İNŞÂALLAH DEYİNİZ

YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın cihanşümul mesajına kulak verecek kadar nasipleri olmayan müşrikler, O’nu susturmak ya da en azından içinde yaşadığı toplum karşısında rencide etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Bu çirkin faaliyetlerden biri de yahudilerden aldıkları akılla; Rasûlullah -aleyhisselâm-’a, herkesin önünde üç soru sormuş olmalarıydı:

“1. İlk zamanlarda gelmiş geçmiş bulunan gençlerin maceralarının aslı nedir? O gençlerin çok şaşılacak hâdiseleri vardır!

2. Yeryüzünü, doğularına ve batılarına varıncaya kadar gezip dolaşan adamın haberini ver bize!

3. Ruh nedir, nasıl bir şeydir?”

Peygamberimiz -aleyhisselâm- ise hiç tereddüt etmeden;

“–Sorduğunuz şeylerin cevaplarını size yarın haber vereyim!”1 buyurmuşlardı!

Kalabalıktan hiç kimse;

«–Neden şimdi değil de, yarın?» gibi bir soru sormamıştı. Herkes yarına öyle bir kilitlenmişti ki, bu işin yarın sona ereceğine emindiler sanki…

Fakat bu olayın üzerinden 15 gün geçtiği hâlde, bu konuda hâlâ bir vahiy gelmemişti. Peygamberimiz -aleyhisselâm- çok zor bir durumda kaldı. Nerede ise her gün, hattâ bazen günde birkaç defa gelen vahiy meleği Hazret-i Cebrâil -aleyhisselâm- bile görünmez oldu.

Aradıkları cevaptan ziyade, istedikleri fitne ortamı oluşunca, müşrikler; sevinçlerinden şenlikler düzenlemişler, bayram etmeye başlamışlardı. Akıllarınca; kendileri galip gelmiş, Peygamberimiz -aleyhisselâm- ise mağlûp olmuştu! Çok büyük bir zafer kazanmışçasına, bütün Mekke’yi ayağa kaldırmışlardı. Bu yetmiyormuş gibi, ileri geri konuşmaları çok inciticiydi. Öyle ki, sahâbîlerden bazılarının sabırları da taşmak üzereydi. Ortam çok gerilmişti, her an her şey olabilirdi;

–Kendisinin Allâh’ın Rasûlü olduğunu söyleyen şu adam, sözünün eri değildir! «Size yarın cevap veririm.» dediği hâlde, 15 gün oldu, hâlâ bir cevap vermedi! Ya da veremedi! O’na sorduğumuz üç sorunun cevabını veremediği gibi, yanımıza da gelemiyor artık! Bu nasıl bir şeydir böyle? Bir yandan Allâh’ın Rasûlü olduğunu söylüyor; diğer yandan da, sorularımıza cevap veremiyor! O’nun Allâh’ı O’nu terk etti anlaşılan! Ya da durduk yerde; «Ben Allâh’ın Rasûlü’yüm.» derken, yalan söylemiş! «Rasûlullah» ise, sorularımızın cevabını versin! Değilse, işin aslını biz de bilelim artık!2

Mekke müşriklerinin böyle ağır sözler söylemeleri, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı çok üzdü! Ağır ve çekilmez bir yükün altında ezilen bir insan gibi, çok zoruna gitti. İşi veya vazifesi gereği; sokağa her çıkışında, müşrik kadınlarına ve hattâ çocuklarına varıncaya kadar, hepsinin alaylarıyla karşılaşıyordu:

–Hani Sen Allâh’ın Rasûlü’ydün?!.

“Yarın cevap veririm.” dediğin hâlde, neden sözünde durmadın!

–Rasûlullah değil misin yoksa?

–Allâh’ın Sen’i terk mi etti?

