İhlâslı Bir İnfak Şuuruyla İKİ BÜYÜK NİMET

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Ümmet-i Muhammed olarak bizler, Allâh’ın en büyük iki nimetine hiçbir bedel ödemeden nâil olduk:

◆ Fahr-i Kâinât Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

◆ Cenâb-ı Hakk’ın ezelî kelâmı, ebedî kurtuluş reçetesi Kur’ân-ı Kerim.

Bu iki nimet birbirinin şerhidir. Biri Cenâb-ı Hakk’ın kelâmdaki, diğeri insân-ı kâmil zarfı içerisindeki sanatıdır. Her ikisi de; okuyan, takip eden ve muhabbetle tâbî olan mü’minlere rehberlik eder, onları belâlardan korur, rızâ-yı ilâhîye eriştirir. Bu iki muazzam ihsan; bedelsiz verilmiştir fakat, her nimet gibi onların da suâli ve hesabı vardır. Bu sebeple; Efendimiz’e ümmet ve Kur’ân’a vâris oluşumuzu, çok iyi değerlendirmemiz îcâb eder.

Peygamber Efendimiz’e ümmet oluş nimetinin bedeli;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinden hisse alarak; her hâlimizde O’nun rehberliğine, O’nun sünnet-i seniyyesine ittibâ edebilmemizdir.

Kur’ân-ı Kerim nimeti karşısındaki vazifemizi de Rabbimiz şu âyet-i kerîmenin muhtevâsı içerisinde beyan buyurmuştur:

“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan);

◆ Kimi kendisine zulmeder (bedbahtlık eder),

◆ Kimi ortadadır (aksaklık ve ihmalcilik eder),

◆ Kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır (kıyâmet günü korkmayacak ve üzülmeyecek kimselerdir).

İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)

ÜÇ SINIF MÎRASÇI

Âyette «verdik» diye tercüme edilen fiil aslen; «mîrasçı kıldık» mânâsındadır. Vârisler, mîrâsa hiçbir gayret ve emek sarf etmeden erişirler. Bizim için Kur’ân da; gayret sarf etmeden, bedel ödemeden âdetâ mîrâsa konarcasına eriştiğimiz bir nimettir. Fakat her mîrasçı ondan aynı şekilde istifade edememiştir. Bu nimetten istifade husûsunda mü’minler üç sınıf olmuştur:

1. Nefsine zulmedenler (Kur’ân’dan istifade edemeyenler)…

Hayatlarını, Kur’ân hakikatleri ve fermanlarıyla tanzim etmeyenler… Kur’ân’ı; hayatlarının, eğitimlerinin, ticârî, ailevî, içtimâî hayatlarının merkezine yerleştirmeyenler… Onu, muârızları ve düşmanlarına karşı muhafaza ve müdafaa etmeyenler… Nefs-i emmâreye zebûn olarak günahlar işleyenler…

Onları son nefeste de, mahşer yerinde de büyük belâlar beklemektedir. Kur’ân’sız harâbe hâline gelmiş gönüller, son nefeste îmân ile hüsn-i hâtimeye erebilecek midir? Acaba abus çehreli ve belâlı günde onların hâli nice olacaktır?!.

2. Muktesid, orta yolda gidenler…

Kur’ân nimetine sahip çıkan, onu hayatına nakşetmek için gayret eden, fakat o nimete hak ettiği büyük fedâkârlık ve gayreti sarf etmekte geri kalanlardır. Hayatın med-cezirleri karşısında muvâzeneyi korumakta güçlük çeken, zaman zaman hatalara savrularak, istikameti şaşıranlardır. Bunlar da ebedî hüsrandan kurtulsalar bile, daha fazla gayret etmediklerine pişman olacaklardır. Kur’ân nimetinin hesabını vermek onlar için de kolay olmayacaktır. Hiç beklemedikleri mes‘ûliyetler, mahşerde yakalarına yapışacaktır.

3. Hayratta öne geçenler…

Kur’ân nimetini hakkıyla değerlendiren, onun muhtevâsıyla âmil olduğu gibi, hikmetiyle kâmil ve fezâilini hâmil olmuş; kalbini nurlandıran Kur’ân hakikatlerini, bir kandil gibi etrafına tevzî eden, hayrın her türlüsünde en önde olma gayreti sergileyen, aşk ve heyecan içinde hayırlara koşanlardır.

