KABAHAT KİMDE, SUÇLU KİM?

YAZAR : Hayrettin DURMUŞ hayrettin_durmus@mynet.com

Kime; «bir dokunsanız bin ah işitiyorsunuz.» Hâlinden memnun olan yok. Aileler çocuklarından şikâyetçi; çocuklar ana-babalarına dargın; gelin, kaynanadan memnun değil; kaynana, gelini beğenmiyor; öğrenci, öğretmenini suçluyor; öğretmen, talebesinden dertli. Kardeşler arasında, fitne cirit atıyor. Kıskançlık, damarlarımızda koşuyor dörtnala. İnsanlar fazla tamah eder oldu, paraya pula. Yaşadıklarımız ziyan akla.

Akrabanın akrabaya yaptığını, akrep yapmıyor. Küsler çoğalıyor, dargınlıklar had safhada. «İncir çekirdeğini doldurmayan» bir mazeretle birbirine küs ölüyor insanlar. Kimi bir avuç toprak derdinde, kimi bir ağacın dallarını sayıyor, kimisi de hatırı rafa kaldırmış yalnızca paranın sesini duyuyor; öylesi de var ki, yetim malıyla doyuyor. Lâfa geldi mi çiğ yumurta soyup, insanların gözünü boyuyor.

Millet patlama noktasına gelmiş. Tetiğe basmak için bahane arıyor. Yok; “Bana yan baktın!”

Yok; “«Gözünün üstünde kaşın var!» dedin.”

Yok şöyle, yok böyle, sonra da toplum oluyor köle. Nefsine köle, inadına köle, gururuna köle… Artık ne yaparsan yap nâfile. Adam bir kere; «Nuh» dedi de; «Peygamber» demedi mi vay hâline… Kimler çare bulur acep bu derde?

Trafiğe çıkamıyor insanlar. En küçük bir tartışmada silâhlar konuşuyor… Ailede kavga, okulda kavga, çarşı-pazarda kavga… Adliye koridorlarındaki görüntüler işin cabası. Ne olacak bu insanların hâli? İçinde yuvarlandığımız bencillikten nasıl kurtulacağız? Ozanın diliyle;

Bendeki yaralar türlüdür türlü…

Eskiden annelerimiz, çoluk çocuk kavgalarına karışmazlardı. Küçük bir didişme olsa, herkes kendi çocuğuna;

“Sus! Kabahat sendedir!” derdi. İşi büyütmezlerdi. Aileler arasında ciddî bir kavga olursa; büyükler, aklı erenler girerdi araya. Barıştırır, kucaklaştırırlardı insanları. Şimdi ne söz dinleyen kaldı, ne de sözü dinlenen…

Sayılı soluklarımız tükenip, dünya üzerinden bizler de geçip gitmeyecek miyiz? İnsanların gözünü niçin kan bürür? Gönlü niçin kinlenir?

“Kabahat samur kürk olmuş, kimse alıp sırtına giymemiş.” der atalar; asırların imbiğinden geçen tecrübeyle. Bu kürkü biraz da biz giysek… Kendimizi karşımızdakinin yerine koysak… Epiktetos’un söylediği gibi;

“Başkalarının hizmetçisi tabak kırarken ev sahibine sabırlı olmayı tavsiye ederiz de, kendi tabağımız kırılınca aynı sabrı gösteremeyiz.”

Sözgelimi çocuğumuz birisini dövse;

“Oh, eline sağlık!” diyeceğiz neredeyse ama bizim çocuğumuza birisi fiske atsa dünyayı başına yıkarız alimallah! Niçin iğneyi kendimize batırmıyoruz? Niye suçu hep başkasında arıyoruz? «Suçlu benim, herkes suçsuzdur.» levhasını başucumuza asacağımız günler gelmeyecek mi? İşaret parmağımızı sallayarak karşımızdakini suçlarken; diğer üç parmağımızın kendimizi işaret etmesi boşuna mı? Vücudumuzun diline de kapalı kulaklarımız. Kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de istemedikçe îmânımız kemâle erer mi?

Kavga etmeye bayılıyoruz. Geçinmenin bir yolu olmalı dostlar. İnsanlarla geçinmenin bir kuralı yok mu? Yüceler yücesi Allah; bizi tanışıp kaynaşalım, dost olalım diye yaratmadı mı?

Sahi başımız dara düştüğünde, içimizi hafakanlar basıp kavga edecek hâle geldiğimizde; Allâh’ın kutlu kelâmına müracaat ediyor muyuz hiç? Semâyı direksiz durduran; «Ol!» deyince olduran o görklü sultan bize sayısız lütufta bulunur da geçinmenin sırrını vermez mi?

Açıp bakalım kitabına. Kulak kabartıp gönül verelim hitabına. Esirgemek, bağışlamak, affetmek yakışır O’nun yüce şânına. Gerisi kalmış insanın iz‘anına, irfanına…

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 41/34)

İşte geçinmenin cihanşümul kuralı. Bu prensibi hayatımıza kılavuz edinebilirsek; kavga biter, mutluluk gönle bağdaş kurar oturur. Nefret beyninden vurulur, kalpler durulur, iblis beyhûde yorulur, insanlar birbirine sarılır. Allı bir turnanın kanadında Kaf Dağı’na bile varılır.

Gönülleri bir eyleyen, âlemleri nur eyleyen; «Adı güzel, kendi güzel Muhammed» billûr dudaklarından mutluluk güneşi sağarak;

“Dostunla çok sıkı fıkı olma, gün gelir düşmanın olur. Düşmanına da fazla sert davranma. Bir bakarsın dostun olur.” deyip insanlarla münasebetlerimizi düzenleyen altın bir ölçü vermiyor mu bize?

«Kardeşine tebessüm etmenin sadaka» olduğunu bizlere öğreten Rahmet Peygamberi’nin izini takip edebilirsek kavga yanımıza yaklaşabilir mi? O kutlu yolu unutursak «ay dolanır, yıllar geçer» ama mutluluk bize selâm vermez.

Kendimize ne zaman geleceğiz acaba? Yûnusları dünyamıza ne zaman çağıracağız?

Nasıl olsa her şeyin, zamanla sonu yok mu?
Ömür dediğimiz şey, küsecek kadar çok mu?

diye inleyen şarkılarımıza hiç kulak vermeyecek miyiz?

Her hâlinle, her şeyinle güzelsin.
Hata bende, kusur bende, suç bende!

diyebilsek bir… Adam gibi yaşamak, dünyayı cennete çevirmek varken, yangını körüklemeye, ortalığı tozu dumana katmaya ne gerek var?

Kavga etmeye bayılıyoruz. Sahi, kabahat kimde, suçlu kim?