EY KALEM HAYÂ ETMEZ MİSİN?

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün mescide girdi.

İki ayrı halka vardı.

Gruplardan biri Kur’ân-ı Kerim okuyor ve Allah Teâlâ’ya duâ ediyordu.

Diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu.

Peygamberimiz hangisine katılacaktı?

Şöyle buyurdu:

“Bunların hepsi hayır üzeredirler.

Şunlar Kur’ân-ı Kerim okuyor ve Allah Teâlâ’ya duâ ediyorlar. Allah dilerse onlara (istediklerini) verir, dilerse vermez.

Şunlar da ilim öğrenip öğretiyorlar. Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim.”

Ve O En Mükemmel Muallim, ilimle meşgul olanların yanına oturdu. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Şüphesiz, tilâvet ve duâ da çok faydalı ibâdetler idi.

Fakat hidâyet mahrumları, mürşidler beklerken; dalâlet karanlıkları nur kandilleri beklerken; câhiliyye ehli, muallimler beklerken; talim ve terbiye, irşad ve hidâyet faaliyetleri daha öncelikliydi. Şahsî ibâdet için; tâlim ve terbiyenin zarurî bir tatile girdiği geceler, seherler gibi muayyen vakitler vardı.

Efendimiz bu aşk ve gayretle, nice Mus‘ablar, nice Muazlar yetiştirdi.

O’nun bu çok ehemmiyet verdiği sahaya, hain gözlerin dikilmesi gecikmedi.

Recî ve Bi’r-i Maûne fâciaları, Efendimiz’in eğitim hamlelerine karşı yapılmış saldırılardı. Peygamberimiz; bu hâdiselere, kendi evlât ve akrabalarının şehâdetinden daha fazla müteessir oldu. (Müslim, Mesâcid, 302)

Fakat bu acı hâdiselerde hayırlar gizliydi. Çünkü bu talebeler, şehid olurken bile müstesnâ muallimlerini en güzel şekilde temsil ettiler.

Cebbâr bin Sülmâ, Bi’r-i Maûne’den bir sahne anlatıyor:

“Müslümanlardan Âmir bin Füheyre beni İslâm’a davet etti. Ben ise ona mızrağımı sapladım! Mızrağımın göğsünü delip geçtiğini gördüm! O bu hâldeyken;

“–Vallâhi kazandım!” diyordu. Kendi kendime;

“–Neyi kazandı ki?!. (Kazanan ben değil miyim?) Ben onu öldürmüş değil miyim?!.” dedim.

Bu sırada cesedi semâya yükseldi ve gözden kayboldu. Şahit olduğum bu hâdise, müslüman olmama vesile oldu.” (İbn-i Hişâm, III, 187)

Bir incelik daha vardı. Bu talebeler, maruz kaldıkları hâdiselerde tek başlarına idiler. Üstadları olan Hazret-i Peygamber’in gözetimi yahut müslüman cemaatinin bakışları altında değildiler. Bu vaziyetteki mükemmel temsilleri, müşriklerde çok daha fazla müessir oldu.

Çünkü bir öğretmenin asıl maksadı; öğrencisinin aldığı eğitimle, kendi başına kaldığında problemlerle baş edebilmesidir.

Recî Vak‘asında saldırganlar tarafından Mekkelilere satılan Hubeyb ve Zeyd -radıyallâhu anhümâ- da bu mânâda en güzel temsil oldular.

Düşünürsek, hicret ne için olmuştu?

Müşriklerin artık Mekke’de müslümanlara, İslâm davetine tahammül etmemelerinden… Fakat hain bir tuzakla esir edilmiş, öldürülmek üzere Mekke’ye getirilmiş iki sahâbî, çok etkili bir şekilde yine İslâm’ı tebliğ ettiler.

Hubeyb’in esir tutulduğu evden bir hanım şöyle diyor:

“Allâh’a yemin ederim ki, ben hayatımda Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim. Vallâhi ben onu, zincire bağlı olduğu ve Mekke’de hiçbir meyvenin bulunmadığı bir gün taze üzüm yerken gördüm. Bu, Allâh’ın Hubeyb’e lutfettiği bir rızıktı. Hubeyb; Kur’ân okur, teheccüd namazı kılardı. Onun okuduğu Kur’ân’ı dinleyen kadınlar rikkate gelir, ağlarlardı. Ona;

«–Ey Hubeyb! Herhangi bir ihtiyacın var mı?» diye sormuştum.