İşte bunlar, en büyük kazanca erişeceklerdir. Onlar her şeyin; «Allâh’ın izni»yle ve lutfuyla olduğunu da bilen, hâllerinden kendilerine pay çıkarmayan mütevâzı kullardır. Hadîs-i şeriflerde dile getirilen, hesapsız olarak cennete girecek, sırattan şimşek gibi geçecek bahtiyarlar; işte bu, hayırda yarışanlar olacaktır. Cenâb-ı Hakk’a mukarreb kılınacak yani yakınlık lutfuna eriştirilecek kullar da bunlardır. Benzeri bir tasnif Vâkıa Sûresi’nde şöyle ifadesini bulur:

“Ve (kıyâmet günü) sizler de üç sınıf olduğunuz zaman;

(1.) Defterleri sağdan verilenler. Ne bahtiyardır onlar!

(2.) Defterleri soldan verilenler. Ne perişandır onlar!

(3.) (Bir de îman ve sâlih amelleri işlemekte yarışarak) öne geçenler ise (âhirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allâh’a) yaklaştırılmış kimselerdir.” (el-Vâkıa, 7-10)

Cenâb-ı Hak; bizim Kur’ân ile istikametlenmemizi, Kur’ân ile hemhâl olarak yaşamamızı arzu ediyor. Bu mevzuda vasat, ortalama bir gayret değil; yarış içerisinde, koşturan, en öne geçmeye gayret edenler olmamızı istiyor. Düşüp kalkarak ilerleyen değil, dâimâ ileriye doğru koşan bir istikamet istiyor.

Bunun için en güzel nümûne-i imtisal ashâb-ı kiram…

Sahâbî dâimâ öncülük vasfında oldu. Öne geçmek, hayırda yarışmak, fazîletlere asla doymamak onların şiârıydı. «Yaptığım fedâkârlık yeter!» demediler. «Biraz da başkası yapsın!» demediler. Canlarıyla, mallarıyla, bütün güç ve enerjileriyle, ömürlerinin her ânında Allâh’ın dînine yardım etmek yarışında oldular. Böylece Allâh’ın rızâsına, hoşnutluğuna eriştiler.

Hayırlarda yarışmak, ibâdetin her nevinde olur. Fakat hayır yarışının en anlamlı olduğu saha infaktır.

İNFAKTA YARIŞMAK

İnfak, cömertliğin; cömertlik, merhametin; merhamet de îmânın tezâhürüdür. Cömertlik ve merhametin iki düşmanı vardır:

İsraf ve cimrilik.

İsraf; aşağılık duygusunu bastırma hareketidir.

Cimrilik; korkaklık ve malına sığınmaktır.

Güneş nasıl karanlık ve soğuk olamazsa; bir mü’min de asla müsrif, bencil ve cimri olamaz. Hayırda yarışan bir mü’min; dâimâ çevresine, mâtemlere, mahrumlara, yoksullara rahmet ve merhamet tevzî eden bir rahmet bulutu gibidir. Bunun için servete mâlik olması da şart değildir. Ashâb-ı kiram infak yarışına girdiğinde; başını sokacak bir evi bile olmayan suffe ashâbı, dağlardan odun, çalı-çırpı topluyor, onları satıyor, eline geçen üç-beş kuruşu infâk ederek, kalbî kıvâma göre bir dirhemin milyonları geçtiği infak yarışında yerini alıyordu.

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri de, öyle bir infak heyecanı içindeydi ki, yaptığı hayır ve infakları hiçbir zaman kâfî görmez; çalıştığı iş yerine giderken dolmuşa vereceği parayı bile infâk edebilmek için, Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürüyerek giderdi. Yani kendi ihtiyacından dahî fedâkârlıkta bulunarak infâkını artırmaya çalışırdı.

Kur’ân-ı Kerim’de infâkın asgarî hudûdu, yani farz şekli olan zekât; 32 yerde geçmektedir. Daha geniş ve engin olan infak ise 72 yerde geçmektedir. Demek ki Cenâb-ı Hak; zekâtın asgarî hudûdunda kalmamızı, zekâtı vermekle iktifâ etmemizi arzu etmiyor.

