GELENEĞE TAPINMAK ve GELENEKTEN KOPMAK

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Eski siyasîlerden biri demokrasinin darbelerle inkıtâa uğratılmasını tenkit ederken;

“Hacı Bekir’i her on yılda bir kapatın bakalım, bir daha şeker üretebilir mi?” şeklinde bir lâf etmişti. Bu lâf, geçmişin tecrübelerini yabana atmanın ne kadar büyük bir yanlış olduğunu gösteren çok yerinde bir tepkiydi.

Demokrasi geleneğinin kesintiye uğratılmasına verilen bu tepkiyi dînî hayatımız hakkında sergilenen bazı tutumlara da aynıyla tatbik edebiliriz.

Yeni görüşler ortaya atma hevesiyle midir, bilemiyorum; bir kısım değerli hocalarımız öyle görüşler ortaya atıyorlar, öyle yorumlar yapıyorlar ki, doğrusu insan şaşırıyor. Meselâ bu görüş ve yorumların en son tedâvüle çıkanlarından biri namazla ilgilidir. Meğer biz namazın nasıl kılınacağını gelenekte (bu kelimeyi bu yazıda sünnetin yanı sıra fıkıh, kelâm gibi İslâm düşüncesinin ürünleri mânâsında kullanıyorum) belirtildiği gibi Hazret-i Peygamber’den öğrenmemişiz! Câhiliyye müşrikleri zaten namaz kılıyorlarmış! Onlar Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’in torunlarıymış. Namaz bilmeyen ahfâd-ı Rasûl mü olurmuş hiç? Nitekim;

“Onların Beytullah yanındaki duâları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.” (el-Enfâl, 8/35) âyeti de müşriklerin namaz kıldığını açıkça vurguluyormuş! Kezâ yahudiler içinde de namazı aynı rükünlerle ve aynı vakitlerde edâ eden bir grup varmış. Zaten Kur’ân-ı Kerim;

“Rükû edenlerle beraber rükû edin!” (el-Bakara, 2/43) diyerek namazın nasıl öğrenileceğinin yolunu göstermiş! Namaz; nüzûl çağında namaz kılanların, yani müşriklerin nasıl kıldıklarına bakılarak öğrenilmiş. Nitekim biz de ana-babamıza ve büyüklerimize bakarak öğrenmemiş miyiz? vs…

Görüyor musunuz şu anlayışı? Namazı bize Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in öğretmiş olmasını kabullenemiyor da müşriklerden öğrenilmiş olduğunu söylüyor! Bu görüşün savunucusu, sıkıntısını açıkça söyleyemiyor ama;

“Rükû edenlerle beraber rükû edin!” âyetinin, namazın nasıl öğrenileceğinin yolunu gösterdiğini belirterek bir ipucu veriyor. Onun sıkıntısını, daha doğrusu takıntısını biz daha açık söyleyelim:

Her şeyi Kur’ân’dan çıkarmak.

Kur’ân; her ne kadar kıyam, rükû, sücûd, kuûd kelimelerini zikretse ve namazın vakitlerine dair bazı işaretler ihtivâ etse de bu rükünlerin nasıl yapılacağını göstermiyor. Bu durumda mezkûr takıntıdan kurtulamayan zât ne yapıyor?

“Rükû edenlerle beraber rükû edin!” âyetinin namazın nasıl öğrenileceğinin yolunu gösterdiğini iddia ediyor! Böylece namazın nasıl kılınacağını da Kur’ân’dan çıkarmış veya bir şekilde ona bağlamış oluyor! Namazın detaylarını Hazret-i Peygamber’in öğrettiğini söyleyemiyor. Çünkü Kur’ân ve Sünnet’i sanki birbirine alternatif ve rakip iki kaynak gibi değerlendiriyor. (Hâlbuki Sünnet, Kur’ân’ın açıklamasıdır. İcmâın Kur’ân ve Sünnet’ten bir temeli olur. Kıyas ise yeni bir şey ortaya koymayıp Kur’ân ve Sünnet’te olan hükümlerin bir nevi açılımıdır. Yani klâsik anlayışa göre, diğer delillerin hepsi Kitâb’a dayanır.)

