O’NUN RAHLESİNDE…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Âh ibret!

Sen mi söylersin, hikmet mi?

İnsanoğlu, zaman zaman çıkmaz sokaklara saplanıyor ve geceli gündüzlü arayıp duruyor. Girdaplar ortasında boğuldukça boğuluyor. Çaresizlikler içinde çırpındıkça çırpınıyor. Bulamadığı hâlde yine körkütük bir hırsla ve yine yanlış yerlerde aramaya devam ediyor.

Oysa;

Gerçek hidâyet ve îman, ancak;

O’nun rahlesinde.

Rahmet ve şefkat;

O’nun rahlesinde.

Af ve merhamet;

O’nun rahlesinde.

Bütün dertlere çare, her probleme en doğru çözümler;

O’nun rahlesinde.

Adâlet ve hak;

O’nun rahlesinde.

Hakikat ve hakkı tutup kaldırmak;

O’nun rahlesinde.

İnsanlığın dünya ve âhirette kurtuluşu ve selâmeti;

O’nun rahlesinde.

Sonsuz mükâfata ve cennete mazhariyet;

O’nun rahlesinde.

Bütün tarihler şahit:

İnsanlık o rahleye oturmadan evvel, zulmün en acı girdapları arasında can çekişiyordu.

O rahlede eğitilmeden önce;

Babalar kızlarını diri diri gömüyorlardı.

O rahleden evvel;

Beşeriyet, her türlü kötülüğün pençesinde helâk oluyordu.

En yakıcı cehennemlere yuvarlanıyordu.

Mâmûre-i dünya, buhranlar içindeydi.

Beşer; yırtıcılıkta, sırtlanları geçmişti.

Güçsüz insanı, herkesten önce kardeşleri yiyordu.

Yeryüzünün her tarafına kargaşa ve anarşi hâkimdi.

Doğuyu parçalayan bugünkü dağılmışlık, âdeta salgın bir hâldeydi.

Kanlı ayaklar başlarda geziyordu.

Aczin de bütün hakkı ezilmekti.

Hâsılı;

İnsanlık toptan helâk olmak üzereydi.

Gittikçe cennetten uzaklaşıyor ve kavurucu azaplara mahkûm oluyordu. yuvarlanıyordu.

Nihayet;

Hazret-i Allah, merhamet etti.

“(Ey Rasûlüm!) Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik!” mührü ile O’nu insanlığa üsve-i hasene eyledi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel yaptı.” (Câmiu’s-Sağîr, I, 12) buyurarak vazifesine başladı.

İnsanlığa şeref tâcı olacak olan bu yüce terbiye rahlesinin başına topladı herkesi.

O rahle başında gönülleri de, akılları da, küçükleri de büyükleri de emsalsiz bir şekilde eğitti, eğitti, eğitti.

O’nun rahlesinde;

Samimiyet timsâli gönüller Ebûbekir oldu.

Sordular:

‒Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mîrâca çıkıp geldiğini söylüyor, buna da mı inanacaksın?

Dedi ki:

‒O söylüyorsa doğrudur!

Bunu O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“‒Ey Ebûbekir, sen sıddîksın!” diye tebcil buyurdu.

Yine buyurdu:

‒Bütün kapılar kapansın, yalnız Ebûbekir’in kapısı açık kalsın.

O’nun rahlesinde;

Bir zamanlar kızını gömmüş olan Ömer, adâlet ve muhabbetin kandili oldu.

Sordular:

‒Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ne kadar seviyorsun?

Dedi ki:

‒Canım dâhil her şeyden daha çok.

Hazret-i Peygamber buyurdu:

‒İşte muhabbet bu!

Yine buyurdu:

‒Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu.

O’nun rahlesinde;

Nicesi edep timsâli ve Kur’ân âşığı bir Osman oldu.

Sordular:

‒Peygamber, Hudeybiye’den geri dönecek. Sen Mekke’desin, tavaf etmek ister misin?

Dedi ki:

‒O’nsuz tavaf mı? Asla!

Hazret-i Osman’ın bu bağlılığı karşısında o sırada ashâbından bey’at almakta olan Hazret-i Peygamber, bir elini diğer elinin üstüne koyarak buyurdu:

‒Bu da Osman’ın bey’atidir.

Yine buyurdu:

‒Bir kızım daha olsa, onu da Osman’a verirdim.

O’nun rahlesinde;

Küçük yaştan itibaren etrafında pervâne olanlar, Ali oldu.