Zekât zaten müslüman zenginin fakir kardeşine olan borcudur. Zekât; kardeşinden sorumlu olan zenginin zimmetindeki, «malûm, sâbit bir hak ve pay»dır. Bunu vermemek, bir hakkın gasbıdır. Zulümdür. Rahmetli pederim Musa Efendi -kuddîse sirruhû- da bu husûsa çok dikkat çekerek şöyle derlerdi:

“Maalesef günümüzdeki birçok zengin, değil hayır-hasenat yolunda fâideli olmak; hattâ üzerlerine farz olan zekâtlarını vermemek sûretiyle, bîçâre, fakirlerin haklarını pervasızca yemektedirler.”

“İnce düşünülürse; ihmâlinde fakirlerin hakkı verilmediği için zekât ve öşür emirlerini yerine getirmeyenler, zâlimlerden olmuş olabilirler.”

“En kötü hırsızlık; zenginlerin, zekât vermemek sûretiyle fakirlerin malını çalmasıdır.”

Kaldı ki, Cenâb-ı Hak; asgarî hudutlarda kalmayı değil, ihtiyaç miktarından artanın tamamını infâk etmeyi bir fazîlet ölçüsü olarak ortaya koymuştur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

İHTİYAÇ FAZLASINI…

وَيَسْئَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ

“…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını (infâk edin.)» de…” (el-Bakara, 219)

Bu ölçü, bir mü’minin dünya malıyla olan alâkasının sebebini de ortaya koyar.

Ehl-i dünya olanlar, dünyanın fânî câzibesine aldananlar; dünyalık yarışına girerler. Bir tefâhür / böbürlenme ve tekâsür / mal çokluğuyla övünme gayretiyle ömürlerini tüketirler. Böylesi bir tüketiş ve tükenişin ne büyük bir ahmaklık olduğunu hikmet ehli bir zât şöyle îzâh eder:

“Bir kul öldüğünde; malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.

Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilmesidir.”

Bir insan için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesaba çekilmek ne kadar da müşkil bir durumdur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur:

“Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)

Yani mîrasçılarına büyük bir servet bırakır; fakat kendisi;

◆ Malı helâl yoldan kazanmadığı,

◆ Malıyla hayır işlemediği,

◆ Ve evlâtları da malını kötü yollarda kullandığı için; huzûr-i ilâhîye veballer yüklü bir hesap vermek mecburiyetiyle çıkar.

Faydalı mal ise; helâlden kazanılan ve infaklarla, hayır hizmetleriyle önceden âhirete gönderilenlerdir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Sonra önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde (sadece bir hurmaya bile sahip olsanız) artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10; Müslim, Zekât, 67, 97)

Bu hakikatler sebebiyle;

Bir mü’min için ihtiyaçtan fazla mal, ancak infâk etmek niyetiyle mânâlı olur. Samimî bir şekilde Allâh’ın dînine yardım etmek gayesine mâtuf olarak faydalı olur.

Ashâb-ı kirâmın zenginleri bu hususta en güzel misaldir:

Onlar, servetlerini; kâfir efendilerin zulmü altında eziyet gören mü’min köleleri âzâd etmek, fakirleri doyurmak, çıplakları giydirmek, yaraları sarmak ve i‘lâ-yı kelimetullah yolundaki her türlü gayret için sarf ettiler. Kıtlık zamanlarında büyük ve hızlı bir servet imkânı olan kervanlarını, Allah yolunda infâk ettiler. En kıymetli yerlerdeki su kuyularını, en sevdikleri bağ ve bahçelerini vakfettiler. Onlar için varlık, Allâh’a varmak için bir vesileden ibaret idi. Çünkü hayrın kemâline ermek için de Cenâb-ı Hak, varlık ile gönül bağını koparmayı şart koşmuştu:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَیْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ٖ عَلٖ۪يمٌ

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e, hayrın kemâline eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

Her fiilin bir zâhiri bir bâtını vardır. Her amel; kıymetini, niyetin samimiyetinden alır. İnfaktan, cömertlikten, fedâkârlıktan, kesilen kurbanlardan, yapılan hayırlardan Allâh’a ulaşacak olan; takvâdır, ihlâs ve samimiyettir. Amellerin makbûliyeti, samimiyetledir;

ANCAK İHLÂS İLE

Câhiliyyede de, İslâm ile mücadele yıllarında da; müşriklerin kabîlelerinin güç ve azametini sergilemek, böbürlenmek ve gösteriş yapmak için harcamalar yaptıkları, develer kesip dağıttıkları olurdu. Peygamber Efendimiz, bu niyetlerle kesilen develerin etinden yemeyi ashâbına yasaklamıştır. (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 14)

Bu sebeple, infâkın gizlisi daha makbuldür. Zira gizli, hattâ sağ elin verdiğini sol elin bile bilmediği bir sûrette edâ edilen infak; riyâ, gösteriş, süm‘a gibi tehlikelerden muhafaza olmaya en uygunudur.

