HAKİKÎNİN ASÂLETİ SAHTENİN GARÂBETİ!..
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
SAĞIRIN HASTA ZİYARETİNDEN İBRETLER
Anlayışlı, hâl hatır, yol yordam bilen birisi; gaflet içinde bulunan bir sağır ahbabına;
“Komşun hastalanmış, haberin yok mu?” dedi.
Gafil sağır, kendi kendine ziyaretinin muhasebesini yapmaya başladı:
«Tut ki komşumu ziyarete gittim. Bu sağır kulakla, o hasta gencin ne dediğini ben nasıl anlarım?»
Sonra; «Hem insan hasta olunca, sesi de kısık, zayıf ve yavaş çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam.» diye düşündüyse de;
«Fakat komşudur, çaresiz gitmem lâzım. Aksi hâlde herkes beni ayıplar, itibarımı kaybederim.» diyerek gitmeye karar verdi.
Ardından da şöyle bir plân yaptı:
“Ben onu ziyarete gittiğimde, dudaklarının kımıldadığını görürsem, ne dediğini tahmin yolu ile, çeşitli kıyaslarla anlamaya çalışırım. Hastaya duymadığımı da belli etmem. Zaten o da içinde bulunduğu ızdıraptan dolayı bunun farkına varmaz. Evvelâ;
«–Nasılsın ey benim dertli komşum?» derim.
O da, karşılık olarak elbette;
«–İyiyim, hoşum!» diyecektir.
Ben de:
«–Allâh’a şükürler olsun!..» derim.
Sonra;
«–Ne yemek yedin?» diye sorarım.
O;
«–Şerbet içtim, yahut mercimek çorbası yedim.» der.
Ben de;
«–Sıhhatler olsun, afiyetler olsun!» derim.
Sonra;
«–Peki, hekimlerden kim geliyor? Kim bakıyor?» diye sorarım.
O da;
«–Filân geliyor.» diye cevap verir.
Ben de moralini yüksek tutmak için;
«–O hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız; o gelince işler yoluna girdi demektir.» derim. Bu iş oldu bitti!”
O gafil sağır adam, kıt aklınca bu sual ve cevapları tasarladıktan sonra kalktı, hastayı ziyarete gitti.
Aynen tasarladığı gibi ilk önce;
“–Nasılsın ey benim dertli komşum?” dedi.
Hasta hiç de sağırın tasarladığı gibi değildi. Bin bir acı ve ızdırap içinde kıvranıyordu. Bu sebeple inleyerek;
“–Çok fenayım, sanki ölüyorum.” dedi.
Sağır, daha evvel içinden kurduğu cevabı yapıştırdı:
“–Allâh’a şükürler olsun!..”
Hasta; bu sözden son derece incindi, canı iyice sıkıldı. Sağırlığını da bilmediği komşusunun tezatlı hâlinden bir şey anlayamadı:
«Benim ölmemi mi istiyor nedir?!.» diye düşündü.
Bu incinişi de fark etmeyen sağır, ikinci suâlini sordu:
“–Ne yedin?”
Zaten canı sıkılmış bulunan hasta kızgınlıkla;
“–Zehir, zakkum!” dedi.
Sağır;
“–Afiyetler olsun!” deyince, hastanın öfke ve kahrı büsbütün arttı. Çünkü hasta, olgun kişilerden değildi.
Bundan sonra sağır;
“–Derdine çare bulmak için hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedavi ediyor?” diye sordu.
Hastanın öfkesi had safhadaydı. Tahammül edemeyip büyük bir öfkeyle haykırdı:
“–Kim olacak, Azrâil geliyor! Haydi beni daha fazla çıldırtmadan defolup git buradan!”
Fakat gafil sağır, adamın söylediklerini duymadığı gibi onun hâlinden de ne durumda olduğunu anlamıyor, habire tasarladığı cevapları sıralıyordu. Hafif hafif başını sallayarak hastaya bu defa;
“–Onun ayağı çok uğurludur. O geldiği için sevinmeli, neşelenmelisin!” cevabını verdi ve vazifesini yerine getirmenin memnuniyetiyle hastanın yanından ayrıldı.
Evden çıkarken;
«İyi ki, böyle bir ziyareti gerçekleştirdim de itibarımı korudum. Hem de bir zavallının gönlünü almış oldum.» diyordu.
Oysa kıt akıllı ahmak ve gafil sağır, bu ziyaretinden çok zararlı çıkmıştı. Ama o, gafletinden dolayı kendisinin kârlı çıktığını zannediyordu.
