İLÂHÎ NİMETLER

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Rivâyet edilir ki;

Rabbimiz, Hazret-i Âdem’i yarattığında onun sulbünden gelecek ne kadar evlâdı varsa onları da ruh olarak halk etmiş. Sonra da bütün bu ruhları Âdem -aleyhisselâm-’a arz eylemiş, dünya âlemindeki hâllerini ona göstermiş.

Âdem -aleyhisselâm-; o mânevî ekranda görmüş ki evlâtlarının bazısı kuvvetli ve bazısı zayıf…

Bazısı zengin, bazısı fakir… Bazısı sıhhatli, bazısı hasta…

Hazret-i Âdem, Cenâb-ı Hakk’a bu hâlin hikmetini sual etmiş:

«–Ey her şeye gücü yeten Allâh’ım! Hangi hikmete binâen, evlâtlarımı birbirine eşit yaratmadın da, kimisini zengin, kimisini fakir, kimisini sıhhatli, kimisini hastalıklı, kimisini kuvvetli, kimisini zayıf olarak yarattın? Neden bazıları güzel, bazıları çirkin, bazıları sağlam, bazıları sakat?»

Hazret-i Mevlâ Âdem -aleyhisselâm-’a buyurmuş ki:

«–Ey Âdem! Bunun böyle olmasındaki murâdım, kullarımın her hâlükârda şükretmelerini isteyişimdir. Onun için, insanları böyle birbirlerinden farklı yarattım.»”

Bakışında ibret olanlar, baktığından ibret almayı bilenler;

Kuvvetli ise zayıfa bakarak hâllerine şükrederler.

Zenginse fakire bakarak Rabbinin kendisine olan cömertliğine şükrederler.

Sağlam ve sıhhatli iseler, hastalara bakarak Hakk’ın ihsan buyurduğu sıhhat ve afiyet lutfuna şükrederler.

Hakikaten yeryüzünde sıhhat ve afiyet nimetine emsal maddî bir nimet yoktur. Behlül bu nimetin büyüklüğünü ne güzel anlatmıştır:

Abbâsîlerin şâşaalı zamanı, Harun Reşid’in halîfeliği devri idi.

Bir gün, Behlül Dânâ ile konuşurlarken; söz döndü dolaştı, hükümdarın sahip olduğu devlet ve kudretin azametine geldi. Harun Reşid; mağrur bir tavırla, sahip olduğu imkân ve nimetleri anlatıyordu.

Behlül, bir süre onu dinledikten sonra, birden bire sordu:

“–Tamam.” dedi. “Büyük hükümdarsın, geniş bir ülken, hazinelerin, orduların, bir işaretini bekleyen vezirlerin ve kumandanların var. Fakat, söyle bana bakalım: Mâlik olduğun bütün bu nimetleri, bir bardak su karşılığında verir misin?”

Halîfe, Behlül’ün nüktesini birden anlayamayarak itiraz etti:

“–Canım, hiç böyle şey olur mu?”

Behlül Dânâ, sükûnetle cevap verdi:

“–Ey Halîfe!” dedi. “Bana insaf ile cevap ver: Issız bir çölde, tek başına kalmışsın, hava gayet sıcak ve yanında bir yudum su dahî yok… Hangi tarafa koşsan, su bulamıyorsun, hararetten bunalmış, ölecek hâle gelmişsin. Tam bu sırada, birisi elinde bir bardak su ile geliyor ve sana mülkünün yarısını kendisine verdiğin takdirde elindeki suyu sana vereceğini teklif ediyor. O zaman ne yaparsın acaba?”

Halîfe, biraz düşündükten sonra hakikati mırıldandı:

“–Bu şartlar altında, istediğini derhâl yerine getirir ve mülkümün yarısını ona vererek suyu içer ve hayatımı kurtarırım. Kalan yarısı da bana elverir…” deyince Behlül gülümsedi ve;

“–Tamam!” dedi. “Mülkünün yarısını vererek o bir bardak suyu içtin ve hayatını kurtardın, diyelim. Lâkin, içtiğin suyun âdet üzre dışarı çıkması lâzım. Fakat sıhhatin el vermedi, çıkaramıyorsun. Acılar ve sancılar içinde kıvranıyorsun. Azap ve ıstırabın o kadar artmıştır ki, artık gözün dünyayı görmek istemiyor. Bu hâlde iken, karşına başka birisi çıksa ve; «Derdine şifa bende, ben seni tedavi ederim ama, elinde kalan mülkün hepsini bana vereceksin.» dese ne yaparsın?”