«–Hayır! Bana tatlı su içirmenden, putlar adına kesilen hayvanların etlerini tattırmamandan, bir de öldürülmek istendiğim zamanı bana haber vermenden başka bir şeye ihtiyacım yok!» dedi.”

Metânet… Korkusuzluk… Helâl hassâsiyeti… Kanaatkârlık… Etkileyici, samimî bir kulluk… Düşmanının; «En hayırlı» vasfını elde eden şahsiyet…

Hazret-i Hubeyb’in o en müstesnâ muallimini temsili, şehid edilişi esnasında da sürdü:

Ona;

“–Hayatının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” sorusu soruldu. O mükemmel talebe, şöyle haykırdı:

“–Kendim, çoluk-çocuğumun arasında olup, Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun; benim ölümden kurtulmama karşılık, O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile asla gönlüm râzı olmaz.” dedi.

Bu cevap karşısında Ebû Süfyan;

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” demek mecburiyetinde kaldı. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa‘d, II, 56)

Şiir diliyle Hubeyb’i söyletelim:

Sen’in uğrunda can vermek, «deva»mdır yâ Rasûlâllah!..
Cefâ zannetmesin nâdan, «safa»mdır yâ Rasûlâllah!..

Sorar hâin; «Diler miydin Nebî’n olsaydı çarmıhta?»
Ne insafsız, ne gāfil bir meramdır yâ Rasûlâllah!..

Diken yaklaşmasın aslā, mübârek pâ-yi Mahmûd’a…
Canım kurban, fedâ olsun, «dua»mdır yâ Rasûlâllah!..

Bulunmaz böyle müstesnâ muhabbet harcı âlemde;
Delîlin halka ashâb-ı kiramdır yâ Rasûlâllah!

Bu dünyâdan göçerken; «Son bir arzun var mı?» der kâfir…
Küfür ehlinden arzum yok, «haram»dır yâ Rasûlâllah!..

Emânet etmek isterdim, fakat bir çehre yok mûnis!
Getirsin nurlu rüzgârlar, selâmdır yâ Rasûlâllah!..

Ölümden korku boş şeymiş, eğer îmânımız tamsa;
Sen’in sâyende îmânım tamamdır yâ Rasûlâllah!..

Henüz dünyâda cennetten, üzümler geldi salkımla…
Şehâdet şerbetim en tatlı câmdır yâ Rasûlâllah!..

Hubeyb’in sancağındır, dalgalansın kanlı çarmıhta;
Metânet en müessir bir kelâmdır yâ Rasûlâllah!..

Yiğitler saklıyor, Tâlî, şu sessiz toprağın bağrı;
Şehâdet en güzel, ahsen hitamdır yâ Rasûlâllah!.. (Tâlî)

Talebeler böyle olunca, Muallim-i Sekaleyn olan Fahr-i Âlem Efendimiz’in risâleti kısa zamanda kıtalara yayıldı.

O Muallim ki, ümmî idi. Fakat ne ümmî!

Rahmân iken muallimin, Ümmî kodun adın,
Sultân iken dü-kevne kabâçendürür abâ… (Şeyhî)

“Senin öğretmenin Allah Teâlâ iken, kendine ümmî dedin! İki âleme sultan olduğun hâlde, kaftanın bir abadan ibaretti.”

Şair Nazîm de O’na;

Ey ledün mektebinin Hâce-i ümmî-lakabı.

“Ey ancak Allah katından verilen ilmin okulunda, ümmî lakabıyla hocalık deruhte eden zât!” diye seslenmiştir.

Salih Baba, meselenin başlangıcını ezele kadar geri çeker ve O öğretmenin kitabının, yeryüzüne nâzil olmuş bütün ilâhî kitaplar olduğunu ifade eder:

Sen’in şânında geldi «kün» hitâbı,
Muallimsin, begim yüz dört kitâbı!