Onun ayrılmasından sonra derin bir nefes alan hasta da, komşusunun sağırlığını düşünmeyerek gaflet içinde kötü sözler söylüyor;
«Meğer çok iyi bir kimse olarak bildiğimiz şu komşumuz olacak adam, bizim can düşmanımızmış! Ne yazık ki, onun bir ezâ küpü ve bir cefâ kaynağı olduğunu bilememişiz!..» diyor, durmadan kahırlandıkça kahırlanıyor ve gafil sağır komşusu hakkında bedduâ ediyordu.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
«YAZIKLAR OLSUN!» DEDİRTEN EDÂ
“Sağır kişi gönül yapayım derken gönül kırdı. Tahmînî ve uydurmaca sözlerle hastanın kalbine ateşler düşürdü. Gösteriş için hasta ziyaretine gittiğinden kendi kendini günaha sokup yaktı.”
“O gafilin yaptığı bomboş kıyaslar yüzünden on yıllık komşuluk hakkı ve ahbaplığı yok olup gitti.”
“Bunlar gibi niceleri vardır ki, ibâdetleri ve beşerî davranışları; Hak rızâsı için değil, menfaat mukābilidir. İçine nefis karışan ibâdetleri ile sevap kazanmaya ve dolayısıyla cenneti elde etmeye çalışırlar.”
“Hâlbuki onların ibâdet diye yaptıkları işler, birer gizli günah ve şirk-i hafî olmaktadır. Çünkü Hak’tan gayrıyı hedef tutan ibâdet, suçtur. Gösteriş için kılınan namaz, dıştan temiz ve saf görünürse de içi gizli şirkle bulanmaktadır. Nasıl ki, içine bir damla necâset düşen bir menbâ suyu, lezzetini kaybederse; hasta ve gafil kalple yapılan ibâdetler de böyledir.”
İhlâstan, huşûdan, kalp ve beden âhenginden, huzûr-ı ilâhîde bulunduğundan habersiz birinin kıldığı namaz; sağırın hasta ziyareti gibidir. Kişi riyâkâr bir sûrette; “Ne iyi ettim de vazifemi edâ ettim!” zannetse de bu ameli ancak Allâh’ın gazabını artıracaktır;
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (Mâûn, 4) dedirtecektir.
Diğer taraftan hikâyedeki sağırlık üzerinde tefekkür ettiğimizde, ondan başka pencereler de açabiliriz. Kur’ân-ı Kerim; zulüm, fısk u fücur ve küfürde ısrarlarıyla hidâyetten kendilerini mahrum bırakan, böylece Allâh’ın kalplerini mühürlediği, ölü kalplileri şöyle vasfeder:
“Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünemez ve idrâk edemezler.” (el-Bakara, 171)
Elbette bu âyette ifade edilen kusurlar, hakikî mânâlarında değildir.
MÂNEVÎ SAĞIRLIK
Zira kafa gözü kör olduğu hâlde, basîret gözü açık niceleri vardır. Kulağı zâhiren işitmese de, vahy-i ilâhîyi bugün fem-i saâdetten okunuyor gibi işiten ve derhâl itaat eden niceleri vardır. Burada kastedilen sağırlık, mânevî sağırlıktır. Bu da âyet-i kerîmede îzâh buyurulur:
“(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. (Gördüklerinden ve işittiklerinden ibret alabilirlerdi.) Ama gerçek şu ki, kör olan, gözler değildir; asıl kör olan sadırlardaki kalplerdir. (Zâhiren kulakları ve kalpleri çalışır fakat ibret, tahassüs ve tefekkür gerçekleşmez.)” (el-Hacc, 46)
Hikâyedeki sağır kişi; duymadığı için hayâlî, sahte bir mülâkat plânladı ve onu uyguladı. Sadece kulağı sağır olsaydı; muhatabının sözünden incindiğini bakışlarından, hâl ve tavırlarından bile anlardı. Fakat o anlayışsız bir kişiydi. Her şeyi berbat edip ayrılırken bile, kendi kurduğu hayal ile kendini avutmaktaydı.
Allâh’ın yarattığı bu âlemde, Allâh’ın sözüne kulak vermeyen mâneviyat sağırları; böyle sahte ve düzmece senaryolar uydurup, kendileri de ona inanmaktadır.
Çünkü;
SAĞIR DUYMAZ UYDURUR!
Başta vicdanları olmak üzere her şey;
“Bu âlemi kim yarattı?”
“Varlığın hikmeti nedir?”
