ÇINARLAR KUCAKLAŞINCA

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Şubenin bahçesinde oturuyordu. Kulağı elindeki telsizde idi.

Bu güzel bahar gününe, diğerlerinden çok farklı bir olayla besmele çekmişti… Şahit olduğu manzaranın tesirinden hâlâ çıkamamıştı…

Sabah namazını kıldıktan sonra işe gitmek üzere arabasına bindi. Tesbih elinde zikre dalmış gitmekteydi.

Bir anda dikiz aynasında hızla gelen aracı fark etti. Ânî bir refleksle aracını sağ şeride kaydırdı. İlk başta fena hâlde sinirlendiyse de sonra;

“Herhâlde hastası var, yoksa sabahın şu saatinde bu hız…” derken sol tarafında müthiş bir gürültü ile bir başka araç bariyerlere çarptı. Hemen aracını kenara çekti, kazaya şahit olan diğer araçlar da devreye girerek kaza mahallini güvenli hâle getirmeye çalıştılar.

Komiser Ârif, ilk müdahale için kaza yapan aracın yanına koştu. Aracın içinde iki genç vardı. Hemen kapıları açmaya çalıştılar. Araç akordiyona dönmüştü. Gençleri çıkarmak için arka kapıları zorladıklarında karşılaştıkları manzara tamamen ibretlikti.

20’li yaşlarda iki gencin bindiği araç, bira şişeleri ile dolu idi. Kapılar açıldığında etrafa yayılan keskin bira kokusu, civardaki herkesin niyetini tekrar yoklamasına sebep oldu. Bazılarının acıma duygusuna iğrenme de eklenmişti;

“Vay utanmazlar! Demek sabaha kadar demlenmişler ha! Hâle bak!” gibi ifadelerle ortamın havasını değiştirdiler.

Ârif, vazifesinin de getirdiği sorumluluk bilinciyle hiç istifini bozmadı. Hemen ekip arkadaşlarını aradı, bir de ambulâns istedi. Gençleri yolun kenarına itina ile yatırdı. Üzerlerindeki sigarayla karışık içki kokusundan yanlarına yaklaşılmıyordu.

Ârif; bir yandan polis arkadaşlarına bilgi veriyor, bir yandan da ambulânsın gelişini kolluyordu. Bu arada kaza yapan aracı incelemeye başladı. İçi hep bira ve içki şişesi doluydu. Arka ve ön koltuklardaki battaniyelere bakılırsa bir yerde sabahladıklarını ve yalnız olmadıklarını tahmin etmek hiç de zor değildi. Gençlerin yüzüne tekrar baktı. İkisinin eli yüzü ne kadar da düzgündü. Kıyafetleri, hiç de öyle ayyaşlar gibi değildi;

“Aman evlâtlarım ne olur bu hâl üzere ölmeyin!” diye geçirdi gönlünden. Ambulâns gelmişti. Yaralıları ambulânsa bindirirken iki gencin ailesi olay yerine yetişti. Aileleri görünce Komiser Ârif’in üzüntüsü bir kat daha arttı.

Çünkü iki gencin de ailesinin giyim-kuşam, hâl ve tavırları ne kadar dindar olduklarını gösteriyordu; ama gel gör ki iki aile de çocuklarına yetememişlerdi. Bu iki genç, şeytanın pençesinde can çekişiyorlardı…

Komiser Ârif, ekip arkadaşlarının gelmesi ile müsaade alarak iş yerine geçti. Yoğun mesai ikindi saatlerine kadar devam etti. Geçen hafta arkadaşının yerine fazla nöbet tuttuğu için bugünkü mesaisi erken bitecekti. Şubenin bahçesinde bir banka oturdu. Sabahki manzara gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. Polis olduğu için hayatı hep böyle manzaralar içerisinde geçmişti. Kendini asanlar, bir kavga uğruna can verenler, kör kurşuna gidenler… Ama her biri, onu vazifesine daha çok bağlıyordu.