Cin ve Ahkāf Sûrelerinden öğreniyoruz ki, cinler âlemi de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den Kur’ân-ı Kerim dinlemiş, O’nun tedrisatından geçmişlerdir. Ahmed Paşa bunu ifade eder:

Kevneynin evveli, sakaleynin muallimi,
Sultân-ı şer‘ ü hâcib-i dergâh-ı Kibriyâ.

“İki cihandan evvel yaratılan, insan ve cinlerin hepsinin öğretmeni, din sultanı ve Allah kapısının perdedârı!..”

Evet o öğretmenlik sanatında zirveyi tutan bir muallimdir. Sanatkârın eseri sanatında görülür. Ashâb-ı kiram, O Mükemmel Mürebbî’nin şahitleridir. Na‘tlerde çâr-ı yâr-ı güzîn (dört halîfe) bilhassa bu açıdan zikredilir:

Sıddîk Ebûbekir gibi, Fârûk Ömer gibi,
Osmân-ı pür-hayâ gibi, nûreyn sâhibi,
Kerrâr-ı Murtazâ gibi, irfân tâlibi,
Ashab bıraktın ardına doksan dokuz kırat;
Sonsuz salât selâm Sana ey Fahr-i Kâinat! (Tâlî)

Onlar, kendi güzellikleriyle cezbettikleri insanları, O Mürşid’in kapısına götürdüler.

“Velîsi böyle mükemmel olan dînin, Nebîsi kim bilir nasıldır?” dedirdiler.

Ya bugün? Biz kimin talebeleriyiz?

İslâm’ı doğru düzgün temsil edemeyen bizler? Birbirimizin boğazına çökmüş kitleler? «Allâhu Ekber!» diyerek müslüman katleden müslümanlar, kimin talebesi?

Biz ne biçim talebeyiz?

Fuzûlî; Server-i Enbiyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muallimliğini, bu nokta-i nazardan ele alır:

Ey mekteb-i dânişe muallim,
Mahrûsa-i hükm-i şer‘a hâkim!

“Ey ilim mektebinin öğretmeni, şerîat hükmünün sahasında hâkim olan Nebî!”

Keyfiyyet-i hâli rûşen ettin,
Hayr u şer işin muayyen ettin.

“Sen hâlimizi aydınlattın. İyi ve kötü nedir, Sen belirttin.”

Sen bildirdin ki kimdir Allah,
Sen’siz kim olurdu andan âgâh?

“Allah kimdir, Sen öğrettin. Sen olmasaydın, kim O’nu kendi kendine hakkıyla idrak edebilirdi?”

Güm-râhları tarîka saldın,
Üftâdelerin elini aldın…

“Yoldan çıkanları tekrar yola getirdin. Düşenlerin elinden tuttun.”

Fâş oldu nasîhatin cihâne,
Sen koymadın ortada bahâne…

“Risâlet ve nasihatin bütün dünyaya yayıldı. Ortada; «Bize uyarıcı gelmedi, nereden bilelim?» şeklinde bir mazeret kalmadı.”

Ammâ bize yoktur ol saâdet,
Kim hıfz-ı tarîkın ola âdet…

“Fakat, bizde o saâdet yok ki, Sen’in yolunu muhafaza etmek âdetimiz olsun!”

İhmâl ederiz itâatinde,
Taksîr edâ-i hizmetinde…

“Sana itaatte ihmalimiz ve hizmetini gerçekleştirmekte kusurlarımız var.”

Her nice ki hâr u şerm-sârız,
Hem şefkatine ümîd-vârız…

“Her ne kadar diken gibiysek ve bundan mahcup isek de, yine de şefkatinden ümit kesmeyiz.”

Evet, Fuzûlî’nin de dediği gibi mahcup olmamız, utanmamız lâzım…

Öyle muallimin böyle talebeleri olduğumuza utanmamız lâzım…

Ödevlerini yapmadığımız, imtihanına hazırlanmadığımız, kitabını ve notlarını okumadığımız hâlde, talebesi diye geçindiğimize utanmamız lâzım.

Her hâlimiz O’na arz edilirken, bunu bile bile, gözlerinin içine baka baka yaramazlık ettiğimiz için utanmamız lâzım.

O’nun hakkında fikir edinmek için talebeleri olan bizlere bakmak talihsizliğine düşen yabancıların vebâlini düşünüp utanmamız lâzım.

