SÜRPRİZ İÇİNDE SÜRPRİZ

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Yola çıkmak için son hazırlıklar yapılmıştı. Abdurrahman ve Emin, dedelerine sürpriz yapmanın heyecanı ile yerlerinde duramıyorlardı;

–Hadi baba! Hadi baba! Hemen gidelim!

İkizlerin babası Osman Hoca da gerek şahsiyetinin gerekse öğretmenlik vazifesinin verdiği titizlikle, işi aceleye getirmeden tedbirli hareket ederdi. Yol için her şeyin hazır olduğunu kendi test etmeden asla hareket etmezdi. O, yola çıkacağı zaman; arabasının bakımları yapılmış olacak, yol azığı en ince detayına kadar hazır olacak, gidilecek yerler listelenecek… Eşi Sare Hanım ise çocuklarının sabırsızlığı ile eşinin âhiret soruları arasında mekik dokumaktadır. Mesele ciddîdir. Memlekete gidilecek, kimseye haber verilmeyecek ve dedeye sürpriz yapılacaktır. Ağzından tek kelime kaçıranın vay hâline…

Neyse ki yolculuk başlamıştı.

Osman Hoca, işlerin plânladığı şekilde gidiyor olmasının keyfini yaşıyor ve hissettiriyordu. Mola yerlerine plânlandığı zamanlarda varılmış ve namazlarını gönül huzuruyla kılabilmişlerdi. Hava kararmış, heyecanlar artmıştı.

İlçe merkezinden köye giden yol, bir hayli bakımsızdı. Dolayısıyla olabildiğince dikkatli gitmek gerekiyordu. Osman Hoca; arabayı gayet dikkatle kullanırken, birden fark edemediği derin bir kasise girdi çıktı. Daha ne olduğunu anlamadan, araç birden olduğu yerde durdu. Tüm elektrik aksamı iptal gibiydi. Araçta tek ışık yanmıyordu. Aile fertleri tedirgin olsa da, Osman Hoca sakindi. Ne de olsa doğup büyüdüğü yerlerdi. Aileyi tok ses tonu ve sakin tavırlarıyla sakinleştirdi:

–Sakin olun! Herhâlde aracın elektrik sigortasında bir problem oluştu. Önemli bir şey değildir. Araçta fener var. Siz o feneri yakın, arabada oturun. Şu yakında Karaağaç Köyü var. Ben gidip bir hâl çaresi bulayım. En kötü, bir traktörle çekeriz yakın bir yere.

Eşi Sare Hanım, bu zamanların vazgeçilmez destekçisiydi. İşi, paniğe vurmadan;

–Tamam Hoca; siz gidin bir bakıverin. Buralar bildiğimiz yerler, sen de rahat ol…

Osman Hoca, araçtaki yedek feneri alarak bahsi geçen köye doğru yol almaya başladı. Çocukluğunda ve gençliğinde çeşitli vesilelerle buralara çokça geldiği için araziyi bilirdi. Orman içinden köye giden kestirme bir yol biliyordu. Bu yörelerde herkesin bildiği suyolları çok meşhurdu. O patika yollar sayesinde herkes hem suyunu hem yolunu rahatça bulurdu. Osman Hoca, bu vesile ile bir nostalji yolculuğu da yapmış olacaktı. Elindeki fenerle suyolunu takip ederek önce ormana sonra da tarlaların arasına daldı.

Gece karanlığı… İnsan ister istemez tedirgin oluyordu. Sincapların yere düşürdüğü kozalakların sesleri, cır cır böceklerinin sesleri, önü sıra uçuşan ateş böcekleri, atmosferi tamamen farklı kılmaya yetmişti. Biraz tedirgin, biraz heyecanlı devam eden bu yolculuk; Osman Hoca’nın diline çocukluk yıllarındaki türküleri dolamıştı: “Çarşambayı sel aldı…”

Hocanın devamında keyif aldığı bu yolculuk, bir dere kenarına vardığında birden ayağına dolanan bir çift kolla çok farklı bir boyuta geçti. Hoca korkudan az kalsın bayılacaktı. Korku ile feneri elinden düşürdü. Dereye düşen fener iş göremez hâle gelmişti. Hoca ne yapacağını bilemedi. Cılız bir ses, işin rengini değiştirdi:

–Evlât! Yardım et!