“Bu kâinatta her şeyin insana âmâde kılınmış olması nasıl îzâh olunabilir?”
“Ölüm nedir? Ölümden sonra insan ne olur?”
“Bu kâinâtın sonu ne olacaktır?”
“Yolculuk nereye?” ve benzeri yüzlerce soru sormakta, bu sualler insanın kulağında ve gönlünde çınlamaktadır. Onlar; sahte ve hayâlî senaryolar yazarak, muhataplarını da kendileri konuşturmaktadırlar.
İşte filozofların, teoriyle meşgul sözde ilim adamlarının, tahriflerle meşgul sahte din adamlarının; kâinâta, insana, insanın sorumluluklarına, kâinâtın sonuna, dîne ve Allah Teâlâ’ya dair uydurdukları boş felsefeler…
İnsanın en çok muhtaç olduğu; kalp gözü ile görebilmek, kalp kulağı ile işitebilmektir. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi, mânen «sağır» ve «âmâ» olanlar, dünya ve âhiret mahrumlarıdır. Neml Sûresi 80-81. âyetlerinde;
“Elbette Sen ölülere duyuramazsın! Arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin!”
“Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin!..” buyurulur.
Hakikat sağırlarına ne anlatılsa, ne diller dökülse tesiri olmadığı görülür. Böylelerini körleri dirilten, sağırları işittiren Hazret-i İsa bile tedavi edemez. Hazret-i İsa da ahmaklığın tedavisiz bir kahr-ı ilâhî olduğunu söyleyerek böylesi ahmaklardan kaçmıştır. Sebebini Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade eder:
SÜPER ZEKÂLI AHMAKLAR
“Ahmak kimse, zekâdan ibaret olsa bile; mademki onda hayır ile şerri, hak ile bâtılı ayırt ediş vasfı yoktur, o bir ahmaktır.”
“Ey sâlik! Dikkat et de böyle kimselerden ceylânın arslandan kaçtığı gibi kaç! Sakın onlarla bir arada bulunma!..”
“İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu âlem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru, ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir.”
Sağırlığın bir başka misâli, mü’min olsa da amelî açıdan zaaflar içerisindeki müslümanlardan verilebilir.
“Îmân ettim.” dediği hâlde istikamete girmeyen kişiler; gözlerindeki, kulaklarındaki gafletten dolayı, bir türlü îmânın gerektirdiği ürperişi sergileyemeyenlere âyet-i kerîmede hitâb edilir:
“Îmân edenlerin Allâh’ı anma ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (el-Hadîd, 16)
Furkān Sûresi 73. âyet; sâdık kulların hasletlerinden biri olarak bu hatadan korunmanın altını çizer:
“(O sâdık kullar) kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. (Derhâl harekete geçer, itaat eder, emrin îcâbını yerine getirirler.)”
Hazret-i Mevlânâ, aklımızı başımıza alarak hâlimizi tefekkür etmeye ve bu âlemdeki varlık hikmetimizi düşünmeye şöyle davet eder:
“Şu insan toplumunu ibretle seyret!.. Yaşadığın bu âlemdeki bunca ilâhî azamet ve kudret akışlarını gördüğün hâlde neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da bedeninin ve menfaatlerinin arzuları sana dağlar gibi büyük, selîm bir tefekkür ise karınca misâli küçük görünüyor?”
Tefekkür nimetinin, nefsânî arzulara râm edilmesi ne hazindir. Tefekkürsüzlük, kalbin tembelliği ve ahmaklık alâmeti; duygusuzluk da kalbin kör ve sağır kesilmesidir. Bunca ilâhî tecellîler karşısında kalbin duyarsız kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Kâinâtı alık ve abus bir çehre ile seyretme gafleti, mânevî bir felâkettir.
Bir mü’minde karşılaşılan ahlâkî zaaf da yine mânevî sağırlıktır.
FERYATLARA SAĞIRLIK
Cimri ve zâlim kimseler; etraflarından yükselen feryatları işitmezler. Merhamet ve şefkat uman iniltilere sağırdırlar. Onlar da kendilerini iç dünyalarında oluşturdukları birtakım bahanelerle avuturlar; “Nasıl olsa birileri duyuyor, yardım ediyordur.” derler.
Hâlbuki, îmanda derinleşen kimseler; dünyanın diğer ucundaki müslümanın feryâdını dahî işitirler, o üşüyorsa üşürler, o dertliyse muzdariptirler.