Bunun yanında;

◆ Farz ibâdeti yerine getirdiğini îlân ederek sû-i zanları bertarâf etmek,

◆ Emsal ve akranına güzel örnek olmak,

◆ Böylece hayırda yarışmaya meftun insanların gönüllerinde bir gıpta ve imtisal heyecanı meydana getirmek gibi güzel niyetlerle; infâkı açıktan gerçekleştirmek de meşrû ve güzel görülen bir fiildir. Fakat bunda da kalbi korumak şarttır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık infâk edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)

İnfak, bir müslümanın ayrılmaz vasıflarındandır. Cenâb-ı Hak; mü’minleri tarif ve îmanlıların hasletlerini tâdat buyurduğu Bakara, Mü’minûn, Enfâl gibi sûrelerin evvellerinde infak hassâsiyetini bilhassa zikretmiştir. İnfak, îman ve namazın ayrılmaz bir kardeşidir.

İhlâslı bir infâkın en mühim şartı, infâk edilecek malın helâliyetidir.

HELÂL ŞART…

Mal, helâlden kazanılır ve hayra sarf edilirse; bir âhiret sermâyesi olur. Helâlin dahî hesabı varken, bir de haramın ve şüphelinin azâbını düşünmek îcâb eder. Bile bile haramdan elde edilen bir maldan infâk olmaz. Böyle bir parayla infak, böyle bir parayla hac ve umre; “Lâ lebbeyk!” denilerek Allah katında reddedilir.

Ancak kişinin bilgisi dâhilinde olmadan; devrin umûm-i belvâ hâline gelmiş, yani kimsenin gayret etmekle kurtulamadığı kirlerden malı temizlemekte infâkın zarureti vardır. Mü’min; âzamî bir titizlikle, kazancına haram ve şüpheli şeylerin bulaşmasından sakınmalı, bunun yanında mânen de her ihtimale karşı bol bol infaklar ile malını temizleme gayretini sarf etmelidir. Bu, malı âdetâ filtreden geçirmek gibidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Ey tâcirler topluluğu! Şüphesiz şeytan ve günah alışverişe karışır. (Vâkî olan yemin, lüzumsuz sözler vesâire için kefâret olmak üzere) ticaretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)!

Tüccarlar kıyâmet günü fâcirler (günahkârlar) olarak diriltileceklerdir. Ancak Allâh’a karşı takvâ sahibi olanlarla, iyilik, dürüstlük ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ…” (Tirmizî, Büyû, 4)

Nitekim «zekât» da lügatte «temizlik» demektir. Ancak tekrâren hatırlatalım ki; haram bir yola tevessül edilerek kazanılan para, tamamı hayırlara verilse dahî temizlenmez. Bu veriş de makbul bir infâk olmaz.

İnfak, malın meçhul geçmişini gösteren bir aynadır. Paranın kaderi, kişinin hissiyâtına dâhil olur. Bir darb-ı meselde dendiği gibi; “Para yılan gibidir, girdiği delikten çıkar.” Halkımız da; «Haydan gelen huya gider.» diyerek bu hakikati ifade etmiştir. Malının ne kadar helâl ve temiz yoldan olduğunu anlayabilmek isteyenin, sarf yerini seyretmesi kâfîdir.

Paranın kaderi; kişinin kaderine dâhil olur, onu yönlendirir. Herkes zanneder ki, ben parama hükmederek istediğim yere harcıyorum. Hâlbuki para; kazanılışındaki helâllik ve haramlık durumuna göre, lâyık olduğu yere gider; sahibinin iradesini de kendi gittiği yere doğru istikametlendirir. Yani hâkimiyet, çoğu zaman paradadır; sahibinde değil…

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Benim ümmetim dünyaya çok değer vermeye başladığında İslâm’ın heybet ve azameti onlardan alınır.

