DÜNYAYA BİR ŞEY VERMEDEN ÖNCE…

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Bir değeri başkalarına ulaştırmanın öncelikli şartı, ona sahip olmaktır. Bugün genel olarak baktığımızda, dünya müslümanlarının gıpta edilecek nesi var ki onu başkalarına ulaştırmaları beklensin?

Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede,
Kande kaldı gayrıye himmet ede!

Bugün cehâletin, taassubun, taklitçiliğin, mezhepçiliğin, despotizmin, vahşetin, yolsuzluğun, uğursuzluğun, bozgunculuğun en fazla kol gezdiği yerler -ne yazık ki- İslâm ülkeleridir. Müslümanların bu hâlini gören hangi gayr-ı müslim, müslüman olmak ister? Müslüman olanlar; mutlaka müslümanların durumuna vâkıf olmadan, İslâm’ı ve onun değerlerini tanımış olan bahtiyarlardır. Çünkü bugün müslümanların kāhir ekseriyeti, dinlerini doğru bir şekilde temsil etmemektedirler. İslâm’ı başka insanlara götürebilmenin yolu, öncelikle onu iyi temsil etmekle mümkündür.

İslâm; yalnızca namaz, oruç, hac gibi pratikleri yapmaktan ibaret değildir. Bunları şeklî olarak öğrenip yapabiliriz. Bunların şerîatte gösterilen zâhirî şekilleri de elbette önemlidir, ancak bunları yapmak yetmez. Biz onları yaparken onlar da bize bir şeyler yapmalı, yani bizde müsbet yönde değişiklikler oluşturmalıdır. Zira bunlar zaten bunun için, yani bizim iyi insan olmamız için emredilmiştir. Yoksa -hâşâ- Allâh’ın bunlara ihtiyacı yoktur.

İbâdetleri yalnızca şeklî olarak yapmak yetmediği içindir ki; bazı âlimler, dînî emirlerin mahzâ fıkhî bir anlayışla ele alınıp şekilciliğe kurban edilmesine çok erken dönemlerden itibaren itiraz etmişlerdir. Bunların en meşhurlarından biri İhyâu ulûmi’d-dîn müellifi İmam Gazâlî’dir (ö. 505). İmam Gazâlî; ilimleri tasnif ederken, fıkıh ilmini dünyevî ilimler içerisinde mütalâa eder. Zira fıkıh, bir ibâdetin veya muamelenin dînî kurallara zâhirdeki uygunluğunu tayin eder. Yoksa o ibâdetin Allah indinde kabul edilip edilmediğini bilemez. O, yalnızca Allâh’ın bileceği bir husustur.

Demek ki, yapmakta olduğumuz ibâdetlerin asıl gayesi; Allah ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in istediği gibi makbul bir kul, yani iyi ve ahlâklı bir insan olmaktır.

Din ahlâklı olmayı gerektirir. Ancak dindar olmak, yani ibâdetleri şeklen yapmak, zorunlu olarak insanı ahlâklı kılmaz. Başka bir ifadeyle; ibâdet ediyor olmak ahlâklı olmayı gerektirir, ama her ibâdet edenin ahlâklı olduğu söylenemez. Kişi, namazını kılıp orucunu tuttuğu ve hacca gittiği hâlde ahlâktan yoksun olabilir.

Müslümanlar olarak çocuklarımıza din eğitimi vermeyi -gayet tabiî olarak- önemsiyoruz. Ancak ahlâkı çoğu zaman geri plâna atıyoruz. Peş peşe gelen bu iki cümlede tenâkuz görüp itiraz ettiğinizi, isyan edercesine bir üslûpla şu cümleleri sıraladığınızı duyar gibiyim şu an:

Din ve ahlâk ayrı değildir. Dînimiz zaten güzel ahlâkı emreder. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Biz de çocuklarımıza din eğitimi verirken; onların Allâh’ını, peygamberini, kitabını tanımakla vatanını, milletini seven, ana-babasına mutî, başkalarının haklarına saygılı, insanlara medenîce davranan, yardımsever ruhlu vb. kimseler olmasını hedefliyoruz. Yani onlara din eğitimi verişimizin sebebi, ahlâklı olmalarını sağlamaktır.