Sordular:

‒Ey Ali, tam öldüreceğin hâlde düşmanını niçin bıraktın?

Dedi ki:

‒Yüzüme tükürdü, nefsim araya girmesin diye böyle yaptım.

Hazret-i Ali’nin bu gerçek yiğitliğine ve olgunluğuna binâen Hazret-i Peygamber buyurdu:

‒Allâh’ın kılıcı!..

Yine buyurdu:

‒Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.

O’nun rahlesinde;

Gerçek talebe olmayı bilenler, o asırdan bugünlere kadar nice destanlar yazdılar.

İlim dersini okuyanlar, sayısız kütüphaneler meydana getirdi, yerden göğe her çeşit ilimde çığır açan buluşlar ve ilerlemeler kaydetti.

Gönül dersini okuyanlar, dünyanın her yerine hidâyet meltemleri estirdi; ruhları îmanla kurtuluş iklimine müyesser etti.

Fetih dersini okuyanlar; kıtaları fethetti, denizleri fethetti, Endülüs’ü fethetti, Anadolu’yu, Balkanlar’ı, İstanbul’u fethetti.

Hakikat dersini okuyanlar; kalplerin dergâhı olan Yûnuslar, Mevlânâlar, Hüdâyîler oldu.

Yani;

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab! Bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret! (M. Âkif)

Evet;

Cihanlar O’na medyun.

O’nun teşrifiyle dünyada oluşan ne kadar güzellik ve fazîlet varsa, ancak;

O’nun rahle-i tedrîsine medyun.

O’nun rahlesi ki;

Dünyevî ve uhrevî en yüce bilgilerin ve en yüce yaşayışın harman yeri.

İnsanı ahsen-i takvîm edecek yegâne sır olan takvâ hayatının eğitim rahlesi.

O rahlede;

Kur’ân ve sünnet terbiyesi hâkim.

Tabiî hep ihlâs ve takvâ ölçüsüyle.

Çünkü O’nun rahlesinde;

“Siz;

◆Allâh’a karşı,

◆Saygılı olun, sakının (takvâ üzere yaşayın)!

(Bilin ki;)

◆Allah,

◆(Bilmediğinizi) size öğretir!” (el-Bakara, 282) âyeti temel düstur idi.

Yani takvâ, merkezde idi.

Çünkü;

En çözümsüz meseleler hususunda da yegâne çare, yine takvâ idi.

Çünkü;

İnsanda iyilik ve kötülüğü ayırt etme basîret ve anlayışını Hazret-i Allah, ancak takvâya sarılanlara ihsan ediyor. İşte beyân-ı ilâhî:

“Ey îmân edenler!

◆Eğer Allâh’a karşı,

◆Saygılı olur ve sakınırsanız (takvâlı olursanız),

O, size;

‒İyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir.

‒Kötülüklerinizi örter,

‒Sizi bağışlar.

Allah, büyük lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)

İnsan hayatında en mühim ölçü, iyiyi ve kötüyü ayırt etmek. Zira hayatı huzur içinde yaşayabilmek ancak buna bağlı. Bunun anlayış ve basîreti de elbette takvâ ile mümkün. Kim ona sahipse, her şey kolay. Değilse, yani takvâsı olmadığı için iyilik ve kötülük bahsinde basîret ve anlayışı da olmayan kimseler; bakışları, fikirleri ve inançları itibarıyla daima karmakarışık bir ayarsızlık içindedir. Onlar; iyiyi kötü, kötüyü de iyi zannetme basîretsizliğinin zebûnu olarak yaşarlar. Onların hâlini Cenâb-ı Hak şöyle beyan buyuruyor:

“… Olur ki;

‒Bir şeyi,

‒Sevmezsiniz, ama;

‒O (şey), sizin için daha hayırlıdır…

Yine olur ki;

‒Bir şeyi de,

‒Seversiniz, ama;

‒O (şey,) sizin için şerden ibarettir…

(Unutmayın ki, ancak);

◆Allah bilir,

◆Siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Dolayısıyla;

Hayr ile şerrin ayırt edilmesi hususunda şifre, takvâya sarılarak Hazret-i Peygamber’in rahlesine oturmak ve O’na itaat etmek. O zaman netice, büyük kurtuluşa ve ebedî mükâfatlara çıkıyor.

