevgiliye bakacak yüz bulabiliriz belki. Hayatı böyle okursak; ömrümüzü güzelleştirebilir, çektiğimiz çileleri, yaşadığımız sıkıntıları unutabiliriz.

İnsan… Asırlar boyunca sırrı çözülemeyen muammâ… Ne demeli? Nesini anlatmalı insanın? Çağımızın en modern kimya lâboratuvarlarını kıskandıran karaciğerinden mi söz etmeli, saatlerin tozunu attıran kalbini mi anlatmalı? Kendi enerjisiyle çalışan dünyanın en büyük değirmeni mideden mi dem vurmalı? Sesi soluğu çıkmayan yürek, nasıl sevdalanıyor? Aşk ateşiyle insan nasıl yanıyor?

«Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ben kimim, neyim?» âdemoğlunun ilk çağlardan beri cevap aradığı en temel sorusudur. Yazarların bir görevi de çağımız insanını yeniden; «hazret-i insan» hâline getirmek, eşref-i mahlûkat olduğunu hatırlatmak, esfel-i sâfilin çukurlarında debelenmek yerine ahsen-i takvîm tepelerine doğru bir yolculuğa çıkarmak değil midir? İçinizin derinliklerine doğru inmek, kendinize zaman ayırmak, yaratılışınızın hikmeti üzerinde düşünüp kendinizle yüzleşmek için daha ne bekliyorsunuz?

Hayat bizim için çok değerli: Bu fırsatı ikinci kez yakalama imkânımız yok. Öyleyse silgimiz kalemimizden önce bitmemeli. Yazboz tahtasına çevirmemeliyiz hayatımızı. Endülüslü İbn-i Hazm, Güvercin Gerdanlığı kitabında;

“Dün geçti, yarının geleceği de belli değil. Öyleyse elimizde bugün var. Ne yapacaksak bugün yapmalıyız.” diyordu. Emellerimiz ecelimizin önüne geçiyor. Ecelin izin vermeyeceğini bile bile beyhûde nal topluyoruz. Kısacık ömrümüze her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz. Hayaller kuruyoruz olmadık. Ev alıyoruz, yetmiyor daha büyüğünü istiyoruz. İkinci ev, üçüncü ev, çocuklar için ev, torunlar için ev. Oğlan için, kız için araba. Denizde yazlık… Bunun sonu var mı Allah aşkına? Zevkin, safanın, şehvetin, hırsın, ihtirasın, kibrin sonu gelir mi? İblis örter kürkünü üstümüze ve yaptığımız her işi bize güzel gösterir.

Hazret-i Ali’nin diliyle; «Başı cefâ, sonu yokluk olan bir yurt»tur bu dünya. Dünya imtihan dünyasıdır. Burada zengin olan servetiyle sınanır, fakir olan sabır testinden geçer. Gencin imtihanı çetindir çetin olmasına da ihtiyarı bekleyen tehlikeye direnmek kolay mıdır sanki? Tâkat ister, mecal ister bu zorlu imtihan. Dünyayla yarışmak akıl kârı değildir aslında. Kim onunla koşmuşsa dünya onu geçmiştir. Kim ondan vazgeçerse dünya onun karşısına dikilmiştir. Dünya kör ederse insanın gözünü, artık onu açmak neredeyse imkânsızdır. Uyandığı uykudan yerin üstünde uyanmazsa, ateş açar gözlerini…

Kutadgu Bilig’de al-yeşil giyinmiş bir geline benzetilir dünya. Görünüşü güzel olsa da kapılmamamız konusunda uyarır bizleri. Yûnus Emre değil mi dünyaya meyledenlerin sonunda pişman olacağını söyleyen? Dünya bizi tuzağa düşürmeden biz atmalıyız kemendi ona.

Peygamberimiz’in «tûl-i emel» dediği tehlikenin kaçımız farkındayız? İnsanın yaratılış gayesini, görevlerini unutarak uzun emeller peşinde koşmasının bir hastalık olduğunu ne zaman fark edeceğiz acaba?.. Hayatımız mutlu, kafamız rahat olsun diyorsak buna ihtiyacımız var. Atalar ne güzel söylemiş; “Azıcık aşım ağrısız başım” diye. İnsanın gözü doymak bilmez. Sahip olduğu nimetlerin şükrünü yerine getiriyormuş gibi, hep daha fazlasını ister. Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini yemeye devam ederse hayat çekilmez olur.

“Satranç bittiğinde şah da, piyon da aynı kutuya girer.” sözünü hepimiz duymuşuzdur. Dünya da bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğuna göre, günü geldiğinde hepimiz o daracık çukura gireceğiz. Her şey burada kalacak… Ölümün bizi nerede beklediğini bilmiyoruz.

Dünya dediğimiz değirmen, gün gelir bizi de un ufak eder çarkında. Bu dev değirmenin dişleri arasında öğütülmeden önce; pencereden bakma sırası bizdeyken, hayatın kıymetini anlayabilmek. İşte bütün mesele bu. Anlarsak anlamlandırabiliriz kısacık hayatımızı…

Sorarım sizlere;

Ömrümüzü hayhuy içinde çarçur etmeye hakkımız var mı?