Neler demiyorlardı ki! Konuşulanlar, hakaretler, alaylar ve yapılan hareketler dayanılır gibi değildi. Peygamberimiz -aleyhisselâm- bir yandan bu dayanılmaza dayanıyor; bir yandan da sahâbîlerini sakinleştirmeye çalışıyordu. Fakat müşrik yaygarası gittikçe tahammül edilmez bir hâle doğru gidiyordu.

Ortam her şeyi ile çok ciddî bir şekilde gerilmişken, Allâh’ın yardımı yetişti ve nihayetinde Rasûlullah -aleyhisselâm-’a vahiy geldi. Rasûlullah -aleyhisselâm- vahiy gelir gelmez hemen müşriklere haber gönderdi.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ı tıkamak için yahudiler ile ittifak eden müşrikler; 15 gün süren zafer çığlıklarının ardından, bir anda korkunç bir boşluğa düştüler. Sordukları soruların cevaplarını verirse, büsbütün biteceklerini biliyorlardı. Ama cehâletin getirdiği cesaret ile yine bütün halkı Harem-i şerif avlusunda topladılar.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, yanına sevgili ashâbından bir kısmını alarak Kâbe’nin yanına vardı. Ortalık müşrik kaynıyordu. Aradan 15 gün geçtiği için, yeniden hatırlatmak üzere müşrik liderlerinden biri çıkıp soruları tekrarladı:

–Sorduğumuz soruların üzerinden 15 gün geçti. Ben şimdi her bir soruyu tekrâren ayrı ayrı soracağım, O da bize ayrı ayrı cevap verecek. Birinci sorumuz şuydu;

İlk zamanlarda gelmiş geçmiş bulunan gençlerin maceralarının aslı nedir? O gençlerin çok şaşılacak hâdiseleri vardır!

Rasûlullah -aleyhisselâm- konuşmak için yüksek bir yere çıkınca, herkes tamamen O’na yöneldi. Kimseden çıt çıkmıyordu:

“–Birinci sorunuz; «Ashâb-ı Kehf» yani «mağarada uyuyan gençler» olup, onların maceraları ve şaşılacak hâdiseleri şöyledir!”

Peygamberimiz -aleyhisselâm-;
bütün her şeyleri ile kendisine dikkat kesilmiş olan bu kalabalığa, Kehf Sûresi’ni okumaya başladı. (Bkz. el-Kehf, 18/1-26)

İlk defa bu kadar kalabalık topluluk bir araya gelmiş ve yine ilk defa bu kadar ciddiyetle dinliyorlardı.

Şaşkınlık şoku yaşayan müşrik liderler, hiç zaman kaybetmeden hemen ikinci soruya geçtiler:

–İkinci sorumuz şuydu:

Yeryüzünü, doğularına ve batılarına varıncaya kadar gezip dolaşan adamın haberini ver bize!

Rasûlullah -aleyhisselâm-, artan bir merak ile kendisine bakan müşrik liderlerine ve halka döndü:

“–İkinci sorunuz; «Zülkarneyn -aleyhisselâm-» ile ilgili olup, hikâyesi şöyledir!”

Peygamberimiz -aleyhisselâm-; yine aynı kalabalığa, yine Kehf Sûresi’nden Hazret-i Zülkarneyn ile ilgili bölümü okudu. (Bkz. el-Kehf, 18/83-93)

Yine herkes çıt çıkarmadan dinlemişti.

Ciddî bir yenilgi ve korkunç bir hüsran içine düşen müşrik liderler, çaresiz üçüncü soruya geçti:

–Üçüncü sorumuz şuydu;

«Ruh nedir, nasıl bir şeydir?»

Rasûlullah -aleyhisselâm-; bu soruya bir âyet-i kerîme ile çok kısa bir cevap verdi. (Bkz. el-İsrâ, 17/85)

Sonra da yükselen bir ses tonuyla şöyle buyurdu:

“–Sorduğunuz soruların cevapları, bana böyle vahyedildi!”