Osman Hoca, hemen eğildi ve yardım isteyen kişinin ellerinden tuttu:

–Ne oldu size?

–Evlât beni kurtar! Baltayı ayağıma kaçırdım. Yürüyemiyorum… Elim-ayağım tutmuyor evlât!

Osman Hoca, biraz sakinleştikten sonra aklına cep telefonu geldi. Hemen ışığını yakıp yardım isteyen amcanın yüzüne tuttu.

–Tamam amca, inşâallah seni kurtaracağım. Sen şimdi konuşup kendini yorma! Sadece yaran nerede onu göster.

Yaralı amca kesilen yeri gösterdi. Hoca, ışığı amcanın gösterdiği yere tutup yarayı inceledi. Çok derin bir kesikti. Amca; baltayı kaçırmış, ayağını çok kötü bir şekilde kesmişti. Hemen müdahale edilmezse amca kan kaybından gidebilirdi. Hoca, hemen gömleğini çıkarıp tampon yaptı. Vazife gereği; ilk yardım inceliklerini az-çok biliyordu. Hemen cankurtaran çağırıp yerini tarif etti. Cankurtaran gelinceye kadar da yaralı amcayı kucağına alarak yola çıkardı.

Çok geçmeden cankurtaran gelmişti. Amcayı cankurtarana bindirip yanına oturdu. Bu arada aklına, ailesine haber vermediği geldi. Hemen eşini arayıp durumu özetledi. Eşi ise;

–Bey! İnanır mısın sen aramadan hemen önce Abdurrahman kurcalarken arabayı çalıştırdı. Sen neredesin peki?

–Cankurtarandayım, olduğunuz yere geldim sayılır; ama durum çok ciddî. O zaman biz durmayalım. Sen yavaş yavaş arabayı köye götürebilir misin?

–Götürürüm inşâallah.

–Tamam, siz gidin. Ben arar bilgi veririm. Amcayı yalnız bırakmayayım.

–Tamam Bey. Allah yardımcınız olsun. Allah âcil şifâlar nasip etsin.

Amcayı yaralı bir şekilde hastahâneye yetiştirmişlerdi. Doktorlar hemen gerekli müdahaleyi yapıp hastanın durumunu toparladılar. Çok kan kaybettiği için de bir müddet müşâhede altında tutmaya karar verdiler.

Yaralı amca ertesi sabah ancak kendine gelebilmişti. Osman Hoca, geceden ilgili yerlere haber vererek ailesine ulaşmış ve hastahâneye getirtmişti. Amcanın çocukları çok müteşekkir olmuşlardı. Nasıl oldu, nasıl gitti derken; amca da iyice toparlamış muhabbete dâhil olmuştu:

–Allah râzı olsun evlât! Akşamın karanlığı… Nereden yolun düşecek de beni bu hâlde bulacaksın! Ama ben senin suyolundan doğru geldiğini fark ettim, buraları bilen biri olduğunu tahmin ettim ve suyoluna kadar süründüm. Yaralandığım yer, suyolundan biraz daha yukarıda idi. Allah denk getirecek ya… Her biri, bir sebepler zinciri… Eee sen kimlerdensin bakalım? Hiç sormadık bak!

–Amca ben sizin köyün yukarısındaki Hacılar Köyü’ndenim. Babama da «Hâfız» derler, Molla Hakkıların Hâfız…

–Sen Osman mısın yoksa?

–Evet! Tanır mıydın babamı?

Yaralı amca, bir an durakladı ve bir müddet öylece kaldı. Ardından:

–Adını bilirim, o kadar.

Osman Hoca, ne kadar yutmamış olsa da ısrarcı bir tavır sergilemedi. Muhabbete devam edildi.