Diyelim ki câhiliyye Arapları, namazın nasıl kılınacağını Hazret-i İbrahim’den itibaren nesilden nesile görerek öğrendi. Peki, Hazret-i İbrahim nereden öğrendi? Ona verilen suhufta resimli namaz hocası mı vardı? Yoksa Hazret-i İbrahim’in tevhide davet ettiği topluluklar da atalarından namaz kılmayı öğrenmişlerdi de onlara bakarak mı öğrenmişti? Diyelim ki ikinci ihtimal doğru ve bu şekilde Âdem atamıza kadar çıktık. Peki, Âdem atamız; namaz kılmayı kendisine verilen sahifelerdeki çizimlerden mi öğrendi, yoksa Allah ona Cebrâil’i göndermek veya kalbine ilham etmek sûretiyle mi öğretti? Birinci ihtimalin mevzubahis olup olmadığını bilemeyiz. Bize kalırsa ikincisinden bir farkı da yok. Çünkü biz -mahiyetleri farklı da olsa- ikisini de vahiy olarak görüyoruz. Ancak ikinci ihtimal doğru kabul edilirse o zaman neden bize daha yakın olan Hazret-i Peygamber’i örnek almıyoruz da tâ Âdem babamıza kadar çıkıyoruz? Eğer o da Cebrâil’den öğrendiyse, daha yakınımızda olan Hazret-i Peygamber Cebrâil’den öğrenip bize öğretsin! Daha iyi ve daha sade değil mi? Ama hayır, o takıntı var ya kafadaki o takıntı, bir takılmayagörsün insanı imkânı yok rahat bırakmaz.

Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin namazlarının ıslık çalmak ve alkış tutmaktan ibaret olduğunu söylüyor. Bunlar ise bu âyetten İslâm’ın namazını anlıyor ve müşrikleri müslümanlara namaz hocası olarak tayin ediyor!

Doğrudur, bazı kaynaklarda müşriklerin de namaz kıldıkları belirtiliyor ve bir kısım tarifler de yapılıyor. Bu tariflerin şu an kıldığımız namazla birebir örtüştüğünü kabul etsek bile, namazın o çağda toplumun tamamında bilinecek kadar yaygın olduğundan emin olabilir miyiz? Yaygın olsa bile bunun Hazret-i Peygamber’in tasvibinden geçmesi gerekmez mi? Sâhib-i risâlet olan Peygamber, muktedâ bih (: İnsanların kendisine uyup örnek aldığı kişi) değil midir?

Başka din mensupları içinde müslümanların kıldığı namazla birebir örtüşen ibâdetler olabilir. Neticede onlar da vahye dayalıdırlar. İslâm ile aynı kaynaktan geliyorlar. Yahudi ve hıristiyanların her kabul ettiğini reddetmiyoruz. Hattâ kaynakları itibarıyla vahiy olduğu ve tahrif edilmemiş birçok hakikati içerdiği için, onların kitaplarına da saygı duyuyoruz. Ancak bu, namazımızı onlardan alacağımız mânâsına gelmez. Nitekim -mezkûr görüş sahibinin beyanına göre- bahsi edilen yahudi grubunun kıldığı yatsı namazının rekât sayısı bizim yatsı namazının rekât sayısıyla uyuşmuyor. Demek ki, bu kadar büyük örtüşme içerisinde bile tashih edilecek bir nokta; yani Peygamber’in tasvibine ihtiyaç duyulan bir detay olabiliyor.

Zikrettiğim bütün bu tenkit noktalarına rağmen -Peygamber’in tasvibi eklenmesi kaydıyla- bu görüşü beğenebilir, hattâ benimseyebilirim bile. Zira benim hiçbir takıntım yok. Yani benim itiraz ettiğim, bu kadar cevap verilmeye değer gördüğüm, namazın öğrenilişi hakkında böyle bir görüşün ileri sürülmesi değildir. Bu görüşün neden ileri sürüldüğüdür! Yani görüş sahibinin bahsini ettiğim takıntısıdır. Bu görüş sahibi; böyle bir takıntısı olmadığını, bunların tamamıyla benim vehmimden ibaret olduğunu beyan etsin, söylediklerimi memnuniyetle geri almaya hazırım!

Peki, bu «takıntı»ya neden bu kadar takılıyorum? «Kur’ân İslâm’ı» denilen, «her şeyi Kur’ân’dan çıkarmak» anlayışı yanlış bir yol da ondan. Bu yol;

“Efendim, ben zekiyim, Arapçayı da iyi bilirim, Kur’ân nasslarını değerlendirerek bütün problemlere çözüm bulabilirim!” yoludur.