İşte âyet-i kerimeler:

“(Ey mü’minler!);

◆Allâh’a ve

◆Rasûlü’ne itaat edin ki;

◆Rahmete kavuşturulasınız.” (Âl-i İmrân, 132)

“Kim;

◆Allâh’a ve

◆Peygamberi’ne

◆İtaat ederse,

Allah, onu;

◆Zemininden ırmaklar akan

◆Cennetlere koyacaktır;

(Cennete nâil olanlar);

◆Orada;

◆Devamlı kalıcıdırlar…

İşte bu;

◆Büyük kurtuluş!” (en-Nisâ, 13)

“Kimler;

◆Allâh’a ve

◆Rasûl’e itaat ederse,

İşte onlar;

‒Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu,

‒Peygamberler,

‒Sıddîklar,

‒Şehidler ve

‒Sâlih kişilerle beraberdir.

Bunlar;

‒Ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69)

Sonsuz nasipler, hep O’nun rahlesinde.

Bunun için;

“Kim;

◆Rasûl’e itaat ederse,

◆Allâh’a itaat etmiş olur.

Kim de;

◆Yüz çevirirse, (bilsin ki),

Sen’i;

◆Onların başına

◆Bekçi göndermedik!” (en-Nisâ, 80)

Her beşer, kendisi için bilmeli ki;

İnsanlık hüviyeti, ancak O’nun rahlesinde.

O, hiç kimseye muhtaç değil, herkes O’na muhtaç.

Çünkü o rahlede;

Ebediyet dersleri okutuluyor. Orada öğretilen temel düsturları, öğretendeki ve öğrenendeki hasletler etrafında bizzat Allah açıklıyor:

“Onlar ki;

‒Kendilerine iyiliği emreden,

‒Onları kötülükten sakındıran,

‒Onlara temiz şeyleri helâl kılan,

‒Onlara pis şeyleri de haram kılan,

‒Ağırlıklarını ve

‒Üzerlerindeki zincirleri de indiren,

‒Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de de (ismini ve sıfatlarını) yazılı buldukları,

◆O Ümmî Peygamber’e,

◆O Rasûl’e,

◆İtaat eden kimseler…

Onlar ki;

‒O’na îmân ettiler,

‒O’na saygı gösterdiler,

‒O’na yardım ettiler ve

‒O’nunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) tâbî oldular.

İşte onlar;

Kurtuluşa erenlerin ta kendileri!..” (el-A’râf, 157)

İki dünyada da kurtuluşun şartı, O’nun rahlesinde O’na hakkıyla itaat.

Ancak;

Bunun da, tabiî ki, belli şartları ve tâlimatları var:

“(Ey mü’minler!)

‒Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin!

‒Birbirinizle çekişmeyin!

Sonra;

◆Korkuya kapılırsınız,

◆Gücünüz ve devletiniz elden gider.

‒Sabırlı olun!

Çünkü;

Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfâl, 46)

Ayrıca;

“(Ey îmân edenler!)

◆Aralarında hüküm vermesi için,

◆Allâh’a ve Rasûlü’ne

◆Davet edildiklerinde;

◆Mü’minlerin sözü,

◆Ancak şöyle demeleridir:

‒İşittik ve

‒İtaat ettik!

İşte;

Asıl bunlar, kurtuluşa erenlerdir.” (en-Nûr, 51)

Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus şu:

“(Ey îmân edenler!)

◆Allah ve Rasûlü,

◆Bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman,

‒Hiçbir mü’min erkek ve

‒Hiçbir mü’min kadın için,

‒Kendi işleri hususunda

‒Tercih kullanma hakları yoktur!

Kim;

◆Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse,

◆O; hiç şüphesiz ki,

◆Apaçık bir şekilde sapmıştır.” (el-Ahzâb, 36)

Yani;

O’nun rahlesinde O ne dediyse ta gönülden benimsemek ve uygulamak, ilâhî bir şart. O’nun rahlesinde çünkü hüküm de O’nun. Buna zıt bir şekilde başka fikirler, başka düşünceler, çareler, çözümler vesaire hepsi «ebter»dir. O’nun hükmünden başka bir tercih; ne kadar yaldızlı görünse de karanlıktır, bâtıldır, boştur, yok misali değersizdir. Bu itibarla başka yollara uyanların hâli, ebedî azaptır. Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Ey îmân edenler!)

◆Kendisine,

◆Hidâyet (doğru yol),

◆Besbelli olduktan sonra;

Kim;

‒Peygamber’e karşı çıkar ve

‒Mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa,

Onu;

‒Yöneldiği yolda bırakırız ve

‒Cehenneme sokarız.