İyiliği emredip kötülükten nehyi terk ettiklerinde vahyin bereketinden yani Kur’ân-ı Kerîm’i idrâk etmekten mahrum olurlar.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, no: 1610; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, III, 183/6070)

Herkes, zekât ve infâkının ehline ulaşmasını arzu eder. Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

ADRESİNİ BULUR…

Ticaretle meşgul, zengin bir talebesi; Ebû Abbas Nihâvendî’ye geldi ve sordu:

“–Efendim, zekâtımı kime vermem daha uygun olur?”

Ebû Abbas ç’ın cevabı kısa ve açıktı:

“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!”

Talebe, hocasının tâlimâtını uygulamak üzere dolaşmaya çıktı. Çok geçmemişti ki dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp eline tutuşturdu. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı.

Ertesi gün aynı yerden geçerken o âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Talebenin işittiği sözler onu kahretti:

“Dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”

Talebenin gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi kendisine uzatıp;

“Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver!” dedi.

Talebe, içini dökemeden verilen vazifeyi yerine getirmek için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs delikanlı biriydi. Hiç de muhtaca benzemiyordu. Fakat hocasının sözünden çıkamazdı. Akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takip etti. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altında sakladığı bir şeyi çıkarıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, talebe önüne geçip sordu:

“–Ey yiğit! Allah için gizleme de hakikati anlat! Şuraya attığın şey nedir?”

Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:

“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı!.. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey isteyemedim. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor;

«Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…”

Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, talebesinin bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:

“–Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de; onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından, yani helâlliğindendir…”

Diğer taraftan, temiz ve helâlden kazanıp, Allâh’ın rızâsını kazanmak niyetiyle infâk edilen sadakaların, zâhiren ehline ulaşmamış görünse de, ind-i ilâhîde nasıl bir makbûliyet sırrına vâsıl olduğuna, Peygamber Efendimiz’in anlattığı şu kıssa şahittir:

NİYET HÂLİS OLUNCA…

“Vaktiyle bir adam;

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı;

«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;

«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam;

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;

«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama;

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)

Bu kıssanın hissesi de, ne olursa olsun infaktan vazgeçmemenin zarûretini beyandır. Hayırların, mümkün mertebe; dindar, ağzı duâlı, takvâlı, gerçekten muhtaç olan fakat iffetinden dolayı kimseye el açmayan ehl-i îmânın eline geçmesi arzu edilir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Yapacağınız hayırlar;) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Yardım edilecekler içinde akrabaya, komşuya ve hemşehrîye de öncelik tanınır. Lâkin mâtemlerin civarındakilerin birtakım kusurları, hayırdan vazgeçmeye asla mazeret teşkil etmez. Biz nasıl Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine lâyık olmadığımız hâlde tâlip oluyorsak; bizim de; “Bu lâyık değil!” diyerek mahrumlara infaktan uzak olmamamız îcâb eder.

İnfâkın, malın kaderini göstermesi hikmetini, büyük çapta da değerlendirmişlerdir. Bir milletin servetini sarf ettiği yere bakıldığında, o kazancın helâliyet durumunu tespit etmek mümkündür. İşte ecdâdın günümüze kadar devam etmiş vakıfları…

HAYRAT MEDENİYETİ

Samimî bir hayır yarışının tezâhürleri olan camiler, hamamlar, mektepler, medreseler, hankâhlar, kervansaraylar, kütüphâneler, imâretler ve çeşmeler…

Susuz dilleri, aç karınları, boş dimağları, muhtaç gönülleri, mahrum kalpleri maddî ve mânevî ikramlarla doyuran sebiller… Onların hizmetlerinin devamından, niyetlerinin ihlâsını ve kazançlarının helâliyetini okumak mümkündür. Erbabı, böyle camilerde kılınan namazlardaki huşû farkını da hissetmektedir ki; bu mânevî atmosfer, mânevî açlık ve arayış içerisindeki turistleri bile çekmekte ve hayran hayran kendini seyr u temâşâ ettirmektedir.

Tarihte geniş topraklara hükmetmiş firavun ve nemrutlardan, zulümlerinin, fânîliklerinin ve fânîlik karşısındaki acziyetlerinin birer nişânesi hükmündeki kasvetli mezarlıklardan başka bir şey kalmamışken; hayatlarını «i‘lâ-yı kelimetullah, tâzim li-emrillâh, şefkat alâ-halkillâh» prensiplerine vakfetmiş sultanların, vezirlerin, cümle hayır sahiplerinin defterlerine hâlâ taptaze, canlı sevap kayıtlarının yazılmakta olması, gören gözler için ne ibretli bir tablodur.

