YARIŞMALARIN EN GÜZELİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

İnançsızlığın moda hâline geldiği dönemde, bazı inkârcılara;

“Hayatın anlamı nedir?” sorusu sorulmuş.

Sartre gibileri;

“Hayatın anlamı yoktur, insan kendi hayatına kendisi anlam verir.” gibi şeyler söylediyse de insanın kendi uydurduğu bir anlamın tatmin edici olmayacağını kabul edecek kadar akıllı olan Freud’un cevabı, itiraf gibidir:

“Hayatın anlamını ancak din söyler.”

Bir dostuyla yazışması sırasında dile getirdiği bu hakikat, o günden beri değerinden bir şey kaybetmemiştir aslında. İnsan bu dünyada kendini bulduğu andan itibaren; kendi varlığını değerli kılacak, fiillerine bir gaye ve hayatına düzen getirecek bir değerler manzûmesine tutunma ihtiyacı hisseder. Hayat yürüyüşünün, sürekli, olduğu yerde dolanmak, bir ileri bir geri gitmek, kararsızlık, deneme yanılma ve pişmanlıklarla geçip gitmemesi için; doğru bir yöne yönelmek, tutarlı bir gayeye göre adımlarını atmak ister. Çünkü hayat emek ister; acılara, yüklere, en azından can sıkıntısına sabır ister.

Aklı eren kişilerden biri;

“Mutluluk can sıkıcıdır.” demiş. Her ne kadar maddiyatçı düşüncenin babası Epikür gibiler;

“Tok olmak, üşümemek, işte tanrıları kıskandıracak saâdet…” demişlerse de çağımızda açıkça gördüğümüz gibi hiç de öyle olmamaktadır. Günümüzde her yaştan insan; gerçek hayatta mevcut bulunmayan kahramanlıkları, bir gayeye adanmışlığı, mücadeleyi, riski, senaryolarda veya sanal oyunlarda aramakta ve ruhların «bir gaye için adanma, yarışma, mücadele etme» ihtiyacını avutan bu sahte hikâyeler, başlı başına bir sektör teşkil etmektedir. Geçtiğimiz asırda;

“Kahramanlığın modası geçti, artık mantık çağı…” diyenler, bu çağı görselerdi, belki hakikî kahramana hasret çeken ama sahte kahramanlarla uyuşup avunan bir nesille karşı karşıya olduklarını göreceklerdi.

Gerçekten de dünya hayatının bir düzene ve istikrara kavuşmuş olması, insan rûhu için mutluluk verici olmaya yetmez; çünkü dünya sonludur. Belki sonu olmasaydı; belli bir rutin hâlinin devam edip gitmesine ruhlar alışır, bunda huzur bulurdu. Ama hayatın kıyısındaki ölüm uçurumu, bizi ister istemez bir sorgulamaya iter. Gençlik zamanında önüne gaye diye konulan; servet, makam, mevkî, kariyer ve benzerleri için yarışmaya kendini kaptıranların dahî, orta yaşa gelince;

“Bunlar için bu kadar uğraşmama değdi mi? Hayatımı değerli kılacak şeyler bunlar mıydı?” diye sorması bundandır. Ölümün yaklaştığını hissedince; gençlikteki hayat kavgası, üstün gelme yarışı insanı tatmin etmez olur. Modern psikolojinin orta yaş krizi diye adlandırdığı bunalımın asıl sebebi de budur.

Çünkü ruhlar, bedenin gençlik dinamizmini kaybettiğini görünce; o zamana kadar duyuramadıkları seslerini vicdana işittirir ve;

“Bak gençlik gidiyor, hayat bitiyor. Kalıcı olmadığına göre demek ki hayat bir şey için verilmiş. Peki, o nedir?” diye düşündürmeye çalışır. Kimileri bu sesi anlamazlıktan gelip kendilerini alkole verse, işini, yuvasını terk edip birden bire hayallerinin ve arzularının peşinde koşarak güya; «hep içinde kalmış» şeyleri yapsa, hattâ hazır önüne konulmuş; «ölmeden önce yapılması veya görülmesi gerekenler» listesini tamamlamaya girişse de boştur. Bunlar da rûhu ancak biraz daha avutmaktan başka bir işe yaramaz. Çoğu insan, ancak ölüm döşeğine düştükten sonra uyanır asıl hakikate… Bu hayatı kendisi yaratmadığına göre, onu mânâlı ve kıymetli hâle getirmenin yolunu da kendi kendine bulamayacağını ancak o zaman fark eder. Ama iş işten geçmiş olur…

Hâlbuki zamanında hayat yolcularına rehberlik etmek için gönderilmiş elçiye kulak verenler, hayatı mânâlı ve değerli hâle getiren hakikate tutunmakta böyle geç kalmazlar. Onlar bilirler ki;

“Ölümü ve hayatı yaratan (bunu bir gaye için yaratmıştır.) Hanginiz daha güzel, iyi amel yapacak, sınayalım diye…” (el-Mülk, 2)

Evet, dünya bir güzellik yarışmasıdır, ama insanların dışına değil daha çok içine ve tesirleri iç âleme yerleşen amellerine bakılan bir güzellik yarışması.

