YARINLARA DOĞRU…

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Unutamadığımız yılların arasında; mutluluğumuz, huzurumuz, sevinçlerimiz ve üzüntülerimiz vardır. Yaşadığımız günleri, zaman zaman geçmişi hatırlayarak değerlendiririz.

Son yılların moda kavramı “kentsel dönüşüm” masalıdır. Oturduğumuz evler eskimiştir, öyleyse yenilenmesi gerekir. Size va‘dedilen, maketler üzerindeki görüntülerdir. Sayılamayacak kadar yüksek katlı binalar, yüzme havuzları, alışveriş merkezleri… rûhunuza uymayan sanal bir hayat…

Sokağınız, mahalleniz yok oluyor. Yıllar sonra, bu yeni hayata alışmanız bekleniyor. Çocukluğunuzun geçtiği sokağınızdaki arkadaşlarınızla oynadığınız oyunlar, bakkal amcanızın güler yüzü… Yaptığınız alışveriş karşılığında açılan veresiye defterine yazılanlar, babanız maaşını alınca toptan ödenecek ve yeni bir sahife açılacaktır.

Bahar gelince, bahçenizde açan renk renk çiçekler ve ağaçlarda meyvelerin yavaş yavaş büyümeye başlaması… Annenizin veya ninenizin toplanan meyvelerle yaptığı; vişne, şeftali, erik reçelleri, marmelâtları ve bu güzel tatları komşulara dağıtmanız… Akşamüstü bahçenin gölge bir yerinde içilen çaylar, yenen kurabiyeler, poğaçalar…

Bir şiir gibi yaşanan çocukluğunuz… Evlâtlarımıza, torunlarımıza yaşatamayacağımız güzel günleri “kentsel dönüşüm” sözünün içine hapsetmek. Mahallenin, sokağın yok oluşuyla beraber; hayatımızın önemli mânevî değerleri de yok oluyor… Vefâ, yardımlaşma, paylaşma, selâmlaşma; hastalıkların, ölümün zor günlerini komşularla beraber yaşama; diplomalarınızı aldığınız ânın sevinci; düğün, nişan hazırlıklarını beraberce yapma…

Yeni yerleşim bölgelerinde, camdan bir fânus içinde geçen hayatınızın şiiriyeti olabilir mi? Birkaç gün hasta yatsanız, kapınız çalınmaz… Evin diğer fertleri işindedir. Aynı saatte kapınız çalınır, kapıcı uğramıştır, sonra dış dünyayla ilginiz kesilir.

«Balkona çıksam, hava alsam…» deseniz, cam fânuslarda balkon da yoktur. Dış dünyayla ilginizi, bilgisayar ve televizyon sağlayacaktır. Televizyonun düğmesine basarsanız; yüksek sesle konuşan yazarları, konuşmacıları, siyasîleri görürsünüz. Hepsi birbiriyle kavga hâlindedir. Tek doğru, kendilerinin düşündüğü ve söylediğidir.

Seyredebileceğiniz bir tek film, dizi yoktur. Yıllar önce tenkit edilen Kemal SUNAL filmleri, size daha yakın olmuştur. Televizyonun kumandasına sarılır, hızla kapatma düğmesine basarsınız. Çok şükür; Üsküdar’ın birçok bölgesinde mahalle kültürü devam ediyor. Kasabımız, bakkalımız, yemişçimiz marketlere karşı dayanmak için direniyor…

Yıllar önce okuduğum Alexis Carrel’in «Yarınlara Doğru» kitabını elime alıyorum. Kurşunkalemle çizdiğim paragrafları tekrar okuyup düşünmeye başlıyorum:

“İnsanlar hayatları boyunca biraz para, biraz da şöhret için didinip durur. Zanneder ki; bunlardan birine sahip olursa, bu emek ve sıkıntılarının karşılığını almış olacaktır. Oysa her bakımdan çaresizlik içine girdiğinin, yavaş yavaş bittiğinin farkında değildir. Ömrü boyunca elde etmek istediği ve kullanmak için can attığı şeylerden zevk alması güçleşecektir. Ölmek üzere olan bir kimse için mutluluk, servet çok anlamsızdır.”

“Allâh’a inanmayı pekiştiren bir unsur da duâya sarılmaktır. Tam ihlâsla inanarak ve karşılık beklemeden yapılan duâlar, belki maddî sonuçları da beraberinde getirecektir.”

“Modern şehirlere baktığımızda bazı gerçeklerle karşı karşıya kalırız. Yüksek binalar, katedraller ve kuleleler… Modern şehir binaları mukaddes bir anlayıştan çok uzak. Âdeta isyan bayrakları gibi yükselmeye başlamıştır göğe doğru. Bu binalar, ticaret amaçlı ve başkalarını çalıştırmak için dikilmiştir. Medeniyetlerin kuruluşunda yapılan hatalar, insanlarla yakın çevreleri arasında büyük bir fark oluşu, karşılanması zor hatalardır.”

“Kentsel dönüşüm”ü daha akıllıca çareler bularak insan rûhuna uygun yapamaz mıyız? Yûnus Emre asırlar ötesinden bize sesleniyor:

Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan…

Mısraları düşünürken, zeytinliklerimizin yazlık villâlar yapmak için yok edilişine seyirci kalabilir miyiz? O villâlarda bir aylık mutlu yaşamak için kesilen ağaçları, yok edilen ormanları düşünsek, orada yaşayabilir miyiz?

Tarihî şehirlerimizde yükselen binaların tarihimizi nasıl yok ettiğine şahit olabiliyoruz. Camilerimizle, minarelerimizle yarışan kuleler… Burada yaşamakla övünen yeni zenginlerimiz… Cuma namazına giden lüks semtlerin iş adamları;

“Çok şükür, marka ayakkabı giyenler artık Cuma namazına gidiyor.” diye televizyonda övünmeye devam ediyor. Cümleyi hangi açıdan ele alsak, yanlışlarla dolu… Müslüman, giydiği marka ile övünmeli mi? Bu zenginlerin hocaları susuyor. Bu konularda konuşması gerekenler konuşmuyor. Susarak yanlışa ortak olmalı mı, konuşan kişiye ulaşarak doğruları anlatmalı mı?

Bazı konularda tavizsiz olmamı yanlış bulanlara; ahlâkî değerlerimizi savunmadan bıkıp bıkmadığımı soranlara şunu söyleyebilirim:

“Çocukluk yıllarımda babam; yanlışları ve doğruları; hikâyelerle, canlı örneklerle anlatırdı. Annemin nasihatlerine, ilkokuldaki öğretmenlerimi, okuduğum hikâye ve romanları ilâve edersek hayata bakışım ortaya çıkar.”

Dînimizin güzelliklerini; yasaklarla, günahlara hapsederek insanları düşünmeden uzaklaştırırsak;

Yüksek binaların plânını çizen mimarlar, ona; «Evet!» diyen yetkililer; acımasızca tabiatı katleden yeni; «İnançlıyım.» diyen insanlar yetişecektir…