Orası;

‒Ne kötü bir varış yeridir.” (en-Nisâ, 115)

Hakikaten;

O’nun rahlesinden koparak Sâlebe gibi başka yollara sapanlar, cehenneme yuvarlanmışlardır. Buna mukabil başka yollardan Fedâle gibi O’nun rahlesine koşanlar da, ebedî kurtuluşa ermişlerdir.

Mekke fethi sonrası Fedâle isimli bir Mekkeli, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onun niyetini mânen bilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip, şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fedâle’ye;

“–Sen Fedâle misin?” diye sordu.

“–Evet!” dedi.

Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn;

“–Ey Fedâle! Zihninde kur­duğun şeyden tevbe ve istiğfâr et!” buyurdu ve mübârek ellerini onun göğsüne koydu.

Böylece;

Daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi kaybolan Fedâle’nin kalbi yumuşadı, îman nûru ile doldu ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda kendisinin nazarında yaratılanların en sevgilisi hâline geldi. (İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)

Yani;

O’nun rahlesinde;

Dikenler, güle dönüştü.

O’nun rahlesinde;

İnsanlık kendini buldu.

O’nun rahlesinde;

Babalar, babalığı; anneler, anneliği öğrendi. Çocuklar çok müstesnâ yetişti. Dünyanın en muhteşem asrı yaşandı.

O’nun rahlesinde;

•Gizli ve âşikâr her hâlükârda Allah korkusu yüreklerde kök saldı.

•İradeler; memnuniyet ve öfke, her iki durumda da adâlet üzre oldu.

•Fakirlik ve zenginlikte de muktesit ve mûtedil yaşandı.

•Akrabalar alâka kesse de onlarla irtibat koparılmadı.

•Kendisini mahrum edene ihsanda bulunuldu.

•Kendisine zulmedeni affetmek şiar oldu.

•Sükûtlar tefekküre dönüştü.

•Konuşmalar zikir olarak gerçekleşti.

•Bakışlar ibret oldu.

O’nun rahlesinde;

Kılıcın üzerine şu ibâreler yazıldı:

•Sana zulmedeni affet!

•Seninle ilgilenmeyen akrabana yardım et!

•Sana kötülük yapana iyilikle mukabele eyle!

•Aleyhine de olsa doğruyu söyle!

O’nun rahlesinde;

Kalemler, daima kılıçtan önde oldu ve daima elif yazdı ve elif misali dosdoğru oldu.

Her daim;

O’nun rahlesinde;

Yüzler tertemiz oldu. Gözler, ebediyet nûru ile doldu.

Îmanlar zinde, ahlâk kuvvetli oldu.

Şahsiyette güzellik, heybet, nezâket ve şecâat bir arada gerçekleşti.

İradeler, müthiş bir azmin sembolü oldu.

Edep, en zirve ölçüleri sergiledi.

İslâm’ın her emri; muazzam bir gönül derinliği, ruh heyecanı ve aşk-ı hakikî ile yaşandı.

O’nun rahlesinde;

Sözler doğruluk ve selâsetle yoğruldu. Lisanlar, ulvî incelik ve talâkatle bülbülleşti. Kelime ve beyanlar, yüce kelâmın bahçesinde yeşermiş nâdîde güller misali fesâhat ve belâgat nümûneleri meydana getirdi.

O’nun rahlesinde;

Boş sözler yer bulamadı. Dedikodu ve boş konuşmalar, her zaman devre dışı kaldı.

O’nun rahlesinde;

Yumuşaklık ve tevâzu el ele insanlığı yüceltti. Çehreler tebessümle gülistan hâline geldi. Sîmâlar, kahkahanın çirkinliği ve kasvetine mağlûp olmadı.

O’nun rahlesinde;

Görenleri kuşatan bir mehâbet bina edildi. Ülfet ve sohbet huzuru inşa edildi. Kalpleri fethedici bir fazîletler medeniyeti tesis edildi.

O’nun rahlesinde;

Herkesin kıymetine göre hürmet ve ihtiram tâc oldu. Yakınlara, akrabaya izzet ve ikram sirâc oldu. Ev halkına, dostlara ve herkese güzel muamele, ilâç oldu.

Hizmet erbabı hoş tutuldu.

Giydiğinden giymek, yediğinden yemek, şükür ölçüsü oldu.