Harun Reşid, tereddüt etmeden cevap verdi:

“–Tabiî, derhâl veririm!”

Behlül, sözünü tamamladı:

“–Gördün mü?” dedi. “Bütün mülk ve devletinin değeri ve karşılığı gerçekten bir bardak su imiş, öyle değil mi?”

Sıhhat böyle de diğer nimetler farklı mı? Bütün bu nimetler, hep bizim için ihsan buyurulmuştur. Ne var ki, bütün bu nimetlerin hesabı sorulacaktır.

Hesabı nasıl edâ edilir?

Şükrederek… Nankörlük etmeyerek…

Var olanı idrak edip şükretmek, olmayanı ileri sürüp nankörlük etmekten alıkoyar.

Meselâ; «Yeni ayakkabılarım yok!» diye şikâyet eden kişi düşünmelidir ki, ona Allah Teâlâ ayaklar vermiştir. Ayağı olduğu için şükretmek aklına gelmezken; “Yeni ayakkabım yok.” diye şikâyet etmek revâ mıdır?

Düşünmelidir ki;

Nice ayakkabısı olan var, ayakları yok… Nice en pahalı gözlükler alabilecek olan var, gözleri yok… Nice apartman, han, hamamı olan var, sağlık ve afiyetleri yok… Nice zengin kişiler var, ağızlarının tadı yok… Nice milyarderler, milyonerler var, evlerinde dirlik, düzenleri yok… Nice ağızları olanlar var, ya konuşacak dilleri ya da dinlenecek sözleri yok… Nice kuvvet ve kudrete sahip kişiler var, akılları yok… Nice mevkî ve makam sahipleri var, ibâdet ve tâatleri yok… Nice dünyaya sahip kişiler var, âhiretleri yok…

Ey kardeş! Senin Rabbin var. Rabbine îmânın var. Peygamber’in var. Sıhhat ve afiyetin var. İbâdet ve tâatin var. Aklın ve tefekkür kabiliyetin var… Gözün, kulağın, saçın, sakalın, kaşın, kirpiğin, ağzın, dişin, dilin, elin, ayağın var… Sen öyle bir Nebiyy-i Zîşân’a ümmetsin ki, Allâhu Azîmüşşân katında kıymeti gayet yüce, şefaati makbul…

Öyle ise, Rabbimiz’e şükretmeyelim mi? O’na kıyam, rükû ve secde ederek; tesbih ve takdis eyleyerek tâzim etmeyelim mi?

Basit mahrumiyetlerimizi bahane ederek, gark olduğumuz bunca nimeti unutalım mı?

Böyle yaparsak küfrân-ı nimette bulunmuş, açıkçası nankörlük etmiş olmaz mıyız? Nankörlük, insana ve insanlığa yakışır mı?

Bir kardeşin, sana bir takke hediye edince, ona defalarca teşekkür ediyorsun da, takkeyi giymek için sana o başı ihsan buyuran Allah Teâlâ’ya şükrün olmayacak mı?

Kaldı ki, gerçekten kul ve insan isen, vücudundan olan bazı nimetleri alıverse dahî, yine de O’na şükretmen gerekir.

Rabbimiz’in bahş ve ihsan buyurduğu nimetlere daima şükretmeli, O’na hamd ü senâda bulunmalıdır ki, îman dâvâsında olanların îmanlarının ilk ve en mühim şahidi budur.

Allah, cümlemize nimetlerine şükredip rızâ-yı ilâhîye erenlerden eylesin.

Nasihat ettim sana,
Kulak ver, kardeş bana,
Dünya ve âhirette,
Lâzım olacak sana… (Gülzâr-ı İrfan)