Güzellik yarışması denilince akla dünyadaki kötü örneklerden ötürü, kötümser bir düşünce gelir. Çünkü dünyadaki güzellik yarışmaları, özünde bir yarışma değil bir seçimdir. İnsanın bir malzeme gibi kusur arayıcı gözlere arz edildiği, hiçbir sûrette elinde olmayan özellikleriyle değerlendirildiği, acımasız bir elemeye maruz kaldığı ve yarışmayı kazanmak adına hiçbir şey yapamayacağı bir yarış… Bir yarışmanın olmazsa olmaz şartı olan adâletten ve yarışmanın yarışmacılara sağladığı faydalardan mahrum bir anlayış.

Aslında şu dünyada önümüze konulan diğer yarışların da bu güzellik yarışmalarından bir farkı yoktur. Meselâ gençlerin önüne konulan tahsil, servet, makam, kariyer yarışı; daha mı âdil, daha mı faydalıdır? Hayır. Bu yarışlarda da insanın doğuştan sahip olduğu zekâ, yetenek, iyi bir tahsil alabileceği imkânlar ve tahsilini değerlendirme bakımından önüne çıkan kısmetler gibi çok da elinde olmayan, kaderin bir cilvesi olmaktan öteye geçmeyen nasipler belirleyicidir. İnsanlar bu yarışta da, tıpkı güzellik yarışmasında olduğu gibi, Allâh’ın doğuştan verdiği ve onu piyasada kullanılır, işe yarar hâle getiren nitelikleri yönünden seçim ve elemeye tâbî tutulmaktadır. Özünde insana malzeme muamelesi yapan bir ayıklama ameliyesidir bu…

İstediği nitelikteki insanları seçip, bir müddet istihdam eden, kendi sistemine göre biçimlendirip kullanan ve sonra yenilerini yetiştirince eskilerini ıskartaya çıkaran… gençlik zekâsını, gücünü emip tükettikten sonra kalıntısını, eline emeklilik ikramiyesi tutuşturarak ölümü bekleyeceği bir tatil kasabasına terk eden ekonomi makinesinin, insanları eleyip tasnif etmesinden başka bir şey değildir. Tek fark, insanları elerken doğuştan getirdiği yetenekleri ekonomik değerlere dönüştürsün diye çalışkanlığa da puan va‘detmekte, böylece insandaki yarışma rûhunu kullanarak, hayatını adamaya ikna etmektedir. Ancak insanın bütün bu koşuşturmaların neticesinde daha öte, daha mânevî bir gayesi yoksa; sadece bizâtihî bu yarışa kendini kaptırdıysa ulaşacağı sonuç hüsran olacaktır. Çünkü hiç kimse, dünya yarışında elde ettiği puanlarla hakikî mânâda tatmin olmayacaktır.

Hâlbuki «amel güzelliği bakımından yarışma» dünya yarışmalarına hiç benzemez. Çünkü bu yarış; bir yarıştan beklenmesi gereken bütün niteliklere sahip, gerçek bir yarıştır. Her şeyden önce bu yarışta sonsuz saâdet gibi hakikî bir mükâfat ve bu mükâfatı kazanırken elde edilen Yaratıcı’nın beğendiği bir hâle kavuşmak gibi hakikî değerler mevcuttur. İnsan rûhunun aradığı, hem kendini geliştireceği hem de bunun neticesinde hüsran duygusuna kapılmayacağı bir sonuca ulaşacağı asıl yarış budur.

Hem bu yarışta, bir yarışta mutlaka olması gereken; «adâletli muamele» tam olarak mevcuttur. Çünkü bu yarışta; dışa, sûrete bakılmadığı için, erkek, kadın, yüksek zekâlı, orta zekâlı, maddî yönden nasipli veya mahrum olmak farka sebep olmaz. Bu yarışta herkese; kendi çalışmasının karşılığından en yüksek pay, en iyi kazanç vardır.

Çünkü bu yarışta puan; iç âlemi güzelleştiren, sahih îman, samimî niyet, düzgün amel ve bunların yerleşip hüsn-i ahlâk hâline gelmesi ile kazanılmaktadır. Bu puanları kazanmak, herkesin kendi elindedir. Zaten bu yarışta hiç kimse de kendi elinde olmayan bir şeyden sorumlu tutulmamakta; kendi hak etmediği, doğuştan verilmiş bir şeyle üstün olmamakta; ancak takvâ ile üstünlük puanı kazanmaktadır.