Amcanın durumunun normale döndüğünü görünce Osman Hoca, müsaade almak istedi. Amca gitmemesi noktasında ısrar edince de Osman Hoca durumunu anlatıp tekrar müsaade istedi. Tam kapıdan çıkacakken Osman Hoca’nın babası içeri girmek için destur istedi:

–İçerisi müsait mi acaba? Girebilir miyiz?

Amca, henüz geleni görmeden çok keyifli bir ses tonuyla içeri buyur etti:

–Gel bakalım Hâfız! Molla Hakkıların Hâfız…

Osman Hoca’nın babası, yatakta yatanı görünce yatağın başında bitiverdi ve ellerini sıkıca tuttu:

–«Bir yaralı amca» dediği sen miydin Süleyman Ağabey?

–Yâ Hâfız! İşte Rabbim’in güzelliği! Ne güzel yazmış değil mi?

–Vallâhi ne diyeyim bilmem ki? «Yaran olmasaydı!» diyeceğim; ama bilemedim ki, ne desem?

–«Hayır» de «hayır…» Başından sonuna kadar hayır…

Son konuşulanları ikisi dışında kimse anlamamıştı. Herkes şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. Sessizliği Osman Hoca bozdu:

–Baba siz nereden tanışıyorsunuz? Ben yakın arkadaşlarının hepsini tanıdığımı zannediyordum ama…

–Oğlum Süleyman Amcan hariç hepsini tanıyorsun zaten…

–Allah Allah! Süleyman Amca…

–Oğlum, onu tanımaman gerekiyordu da onun için.

–Hayırdır, niye ki?

–Otur bakalım, anlatayım. Müsaade var mı Süleyman Ağabey?

–Sen daha iyi bilirsin Hâfız!

–Estağfirullah… Oğlum sen yıllar önce İstanbul’da öğretmen lisesini kazandığın zamanı hatırlarsın. Durumumuz çok zayıftı. Tarhanaya, bulgura tâlim ettiğimiz günlerdi… Sen okulu kazandın, çok hevesliydin; ama benim senin cebine koyacak beş kuruşum yoktu. Bir vesile Süleyman Ağabey duruma tüm detaylarıyla vâkıf oldu. O zamanlarda da durumu iyiydi çok şükür. Elini omzuma koydu:

“Hoca dert etme ne olur! Biz varız elhamdülillâh! Ben, çocuk maaş sahibi oluncaya kadar sana yardımcı olacağım. Aylık muntazam para göndeririz. Aç da açık da bırakmayız Allâh’ın izniyle… Yalnız tek şartım var: Çocuk beni bilmeyecek! Beni asla tanımayacak! Okur, büyük adam olur inşâallah. Emin ol, memleket çok fayda görür elinden. Belki bizim de tutunacak dalımız olur. Mesele kapanmıştır. Haydi, mübârek olsun!” dedi.

Dinleyenler, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri karşısında hayranlıklarını gizleyemediler. Bu arada Süleyman Amca yattığı yerden söz aldı:

–Daha bitmedi. Tecellî olacak ya! Ben de bugün ağaç budarken kendi kendime söylenip duruyordum:

“Evlâtlar parayı buldu, bağa-bahçeye uğramaz oldu. Hepsi ayrı terâne, ayrı bahâne… Burada ölsek kalsak, kimsenin haberi olmayacak! Yıllarca uğraş-didin… Adamlar yer beğenmiyor, iş beğenmiyor yahu…” Ama mânevî evlâdı hiç düşünmemiştim. Takdire rızâ gerek! O, en iyisini bilir. Takdir, işte! Adamı kilometrelerce öteden kaldırır, getirir, dağın başında imdâda yetiştirir. Yeter ki samimiyet olsun… Ben bu delikanlıyı unutmuştum bile… Ama her şeyi gören; istikbâlimizi, öncemizi ve sonramızı hakkıyla bilen biri var… Gel de bu tablo karşısında şükretme! Gel de alnını secdeden kaldır, kaldırabilirsen. Ne kadar şükretsek az. Hele bu delikanlıyı böyle iş-güç, çoluk-çocuk sahibi görmek var ya… Bu duyguyu kelimelerle ifade etmek mümkün değil…

Allah vesile olanlardan da senden de râzı olsun evlât!