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın cevapları müslümanları son derece sevindirirken, müşrikler korkunç bir hezimet yaşıyorlardı. 15 günden beri ölçüsüzce atıp tutan hâinler, şimdi sus pus olmuşlardı.

Şimdi biraz da;

«Vahiy neden bu kadar gecikti?» sorusunun cevabını arayalım! Aslında aranacak bir şey yok ortada. Çünkü kaynaklarımız ve özellikle de tefsir kitaplarımız bu konuda oldukça geniş malûmat vermektedir.4

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, müşriklere;

“Yarın size cevap vereceğim!” derken, «İnşâallah» ifadesini kullanmamıştı. Bunda bir kasıt yoktu, ama yine de bir istisnâda bulunmamış ve; «İnşâallah» yani; «Allah dilerse» dememişti.

Allah Teâlâ Hazretleri; kullarına karşı çok merhametli olduğu hâlde, bir söz söylerken ya da bir şey yaparken nasıl hareket edileceğini de bu örnekte bize bildirmiştir. Konunun birinci derecede muhatabı Peygamberimiz -aleyhisselâm- olduğu hâlde, Cenâb-ı Hak -celle celâlühû- O’nu dahî istisnâ etmemişti. Sorulan sorulara cevap mahiyetinde gelen âyetler içinde o uyarıcı âyet de vardı:

“Hiçbir şey için; «Bunu yarın yapacağım» deme! Ancak; «Allah dilerse (yapacağım).» de!» (el-Kehf, 18/23-24)

Bu durum olayın bir yüzüdür.

Asıl mesaja gelecek olursak…

Geciken vahyi bu kadar bekledikten sonra, cevabın gelmesi ve müşriklerin bu cevaba yönelmeleri, konuyu 15 gün boyunca gündemde tuttuğu gibi, gelen vahyi de herkesin üzerine çok ciddî boyutta tesirli kılmıştır. Çünkü cevap, tam ihtiyaç duyulduğu bir zamanda gelmişti. Böylece insanların kalplerine fazlasıyla tesir etmişti.

Tabir yerindeyse Allah ve Rasûlü, müşriklerin tuzaklarını başlarına geçirmişti. Çünkü bu hususta ileri geri çok konuşmuşlardı.

Mekke müşrik liderleri; Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a sataşırlarken, gelen vahiyler karşısında hiçbir şey yapamıyorlardı. Çaresiz kalınca da;

“O uydurdu!” diyerek korkunç iftiralar atıyorlardı. O’nu tıkamak için sordukları soruların cevabı 15 gün boyunca gelmeyince; “Kur’ân-ı
Kerim Allah tarafından gönderilmiştir.” fikri canlanmaya başladı! O’nun elinde olsaydı hemen cevap verirdi çünkü!

Bütün bunların yanında, müşrik liderler başta olmak üzere, bütün müşrikler ilk defa bu kadar ciddî bir oturuma şahit olmuşlardı. İlk defa bu kadar ciddiyetle Kur’ân dinlemişlerdi. Vahyi bu kadar geciktiren Rabbimiz, mutlaka her şeyi bir takdir üzere yapar.5

Evet… Biz de bir söz verme ya da bir iş yapma durumunda; «İnşâallah!» demeyi unutmayacağız. Çünkü buradaki uyarı bütün müslümanları içine alıyor. Peygamber Efendimiz de bize bunu böylece haber veriyor.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

______________
1 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğâzî ve’s-Siyer, c. 1, s. 108-19.
2 Ali Muhammed Sallâbî, İslâm Tarihi Asr-ı Saâdet Dönemi, c. 1, s. 293.
3 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 321-322.
4 Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 191-192; Fahreddîn er-Râzî, Tefsîr, c. 21, s. 82; Kurtubî, Tefsîr, c. 10, s. 346-347; Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, Tefsîr, c. 3, s. 71-72.
5 Muhammed Ebû Zehra, Son Peygamber Hz. Muhammed (sav), c. 2, s. 132-136.