Ahlâksızlar ise böyle yüksek hâlleri saflık zannederler.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem; münafıkları terbiye etmek için kendisine kim gelir bir şey söylerse onun söylediğini dinliyor, hilm ile muamele ediyordu. Herkesle ilgileniyordu. Bunu kendi aralarında bir zaaf gibi tenkit ederek;
“O önüne geleni dinleyen ve kanan bir kulaktır!” dediler. İstişârenin, sohbetin, ilgi ve alâkanın hikmetini anlayamadılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“(Yine o münafıklardan;) «O (Peygamber, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır.» diyerek Peygamber’i incitenler de vardır. De ki:
«O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü O Allâh’a inanır, mü’minlere güvenir ve O, sizden îmân edenler için de bir rahmettir. Allâh’ın Rasûlü’ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.»” (et-Tevbe, 61)
Hazret-i Mevlânâ bu âyeti işârî bir şekilde şöyle îzâh eder:
“Ey gafil! Sen görmüyorsun ama, Hak âşıklarının coşkunluğu vesilesiyle dallar üstündeki yapraklar bile el çırpmakta, cûş u hurûşa gelmektedir. Sen yaprakların çıkardıkları neşe seslerini, zikirlerini ve tesbihlerini duyamazsın; bunları duymak için can kulağı, gönül kulağı gerek, baş kulağı değil!
Aklını başına al da, baş kulağını yalana, faydasız sözlere tıka; tıka da «can şehrini» aydınlanmış olarak gör!
Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek kulağı; dünyadaki bütün seslerin, sözlerin sırrını, içyüzünü duyduğu için Cenâb-ı Hak Kur’ân’da o eşsiz varlığa; «Kulağın ta kendisi» buyurmuştu. O aziz Peygamber; baştan başa (Hakk’ı işiten bir) kulaktır, (Hakk’ı gören bir) gözdür.”
Mesele; kulağımızı bu mübârek, hayırlı kulağa ayarlamaktır. O’na; dâimâ;
سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا: «İşittik ve itaat ettik!» mukabelesiyle kulak ve destek vermektir.
İnsan uzaktan gelen, ince bir sesi duymak için, diğer sesleri susturur ve kulak kesilir. İnsana, tâ Arş-ı Âlâ’dan gelen bu ince hakikat ve mâneviyat sadâsını duyurmayan, etrafındaki gürültü ve velvelelerdir. Hazret-i Mevlânâ’nın şu tavsiyeleri can kulağını açmak için sırlar taşır:
“Şehvet duygusunun kulağına pamuk tıkayınız. Yani, süflî, aşağı duygulara ait sesleri duyan; şu görünen baş kulağınızı sağır hâle getiriniz ki, can kulağınız açılsın da, Hakk’ın, hakikatin sesini duyabilesiniz. Gözünüzden de, dünya sevgisi bağını kaldırıp atınız…
Aslında şu görünen baş kulağımız, can kulağımızın pamuk tıkacıdır. Bu sebepledir ki baş kulağımız tıkanmadıkça, can kulağımız sağır olarak kalacaktır.”
Şehvet; hakikat kulağı için bir tıkaçtır. Gaflet, haram lokma, haksızlık, yalan ve her türlü günah da böyledir. Bunlar çıkarılırsa duymaz kulaklar bile duyar hâle gelir, görmeyen gözler görür olur. Hazret-i Ömer, şu nasihatte bulunur:
“Biliniz ki bu Kur’ân, hidâyet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır. O, Rahman’dan gelen ve kendisiyle kör gözlerin, sağır kulakların ve kilitli kalplerin açıldığı en son kitaptır…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II, 285-286/4019)
Kur’ân, gaflet pamuğunu kulağına tıkayanlar için; «Sağırlara işittirilemeyen» bir sözdür. O pamuğu çıkaranlar için ise, bir şifâdır.
Kulağını hak ve hakikate açan kişide Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığı şu hâl tecellî eder:
“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almaya istîdatlı?..”
“O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların hâli, diğeri ise aldananların hâlidir.”
“Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!..”
“Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdetâ kör ve sağır olur.”
Yâ Rabbî!.. Bizleri nefis ve şeytanın vesveselerine, iğvâlarına, yalanlarına, fânî dünyanın süflî davetlerine karşı sağır eyle!.. Gözlerimizi, kulaklarımızı ve kalplerimizi; mâsiyetten, haramdan her türlü gaflet kirinden temizle; hidâyetinle nurlandır. Bizleri, hak ve hakikati işitip itaat eden kullarından eyle!..
Âmîn!..