Evet, aziz okuyucularım; ileri sürdüğünüz bu itirazların hepsi yerinde görünüyor. Ne var ki, bir şeyin adı olmayınca çoğu zaman kendisi de olmuyor. Dış dünyada adı bilinmeyen veya isimlendirilmeyen bir varlık var mıdır? Elbette vardır, ancak henüz o varlık insan tarafından bilinmeyip keşfedilmeyi bekliyordur. Ancak insan tarafından biliniyorsa mutlaka ona bir ad da verilmiştir. Çünkü varlık dediğimiz şey; zaten biz insanların bildiği, ismini verdiği şeylerden ibarettir. Bizim bilip adını vermediğimiz varlıklar, henüz haberdar olmadığımız meçhul şeylerdir. O meçhul şeyler, bir gün malûmumuz olduğunda adları da olacaktır. Zaten bir şeyin malûm olması, adının olması veya ona ad verilmesidir. Bir zihin ne kadar çok şey biliyorsa, o zihnin sahibi o nisbette çok varlık tanıyor demektir. Çünkü zihindeki her bilgi iç veya dış dünyadaki bir varlığa tekabül eder. Âlimi cahilden farklı kılan nokta da burasıdır. Âlim, zihnindeki bilgilerin (isimler), dolayısıyla onların tekabül ettiği varlıkların çok oluşu sebebiyle varlık âlemini daha geniş perspektiften tanıyan kimsedir.

Demek ki isimler boş değildir. Çünkü onların her biri bir varlığı gösterir. Siz o ismi kaldırırsanız onun ifade ettiği varlığı da kaldırmış olursunuz. Durum böyle olunca -dînin altında mündemiç olsa bile- ahlâka ayrıca vurgu yapmadıkça ahlâkın kendisi de geri plânda kalır. Bu durumda din eğitimi basmakalıp bilgilerden ve birtakım ibâdetlerin şeklî olarak öğrenilmesinden ibaret zannedilir, neticede -hafizanallah- ahlâksız dindarlar türer. Namaz kılar, oruç tutar, hacceder, ama rahatlıkla yalan söyleyebilir, iftiraya başvurabilir, hile ve sahtekârlık yapabilir, riyâkâr olabilir, kendi mezhebi ve meşrebinde olanları kayırabilir, hattâ bütün müslümanların kardeş olduğunu unutup -maâzallah- onları dalâlette, kendi meşrebindekileri ise fırka-i nâciye olarak görüp öyle davranabilir.

Dünyaya bir şey vermeden önce kendimizin bir şeylere sahip olmamız gerektiği ortadadır. Müslüman kimliği ile ortaya çıktığımıza göre, ilk sahip olmamız gerekenin ahlâk olduğu ise âşikârdır. Hattâ -merhum Seyyid Kutub’un dediği gibi-; ilim, fen, teknik, silâhlanma vb. hususlarda dünya ile yarışabilecek durumda olmadığımıza göre, bizim bugün dünyaya verebileceğimiz yegâne değer, güzel ahlâk ve örnek davranışlar sahasında olacaktır.

Öğretmen-öğrenci, ebeveyn-çocuk vb. bir ilişki söz konusu olmaksızın; birine âdab konusunda tavsiyelerde bulunmak, meselâ âdab kitabı hediye etmek, kültürümüzde ayıp karşılanır ve edepsizlik olarak telâkki edilir. Çünkü bu, muhataba; «Senin âdab-erkân öğrenmeye ihtiyacın var.» demek gibidir. Bu yazımı ahlâk konusuna ayırmış olmamın böyle bir intibâ verebileceğinin farkındayım. Ancak gerçekleri görmezden gelerek boş avuntularla oyalanmak, problemleri -çözmek bir tarafa- daha da derinleştirir. Müslümanların ahlâkî zaaflarının olmadığını söylüyorsanız diyecek sözüm yok. Ancak olup bitenler hiç de öyle olduğunu söylemiyor.

Şahsen ben, özellikle 17 Aralık’tan beri;

“Ben ne kadar ahlâklı bir insanım?” sorusunu kendime defalarca sormuşumdur. Çok mu karamsarım bilmiyorum ama, bana göre bugün siyasetten medyaya, sivil toplum kuruluşlarından cemaatlere kadar her sahada bulunan müslümanların, bu soruyu kendilerine sorması ve ciddî bir nefis muhasebesi yapmaları gerekiyor. Size göre de öyle değil mi?..