Ârif Hikmet GÖKOĞLU da bu utancı mısralarına aksettirmiş:

Yok yüzüm arz-ı niyâza, bir günahkârım fakat,
Derdimin dermânısın çün Sen’dedir cürme berat!..

Keçecizade İzzet Molla ise, mahcubiyetinden, Efendimiz; «Ümmetî, ümmetî!» derken; «Buradayım.» diye cevap veremeyeceğini ifade eder:

Yâ Rasûlâllah! Kerem vakti gelince ümmete,
Ben gedâyı eyleme dergâh-ı lutfundan cüdâ.

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Mahşer yerinde ümmete cömertlik göstereceğin vakit gelince, ben dilenciyi, lütuf kapından uzak eyleme!”

Korkaram olmaz hicâbımdan cevâba kudretim,
Mahşeri tuttukça bang-ı ümmetâ vâ ümmetâ!

“Korkarım, mahşer meydanını, Sen’in; «Ümmetim! Ümmetim!» sadâsı tutmuşken, ben utancımdan cevap vermeye; «Ben de ümmetindenim yâ Rasûlâllah medet!» demeye kudret bulamam!”

Îtirâf-ı cürm ederken eyledin cürm-i diğer,
Ey kalem, etmez misin Sâhib-Şerîat’ten hayâ?

“Suçunu itiraf ederken ey kalem, bir suç daha işledin! Şerîatın Sahibi olan Peygamber-i Zîşan’dan utanmaz mısın?!.”

Zira müteakip beyitte açıkladığı üzere, dînimizde suçu ifadelendirmek, nakletmek bir başka hatadır:

İzzetâ, cürmün yine yazdı kirâmen kâtibîn,
Bir hatâ-yı fâhiş ettin kim edip nakl-i hatâ.

Ya aylardır, müslüman kardeşlerinin suç ve hatasını ortaya dökme yarışına girmiş bizler? Bizler O Muallim Peygamber’in nasıl talebeleriyiz böyle?

Muhammed İkbal de aynı mahcubiyeti şöyle ifade etmiştir:

“Ey büyük Allâh’ım!.. Sen âlemlerden müstağnîsin. Ben de Sen’in fakir bir kulunum. Kurban olayım, mahşerde beni sorguya çekme!..

Şayet çekersen bile, Habîbi’nden gizli bir yerde çek. Hem O’nun ümmetinden olayım, hem de böylece günahlarla dolayım! Artık bu cinayetimden dolayı, kendisinden hayâ ederim.”

Ukbâda mahcup da olsak, gidecek başka kapımız olmadığı için yine O’na gideceğiz.

Öyleyse; bu dünyada da, O’na gidelim. Ukbâdaki şefaat, buradaki itaatten geçiyor zira:

Hak aşkı, Sen’in emrine tâat ile mümkün,
Allâh’a, Habîbi’yle mürâcât ile mümkün.

Gufrân-ı ilâhî de şefâat ile mümkün.
Sen ümmetinin bahtını güldürmeye geldin. (Tâlî)

Yüzakı bir hayat yaşamalı, yüzakı bir şahsiyet ortaya koymalı ki, bize bakanlar da, Hazret-i Mus‘ab’ı, Muâz’ı, Hubeyb’i, Zeyd’i görmüş gibi, bizde O’nu, O’ndan bir hisseyi görebilsinler. Ne kadar gayret etsek, O Hidâyet Güneşi’nin, bizim gönül âyînelerimize sığması mümkün değil. Bizimkisi nasibimiz ve testimiz nisbetinde bir hisse alma telâşı… Elimizden geldiğince O’na mahcup olmama, O’nu mahcup etmeme gayreti…

Aksi hâlde, Cûdî’nin yakaladığı gibi, O’nun ihsanına ererek bir daha utanmayı talep etmekten başka çaremiz kalmayacak:

Tebâşîr-i şefâat mahveder rûy-ı siyeh-fâmım,
Bu ihsânınla Cûdî’yi utandır yâ Rasûlâllah!..

“Şefaat tebeşirin / tebşîrâtın, müjdelerin; kararmış yüzümü siler, temizler. (Lâyık olmadığı hâlde) böyle bir ihsanda bulunarak Cûdî’yi utandır, ey Allâh’ın Rasûlü!”