“Ben bu olayların azalması için daha çok çalışmalıyım!” diyordu her defasında. Lâkin bugün… Bugün çok farklı idi. İlk defa kendini bu kadar yetersiz ve âciz görmüştü. Keşke bu acı sahnelerin öncesine gidebilse idi. Keşke engel olabilse idi. “Aman oğlum, yavrum, yapmayın! Akıllı olun!” diyebilse idi. Vazife icabı, hep bu acı sahneler vukû bulduktan sonra orada olabiliyordu… Âcizlik, çok ağırına gitmişti. Bunun bir çözümü olmalıydı…

Telsizi eline aldı. Sabah kaza yapan gençler hakkında bilgi almak istediğini söyledi. Çok geçmeden acı haber kendisine ulaştı. İki genç, beyin kanaması geçirmiş ve aldıkları yüksek alkolün etkisiyle vücutları daha fazla direnç gösterememişti. İki genç, hastahânenin morguna kaldırılmıştı.

Başını ellerinin arasına aldı: “İnnâ lillâh…”

Bir müddet öylece kaldı. Çalan cep telefonu, onu derin tefekküründen alıkoydu. Arayan, mahalle camisinin genç müezzini idi.

–Selâmün aleyküm Ârif Ağabey! Nasılsın?

–Aleyküm selâm Ramazan Hâfız, sen nasılsın?

–“İyiyim” demedin ağabey! Hayırdır?

–Hayır olur inşâallah. Duâ et!

–İnşâallah ağabey! İşiniz zor! Allah yardımcınız olsun! Müsait misin?

–Ne demek Hâfız, emrindeyim.

–Estağfirullah Ağabey. Hâfızlık hocam ziyaretime geldi. Gelmişken uğramak istediği bir ahbabı varmış da acaba müsait misiniz? Bizi götürebilir misiniz?

–Ne demek Hâfız? Şeref olur bizim için. Mesaim bugün erken bitti. İnşâallah 15-20 dakikaya orada olurum.

–Allah râzı olsun Ağabey. Tamam, biz caminin bahçesinde olacağız.

–Senden de Allah râzı olsun hocam.

Ârif Komiser, bu yeni müezzini çok sevmişti. Garip bir köy çocuğuydu; ama kendisini iyi yetiştirmişti. Edebi, sesi fevkalâde güzeldi. “Yetiştiren iyi yetiştirmiş. Mâşâallah!” derdi.

Bu güzel hâfızın hocası ile tanışacak olması, onu bir hayli heyecanlandırmıştı. Nedense bir an önce oraya varmak için can atıyordu. Nihayet caminin bahçesinde buluştular. Hâfız Ramazan;

–Ârif Ağabey! Hâfızlık hocam Hayreddin Hoca!

Komiser Ârif:

–Hocam şeref bulduk, Allah râzı olsun. Sizinle tanışmayı çok arzu ediyordum. Bu güzel hâfızı yetiştiren şahsın ellerini öpmeyi çok istiyordum. Nasip bugüne imiş. Müsaade edin hocam…

–Estağfirullah evlât. Biz sizin ellerinizi öperiz. Bizler de sizin sayenizde, huzurla yaptık hizmetlerimizi. Sizin uyanık olduğunuz bilinci ile derinleşti uykularımız ve gayret enerjisi oldu. Allah sizden râzı olsun.

–Buyurun hocam, şöyle geçin. Nereye gidiyoruz Hâfız?

–Ağabey tarif edeyim, şu karşı yoldan devam edelim…

Gidilecek yere vardıklarında, kapıyı aynı Hayreddin Hoca gibi bembeyaz sakallı, nur yüzlü bir hoca açtı. Kapıyı açan hoca büyük bir şevkle;

–Ooo Hayreddin Hocam, bu ne büyük şeref! Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz. Buyurun hocam buyurun.

–Hoş, safâ bulduk Eymen Hocam. Nasılsınız?

–Elhamdülillâh. Sizleri gördük daha iyi olduk…

Bu iki dostun kucaklaşması, Ârif ve Ramazan’ı çok duygulandırdı. Biri yıllarını talebe yetiştirmeye adamış bir Kur’ân aşığı, diğeri yine kendini ilme ve sanata adamış bir hattat…

Sanki koskoca iki çınar ayaklandı da birbirine sarıldı. Onların o tertemiz yüzleri, tatlı tatlı tebessüm edişleri, hayranlık uyandırıyordu. Sanki tüm sesler yok olmuştu da sadece bu iki güzel insanın tatlı terennümleri kaplamıştı etrafı. Uzaktan bakan; bu insanların hiçbir derdi yok sanırdı. Ama görebilen gözler için; sırf gözlerindeki kat kat olmuş o perdelerden, çekilen dertleri görmek o kadar da zor değildi.

