ÖNCE KENDİNİ GÖR
YAZAR : Asım UÇAROK
“‒Hadi bakalım çocuklar, yeter bahçede oynadığınız, hava da kararmaya başladı. Ezanın eli kulağında. Şimdi doğru camiye… Hemen abdestlerinizi alın, akşam namazınızı cemaatle kılın da gelin. Yirmi yedi kat sevabı kapın. O zamana yemek de hazır olur.”
“‒Tamam anne!”
“‒Eveet çok acıktım. Ben çıktım bile. Birinciyim.”
Mehmet az önce bahçedeki çeşmeden abdestini almıştı:
“‒Benim abdestim var.”
Hasan’ın acelesi var gibiydi:
“‒Ben de camide alırım. Çıktım bile, birinciyim.”
Yarış ve koşturmaca yolda da devam ediyordu. Hasan çok hareketliydi. Kendisinden çok da büyük olmayan ağabeyi Mehmet’i de hareketlendirmek istiyordu:
“‒Hadi uyuşukluk yok. Yetiş bakalım.”
“‒Dur ya koşma. Dur, bak takkemi de düşürdün!..”
Mehmet’in başına bir aksilik gelmişti. İçinden konuşmaya başladı:
(Eyvah! Takkemi alayım derken, pantalonun ağı söküldü. Ne yapacağım şimdi. Eve dönsem, ezan okunmaya başladı. Yetişemem. Şöyle arka safta durup ceketimle filân da gizlemeye çalışayım bari. Allâh’ım ya ne yapacağım şimdi, üf be Hasan!)
“‒Hadi hadi çabuk ol abi, sona kalan ebe…”
“‒Ben oynamıyorum ya…”
“‒Ne oldu ki amaan mızıkçı!”
Mehmet camiye varır varmaz, utana sıkıla arka tarafta bir duvar önü buldu. Orada oturdu. Namazda da en arka safa kalmaya, bir direk önü bulmaya çalıştı. Aklı fikri pantolonundaki sökükteydi.
Hasan ise caminin içinde de bir oraya bir buraya koştu durdu.
Eve döndüklerinde Mehmet üstünü değişmeye koşmuştu, Hasan ise anlatıyordu:
“‒Ya anne görmeliydin, bir tane çocuk namazda nasıl oturacağını bile bilmiyordu. Böyle dikmiş ayaklarını keçi gibi, kah kah…”
“‒Oğlum o da öğrenir inşâallah. Belki yeni başlıyordur.”
“‒Yoo… Abimden bile büyüktü. Bir de başka abi vardı, namazda otururken, parmağını kaldırdı, indirmeyi unuttu. Ha ha…”
“‒Hayır oğlum, o şâfiî mezhebindendir, onlarda öyle…”
“‒Yaa, öyle mi? Selâm verirken de yanlış yaptı, sağı solu karıştırdı demiştim. Ama bir başka çocuk namazda konuştu ve sağa sola baktı. Herhâlde onunki de mezhep değildir.”
“‒Oğlum sen hep etrafınla ilgilenmişsin. Camiye başkalarını eleştirmek için değil, kendi kulluğumuzu edâ etmek için gideriz. Peki madem o kadar dikkatlisin söyle bakalım, imam ilk rekâtta ne okudu?”
Hasan, gözlerini tavanda gezdirirken, Mehmet üstünü değişmiş gelmişti:
“‒İnşirah mıydı onu okudu anne. Usri yüsrâ usri yüsrâ… Babam da hep okur ya…”
Annesi Hasan’a tebessümlü fakat, gözlerini anlamlı anlamlı ayırarak baktı:
“‒Peki sen görmedin mi Mehmet, Hasan’ın gördüğü yanlışları?”
“‒Vallâhi anne, söyledim ya giderken pantalonum söküldü. Dönene kadar onu nasıl saklarım diye düşünmekten, başka hiçbir şeyle ilgilenmedim.”
Hasan daha fazla altta kalmak istemedi:
“‒Gördüğüm yanlışlara dikkat çekmek istedim. Ne var bunda.”
Jest ve mimiklerini her zaman iyi kullanan Hasan kollarını iki yana açmış açık elleriyle masumiyetini arz ediyordu.
Fakat annesinin gözü, her anne gibi temizlik noktasına takıldı:
“‒Aaa! Senin ellerin, bileklerin bahçeden çıktığın gibi hâlâ toz-toprak içinde, sen abdest almadan mı gittin yoksa?”
“‒Aaa camide alacaktım. Ama unutmuşum.”
“‒Ah oğlum gördün mü? Kendi eksiğine dikkat kesilmeyince hep başkalarının kusurlarına bakıp durdun.
Namazda düzgün oturmayı bilmeyenin namazı da büyük ihtimalle kabul oldu. Fakat seninki olmadı. Çünkü abdesttiz namaz olmaz.
Bu yaşadığınız sizin güzel bir misal oldu.
Ağabeyinin pantolonu sökük olduğu için, hep kendi eksiği, kendi kusuruyla meşgul oldu ve gözü başkasını eleştirmek için etrafta dolaşmadı. Fakat kulağı gönlüne gelen hitaplara açık kaldı.
Sen ise iç dünyana hiç bakmadın. Bir eksiğim var mı diye hiç düşünmedin. Başkalarının kusurunu araman seni bundan alıkoydu.
Bir Allah dostu olan Zünnûn-ı Mısrî buyuruyor ki:
«İnsanların ayıpları ile meşgul olan, kendi ayıbını görmez.
İnsanların kusurları, seni kendi kusurunu aramaktan alıkoymasın!»
Senin hâlin tam da bu ikazlara uygun olmuş. Ağabeyinin hâli ise şu hadiste müjdelenen gibi olmuş:
«Kendi kusurlarıyla uğraşıp başkalarının kusurlarını kurcalamaktan kendisini alıkoyan kimseye müjdeler olsun.» (Münâvî, 4/281)
Hadi bakalım koş abdestini al ve namazını edâ et…”