Evet, doğrudur, bu yoldaki biri; Kur’ân’dan her şeye bir çözüm bulabilir. Yani Kur’ân’a istediği her şeyi söyletebilir. Çünkü önündeki eli kolu bağlı bir metindir! Onun dışında dikkate alması gereken bir şey de yoktur. Ne o metnin oluştuğu ortam hakkında bilgi veren sünnet, siyer, sebeb-i nüzûl vb. ne de onun anlaşılması için 14 asırdır ortaya konan çabanın herhangi bir ürünü! Sadece o kişi ve onun kendi içindeki şartlardan hareketle yorumladığı önündeki metin! Böyle bir tutum içindeki kişi, hele hele sünneti de devreden çıkarmışsa aslında ilân edilmedik bir peygamberlik konumuna yerleştirmektedir kendini. Hazret-i Ali’nin haricîlerle tartışmak üzere gönderdiği İbn-i Abbas’a;

“Onlarla Kur’ân’dan hareketle tartışma, sünnetle tartış! Çünkü Kur’ân zû-vücûhtur, farklı mânâlar içerir.” demesindeki isabet, bu noktada daha iyi anlaşılmaktadır.

İyi ama, yorum yapmayalım mı, yeni bir görüş ortaya koymayalım mı?

Elbette! Ben de geleneğe tapınalım demiyorum ki zaten! Ancak gelenekte olan her şeyi baş tâcı yapıp, üzerinde taşıdığı tarihî izleri görmezden gelerek, onu olduğu gibi günümüze dayatmak nasıl yanlışsa, onu bütünüyle görmezden gelmek de o kadar yanlıştır! Doğru olan seçici olmaktır. Kur’ân, mütevâtir sünnet ve ittifak edilen ilkeleri değişmez sâbiteler olarak alıp diğerlerini bunlara göre gözden geçirerek gelenekten kopmadan geleneği yenilemeliyiz. Geleneğe tapınmakla, gelenekten kopmak seçeneklerine mahkûm olmamız ise şu anda yüz yüze olduğumuz birçok problemin kaynağıdır.

Çünkü bunların ilkinden Tâliban, IŞİD vb. çıkıyor, Orta Çağ’daki teâmülleri din olarak bize dayatıyor; ikincisinden ise -yukarıda geçen namaz hakkındaki görüş gibi- garip, birbirini tutmayan farklı «İslâm» anlayışları çıkıyor. Bu anlayışlar kendilerinin yalnızca Kur’ân’a dayandıklarını ileri sürüyorlar.

Peki, bu anlayışların sahipleri, Kur’ân’ın bizim bilmediğimiz bir serası var da orada mı yetişmişlerdir? Bu sebeple hiçbir farklı cereyandan, kişiden, görüşten vb. etkilenmemişler midir? Hiçbir etki altında olmadıkları için mi yalnızca onların görüşü Kur’ân’a dayalı görüş olmaktadır? Yapmayın beyler, yazık oluyor! Geleneği bütünüyle atan kişi, -tabiî onu da ne kadar atabiliyorsa- kim bilir kaç yönden rüzgâr yemiş zihnini, geleneğin yerine ikāme eder. Hiçbir etki altında kalmayan bir yaklaşım yoktur. Toptancı davranmak hem yanlış hem de yıkıcıdır.

Geleneksizlik köksüzlüktür.
Tanzimat’tan beri, özellikle de Cumhuriyet’ten itibaren her alanda geleneği tahrip ettik. Şu anda birçok sahada gelenekten mahrumuz. Meselâ; neden sözü dinlenir, otorite kabul edilen, söz gelimi IŞİD’in peşinden gidenlere engel olabilecek bir âlim yok. Çünkü âlimin yetişeceği gelenek yok! Âlimin yetiştiği geleneği bilip takdir eden yok! Bunları bilen olmadığı için âlimin otoritesine saygı duyan yok! Müslümanların başka din ve mezhep mensuplarıyla bir arada barış içinde yaşadıkları bir geleneklerinin olduğundan haberdar olan bile yok! Yok, yok! Geleneksizlik işte böyle bir şey! Daha çok işimiz var… Allah yardımcımız olsun!