Firavunlar, daha yüksek piramitler yapmak için yarıştılar. Âd kavmi, tepesinden köleler atarak eğlendikleri kuleler dikmekte yarıştılar. Zâlim Roma hükümdarları; zayıf ve bîçâre ilk hıristiyanları, aslanlara parçalattırdıkları arenalar inşa etmekte yarıştılar. Kārunlar kendilerine dünyada hazin bir mezar toprağı, âhirette de ateşten birer damga olacak altınlar, gümüşler biriktirmekte yarıştılar.

Sonra onlar ellerinde ne varsa bırakıp; yaptıkları israfların, sefâhatlerin, zulümlerin ve haksızlıkların hesabını vermek üzere mahşere yollandılar.

Bu nazarla bakıldığında tarih, beşeriyete ne büyük bir ibret ve irşad âbidesidir! Üzerimizdeki güneş; bir müddet Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semûdların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harâbelerinin üzerine haşmetle doğan aynı güneştir.

Peygamberler, sahâbîler, sâlih zâtlar ve ârif âlimler ise, hayırda yarıştılar. Faydalı ilimde yarıştılar. Nesli ihyâ için yarıştılar. Fedâkârlıkta yarıştılar. Hayır müesseseleri, maddî ve mânevî îmarda yarıştılar. İslâm sancağını, en ileri noktaya taşımakta yarıştılar. Gönülleri fethetmekte, kırık kalpleri sarmakta yarıştılar.

Onlar; aynı yarış heyecanı içinde, hiç hız kesmeden hesap gününde de şimşekler gibi cennete vâsıl olacaklar. Hayır yarışından geri kalanların, cimrilik edenlerin, korkaklığa, bencilliğe, ahmaklığa dûçâr olanların süründüğü hengâmda; onlar yine herkesi geçecekler, uçup gidecekler.

Herkes o gün anlayacak ki, onlar aslında vermediler; aldılar. Dağıtmadılar, topladılar. Kaybetmediler, kazandılar. Eksilmediler, çoğaldılar. Fakirleşmediler, zenginleştiler.

Çünkü Cenâb-ı Hak yolundaki her infak, aslında Cömertler Cömerdiyle bir alışveriştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

SEVİNİN!

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu); Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir va‘ddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

Ahmed bin Ebû Verd -kuddîse sirruhû- buyurur ki:

“Üç şey vardır ki, bir velî kulda arttıkça güzel hâlleri de artar:

a. Makamı yükseldikçe tevâzuu artar.

b. Ömrü uzadıkça hizmeti artar.

c. Malı çoğaldıkça cömertliği artar.”

Dünyada bir yarışma olsa; insanlar ödüllere bakarlar, mükâfâtı verecek kuruluşun şöhret ve kudretine nazar ederler. Yarışmalara iştirak; verilen mükâfâta ve yarışmayı îlân eden müessesenin gücüne göre olur. Cenâb-ı Hak soruyor:

“Va‘dini yerine getirmekte Allah’tan daha sâdık kim vardır?”

Rabbimiz; «Hanginiz en güzel amelde bulunacak?» (el-Mülk, 2) davetiyle bir müsabaka, bir imtihan îlân etti. Kazananlara vereceği mükâfat öylesine muhteşem ki; onu ne bir göz gördü, ne bir kulak işitti, ne bir muhayyile onun hayalini kurdu. Zira;

“Allah’tan daha cömert kim vardır?”

O’nun dînine yardım bizim vazifemiz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

O’nun kulları bize zimmetli. Eğer vazifemizi ve mes‘ûliyetimizi yerine getirirsek, O da bize karşılığını verecek.

“Allah’tan daha vefâlı kim vardır?”

Cenâb-ı Hak, bizleri; Habîbi’ne ümmet, Kitâbı’na vâris olmak imtihanında en muvaffak kulları olan ashâb-ı kiram ve evliyâ-yı ızâm hazerâtının hâllerinden hissedâr eylesin.

Hayırda yarışan, ihlâs ile infak yolunda koşan, nefsinin ve şeytanın engellerine takılmadan hayrın kemâline, Rabbin Cemâl’ine vâsıl olanlardan eylesin.

Âmîn!..