Cömertlik, kerem, şefkat ve merhamet, vazgeçilmez hasletlerin başında yer aldı.

Yerine göre cesaret âbidesi, yerine göre halîm olundu.

O’nun rahlesinde;

Mukavele ve vaatler çiğnenmedi. Verilen sözler, sadakatin en sağlam elleriyle tutuldu. Terbiye gören akıl, zekâ ve gönüller; îman ve hikmet nûruyla diğer insanlardan daha üstün oldu.

Her türlü övgüye lâyık hâle gelindi.

O’nun rahlesinde;

Endamlar sade, sîretler mükemmel, yaşayış ve gayretler mübârek oldu.

Her gün mânâlı bir hüzün hâli yüreklerin ve idraklerin şuuruydu. Tefekkür, aralıksız bir şekilde devam ediyordu. Gerekmedikçe konuşulmadı. Suskunluk hâli, daha uzundu. Söze başlandığında yarım bırakılmadı. Derya misali mânâlar, sadece bir damlada fâş oldu.

O’nun rahlesinde;

Öfke yoktu. Nefsâniyet yoktu. Gaflet yoktu. Tembellik yoktu. Kardeşi kırmak ve müslümana ezâ vermek yoktu. Gazap, kendisine yer bulamadı. Ancak hakkın çiğnendiği durumlar müstesnaydı. Eğer bir hak çiğnenirse, o zaman adâlet damarları şişti, hak yerine gelinceye kadar inmedi.

O’nun rahlesinde;

Münakaşa değil, mütalâa vardı. Aykırılık değil, farklılık vardı. Tüketici bir itiraz değil, üretici bir teslîmiyet vardı.

O’nun rahlesinde;

Zaman en güzel şekilde kullanıldı. İbâdetin, ailenin ve kendinin hakkına göre üçe taksim edildi. Herkeste her hakka riâyet edildi. Kimse mahrum bırakılmadı.

O’nun rahlesinde;

Herkesin ihtiyacı görüldü. Garip ve fakirler, özellikle gözetildi. İmkân yoksa, güzel sözlerle onların gönülleri alındı. Dertlere ortak olundu.

O’nun rahlesinde;

Herkes eşitti. Zengin-fakir, hükümdar-köle, insan olmak bakımından müsâvî idi.

O’nun rahlesinde;

Hayâ ve edep bilhassa tahsil edildi. Sabır ve tevekkül, mutlak bir dersti. Emânet ve vefâ ilmi, her zaman illâ öğretildi.

Kimse, şahsî noksanlık ve kusurlarından ötürü ayıplanmadı. İkaz gerektiren davranışlarda; muhatap rencide edilmeden, çok mâhirâne bir nezâketle hareket edildi. Kimse kimsenin özel kusurlarını ve ayıplarını araştırmadı, onlarla meşgul olmadı. Ancak dîne karşı işlenen kusur ve suçlar, mutlaka bertaraf edildi.

O’nun rahlesinde;

Yapılan sohbetler, bambaşka oldu. Vecd ve istiğrak hâli, herkesi kuşattı. Başlarına kuş konsa bile saatlerce olduğu yerde kalabilirdi.

Gereksiz ve münasebetsiz sualler sorulmadı.

Derûnî bilgiler ve hikmetler konuşuldu.

O’nun rahlesinde;

En olağanüstü durumlarda bile telâş ve kargaşa yoktu. Sükûnet ve vakar vardı. Uygunsuz hareket yoktu. Noksansız bir tenâsüp vardı. Yüreklerde, Allah’tan başkasına karşı korku ve dehşet hissi yoktu. Takvâ ve Allah korkusu vardı.

Hâsılı;

Böylesine muhteşem bir eğitim ve başarının gerçekleştiği O’nun rahlesinde, O’na îmân eden herkes, birer âşık talebeydi. Melekler talebeydi. Yerler ve gökler talebeydi. Zaman ve mekân talebeydi.

Yani;

O’nu tanıyan herkes,

O’nun rahlesine can attı.

Şimdi;

Şu çalkantılı mevsimlerde bütün ümmete düşen vazife;

Yine O’nun rahlesi!

Hep beraber;

Eûzü besmele ile;

Hamdele ve salvele ile;

Hazret-i Ebûbekir gibi, Hazret-i Ömer gibi, Hazret-i Osman gibi, Hazret-i Ali gibi…

Buyurun!

Çünkü;

En onulmaz dertlere çare;

O’nun rahlesinde…