Bu öyle bir yarışmadır ki, kurallarını kavramak için yüksek bir zekâ gerektirmez, çünkü incelikleriyle anlamasan bile inanman yeterli olmaktadır. Bir mevzuyu anlamak hususunda herkesi eşit hâle getirmek mümkün olmayabilir ama inanmak noktasında herkes eşittir. Hattâ ümmî bir kocakarı; kafasında bin tane mesele olan bir filozoftan daha kolaylıkla, arı-duru bir şekilde inanabilir. Öte yandan diğeri de onca meseleye dağılmak yerine, kendisini ilgilendiren asıl meseleye odaklanırsa kolaylıkla doğruyu bulabilir.

Bu yarışta amel işlemek bakımından da herkesin toplamda müsâvî bir durumu vardır. Belki bazı ameller imkân gerektirir ama herkesin ameli de kendi imkânına nisbetle puanlanacağı için, zorlu şartlara rağmen güzel amel işleyenlerin puanı yüksek olacaktır. Meselâ düzenli kazancı olup, bolca zamanı olan kişinin nafile amellerden alacağı sevabı; helâl kazanç için çalışmak zorunda olan bir kimse, sadece farzları îfâ ederken de kazanabilir. Yahut bir avuç hurma sadaka veren bir düşük gelirli, sandık sandık altın harcayarak imâretler yapan bir sultandan daha kazançlı olabilir.

Bunların da ötesinde, bu yarışı âdil ve tehlikesiz hâle getiren en önemli özelliği; puan getirecek hâl ve hareketlerin önceden belli olmasıdır. Kuralları baştan bilinmeyen, kazanılmasının mümkün olup olmadığı meçhul bulunan bir yarışa; kimse girmek istemez. Ancak bu yarışmanın kuralları bellidir ve kazananı mevcuttur.

Kalbi; bâtıl inançlardan, şüphelerden ve şirkten arındırma, devam edilen sâlih amellerle cilâlama, yüksek ahlâk ve meziyetlerle bezeme yarışında ortada yaşanmış bir örnek vardır. Üstelik bu örnek zirvededir ve aynı zirveye ulaştıracak olan kestirme yolu gösteren izleri de ardında bırakmıştır. (Arapçada sünnet kelimesi; «dağdaki kestirme ve emniyetli olduğu için çokça kullanılan yol» mânâsındaki kökenden türemiştir.)

Üstelik bu yarışa girenlerin işi çok kolaylaşmıştır, çünkü her çağda bu yolda rehberlik yapan âlimler, mürşidler var olacak; teşvikleriyle, muhabbetleriyle mâneviyat aşılayacaktır.

Hem bu yola çıkanlar yalnız da olmayacaktır. Başka yarışlarda yarışmacılar birbirini çelmeleyebilir, çünkü birinin kazanması diğerine kaybettirecektir. Bu yarışın bir başka güzelliği de; diğer yarışlar gibi, bir kazanan ve birçok kaybedenin olmaması, aksine herkesin kazanmasının mümkün olması, hattâ bunun hedeflenmesidir. Üstelik bu yarışta yarışmacılar; birbirine destek verdiği, yolunu doğrulttuğu kadar puan kazanmakta, hattâ vesile olduğu her puanın bir kopyası, asıl sahibinin kazancından eksilmeden onun puan hanesine yazılmaktadır. Bu da yarışmacıları; birbirlerine destek veren, azığını bölüşen, düşenin elinden tutup kaldıran, yanlış yola sapanı ikaz edip düzelten bir cemaat hâline getirmektedir.

Yarışın bir özelliği de kazanan veya kaybedenlerin yolun sonuna kadar ilân edilmemesidir. Hiç kimsenin ne kadar puan aldığı belli değildir, puan alamadığı veya puan kaybettiği de ilân edilmemektedir. Böylece kimse, inkisâra uğrayıp mâneviyatı kırılmak veya; «Nasıl olsa kazandım.» diye güvenip yarışı bırakmak gibi tuzaklara düşmemektedir.

Elbette her yarışın nihâî gayesi; yarışmacıları belli bir alanda yükselmeye, olgunlaşmaya teşvik etmektir. Dünyadaki sahte yarışmalar; yarışmacıları yorar, tüketir, kirletir ve sonra acılarıyla baş başa terk eder. Oysa hakikî yarış olan güzel amel yarışı; insanı yüceltir, kemale eriştirir ve değerli hâle getirir.