Hocaların o eşsiz sohbeti almış götürmüştü Komiser Ârif’i.

Konuşmaları esnasında Hayreddin Hoca;

“–Artık bizim bir ayağımız çukurda, gözlerimiz öbür tarafta! Bizden bu kadar…” deyince Komiser Ârif söz aldı:

–Hocalarım! Sözlerinizi balla kesiyorum. İstirham ediyorum, aman öyle demeyiniz. Emin olun asıl size şimdi o kadar çok ihtiyaç var ki. Sabah başımdan bir hâdise geçti. İzniniz olursa anlatmak isterim.

–Estağfirullah, buyurun.

Komiser Ârif, sabahki kazayı anlattı. Herkes sessiz bir hüzünle dinledi. Ârif sözlerini mevzuya bağladı:

–Hocalarım! Sabahtan beri bir düşünce gönlümü kemirmekte. Biz polis olduğumuz için, bu ve benzeri acı manzaralara hep yakından şahit oluyoruz, müdahale ediyoruz. Ama biz ne kadar hızlı olursak olalım, bu hâdiselerin evveline asla gidemiyoruz. Ama bugün benim gönül dünyam için milât oldu. Siz, Allâh’ın izni ile bu hâdiselerin çok öncelerine gidip önleyebiliyorsunuz. Bu iş, sadece anne babalar ile olmuyor. Bugün o kaza yapan gençlerin ailesini gördüğümde bu gerçeği bir kez daha anladım. İki aile de gayet bilinçli ve dindar görünüyorlardı; ama aynı rengi çocuklarına verememişlerdi.

Komiser Ârif, Ramazan’a dönerek:

–Meselâ Hâfız, senin aileni de gördüm, tanıdım. Onların ailesi ile senin ailen arasında görünüşte neredeyse fark yoktu. Sendeki bu başkalık…

–Estağfirullah ağabey. Bizim o bahsettiğiniz gençler ile aramızdaki tek fark, Allah kendisinden râzı olsun, Hayreddin Hocam’dır. Ailem beni kendisine emânet ettikten sonra,

«Hocam benim her şeyim oldu» desem eksik olmaz. Öyle zamanlar oldu ki aile içi istişârelerimizde bile babam;

“Oğlum bu mevzuyu önce hocanla istişâre edelim. O ne derse biz tâbîyiz.” derdi ve tâbî de olurdu. Hocam elimizden tutmasaydı, belki şimdi ben de o arkadaşlar gibi biri olurdum. Kesinlikle kınamıyorum; ama hocam benim için Allâh’ın çok büyük bir lutfu… Küçük yaştan itibaren böyle bir eğitime tâbî olmanın bereketini anlatmakla bitiremem…

Ârif söz aldı:

–İşte tam burada sizin gibi örnek şahsiyetlerin, aslında toplumda nasıl bir boşluğu doldurduğu gerçeği çıkıyor ortaya. Aman hocam, belki diyeceksiniz;

«Daha ne yapalım?» diye; ama başta size bu dünyada ne emeklilik ne de istirahat var… Hocam ben inanıyorum ki sizin bir nazarınızla hizâ alan yürekler, ömür boyu sürûr içerisinde yaşıyorlar. En ufak bir ilginiz, tohum olup yeşeriyor gönüllerde…

İşte ortada Hâfız Ramazanımız… Bugün vefat eden gençler de emin olun Hâfız’ın yaşlarında idiler…

–Haklısın Ârif Efendi. İnşâallah duâ et de imtihanımız kolay olsun. Yetişemediğimiz o kadar insan var ki…

–Yalnız ben karamsar değilim Hocam, kesinlikle. Siz ve yetiştirdiğiniz talebeler, teselsül bereketiyle milyonlara ulaşacak inşâallah. Siz, toplumu ayakta tutan sütunlar gibisiniz. Allah sayılarınızı artırsın. Allah sizden râzı olsun…

–Allah cümlemizden râzı olsun. Hocam hep derdi; «Emeklilik teneşirde evlât!» diye. Cenâb-ı Hak inşâallah şu ilmin hakkını verenlerden eylesin.

–Âmîn…