HAYIRLARDA YARIŞMANIN NERESİNDEYİZ?

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Kur’ân-ı Kerim hayırlarda yarışmamızı emrediyor.1 Ancak bu yarışma; yarışanların birbiriyle rekabet içinde olduğu, rekabet duygusuyla birbirine çelme taktığı, akla gelen her sabotajı mubah gördüğü bir yarışma mıdır?

En sıradan bir spor müsabakasında bile uyulması gereken birçok kaide olduğuna göre, elbette bu sorunun cevabı; «Evet!» olmayacaktır. Aksine şeriat ölçülerine ve İslâm’ın getirdiği mekârim-i ahlâka uymak, hayırlarda yarışmanın asgarî şartını teşkil edecektir. Çünkü hayırlarda yarışmanın nihâî gayesi; Allâh’ın mağfiret ve rızâsına ermek, cennet ve cemâle kavuşmaktır.2 Bu gaye ise Makyevelist bir anlayışla değil, dînin istediği ilke ve prensiplere titizlikle uymakla mümkün olur.

Îman prensiplerinden sonra İslâm’ın temel hedefi; can, mal, namus, din ve aklın korunmasından oluşan makāsıdu’ş-şerîayı (dînin temel amaçlarını) hâkim kılmış, adâlet duygusu ve ahlâkî erdemlerle bezenmiş bir cemiyet kurmaktır. Burada ahlâk en sonda sayılmış olmakla birlikte, ontolojik olarak diğerleriyle birlikte en başta bulunmaktadır. Çünkü İslâm’ın inanç ilkeleri yalnızca teoriden ibaret olmayıp ferdin pratik hayatıyla yakından irtibatlıdır. Gerçek anlamda tevhid inancına sahip olan kişi, bütün değer hükümlerini Allah ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den alır ve bunları hayatına hâkim kılmaya çalışır. Kaderine hükmeden yegâne varlığın Allah olduğuna inandığı için, O istemedikçe başka hiçbir varlığın kendisine fayda ve zarar vermeye kādir olamayacağını bilir; bu bilgi sayesinde sağlam bir şahsiyete sahip olur. Nübüvvet inancı, hayatına hâkim kılacağı ilke ve prensiplerin metafizik kaynağını teşkil eder. Âhiret inancı ise; mes‘ûliyet şuuru içinde bir hayat yaşamasını sağlar, adâletin gerçekleşmesini temin eden ve makāsıdu’ş-şerîanın cüz’î unsurları demek olan dînin ilke ve prensiplerini yerine getirmesinde motor vazifesi görür. Demek ki, ahlâk; sıralamada en sonda imiş gibi görünse de gerçekte dindeki yerini îmanla birlikte en başta almıştır. Bundan daha tabiî ne olabilir ki? Zaten dînin varlık sebebi, ahlâkî bir hayat yaşamayı ve ahlâklı bir cemiyet oluşturmayı sağlamaktır.

Hayırlarda yarışmanın ahlâkî prensiplerden yoksun olmayacağı, olamayacağı, ahlâkın dinde böylesine merkezî bir yere sahip olmasının tabiî bir neticesidir. Müslüman bir fert; hususî hayatında, başkalarıyla olan münasebetlerinde, alışverişinde, iş hayatında, mesleğini icra ederken ahlâkî prensiplerden taviz vermez. Menfaat hesaplarıyla zikzaklar çizip dün A dediğine bugün B demez.

Buraya kadar kaydettiklerimiz çerçevesinde bir muhasebe yapacak olursak; vaziyetimizin hiç de iç açıcı olmadığını, birçok zâviyeden hayırlarda yarışmanın asgarî şartlarını bile hâiz bulunmadığımızı itiraf etmek durumunda kalırız. Memlekette meydana gelen son hâdiseler bunun acı birer vesikasıdır: Meğer bu ülkede gazetecilik diye bir meslek yokmuş. Her gün çarşaf çarşaf çıkan o yazılar, halkı bilgilendirmeye matuf değil de halkı bir yerlere kanalize etmeyi amaçlayan birer propaganda aracından ibaretmiş. Bakıyorsunuz; birkaç gazete bir grubun propagandasını yapıyor, diğer bir kısım gazete ise bir başkasının… Bazı televizyon kanalları bir grubun propagandasını yapıyor, diğer bir kısmı bir başkasının… Gerçekten mesleğinin gereğini yapanlar müstesnâ, o gazetelerin köşelerinde her gün bir «döktürü» yazan, televizyon kanallarında kallâvî lâflar eden köşe yazarları da meğer birer propagandistten ibaretmiş. Muharririn dünya görüşüyle, gazetesinin yayın politikası arasında doğrudan bir bağlantı olmadığı, muharririn değerlendirmelerinde hür olduğu düşüncesi; meğer bir vehimden ibaretmiş, bir fantezi imiş! Ahlâkın tam da lâzım olduğu böyle kritik zamanlarda meğer birçoğu patronlarının istediği şarkıları söyleyen birer korist oluverir, daha dün kendilerinin nitelendikleri bir kısım bildik sıfatları başkalarına yakıştırıverirlermiş… İslâm ahlâkı bir tarafa, meslek ahlâkıyla, ilkeli olmakla, şahsiyetle bağdaşır yeri var mıdır bunun? Bu durumu görünce hâdiseye biraz ortadan bakan birkaç gazete hakkında insan; komplo teorisi üretmeden ve; «Acaba birilerinin elinde de bunların kasetleri var da, şantaj altında oldukları için mi böyle hareket ediyorlar?» demekten kendini alamıyor doğrusu.

Bir buçuk aydır yaşadıklarımız birer bıçak yarası gibi kalbimize işlemiş olsa da yukarıdaki sıraladığımız türden birçok acı gerçeği öğrenmemizi, ez-cümle ülkenin derin bir ahlâk meselesiyle karşı karşıya olduğunu bilmemizi sağladı ve böyle zamanlarda sergilememiz gereken birçok hasletten mahrum olduğumuzu ortaya çıkardı. Hani müslüman,-kimseyi sorgulanamaz görmemekle birlikte- kardeşi hakkında hüsn-i zan beslerdi? Hakkında bir itham duyduğunda; “Ben bu kardeşimi tanıyorum, bu öyle bir şey yapmaz!” derdi? Hani delilsiz iddiada bulunmazdı? Aksi hâlde bunun cezâî müeyyidesi vardı? Nerede Nûr Sûresi’nin, Hucurât Sûresi’nin bize öğrettikleri?3 Hani düşmanına karşı bile adâleti elden bırakmazdı?4 Nerede Fetih Sûresi’nin öğrettiği sekînet ve vakar5 ile hareket etmek? Teennî ve vakar şöyle dursun; şu anda her iki taraf elinde ne varsa karşısındakine fırlatıyor, kardeşini karalamakta en ön safta yer alıyor ve çoğu zaman da hiçbir istisnâda bulunmuyor! Hepsinden acısı da; «El âlemi kendimize güldürdüğümüz, herkese kepaze olduğumuz yetmez mi?» demek sûretiyle bu gidişâta; «Dur!» diyecek bir arabulucunun olmayışıdır. Böyle durumlarda arabuluculuk rolünde olması beklenen kişilerin kendisi bizâtihî ihtilâfın bir tarafını teşkil ediyorsa başka ne beklenebilir ki zaten? Bu ihtilâftan kazançlı çıkacaklarını düşenen kişi ve gruplar da eminim bu kavgayı bir köşeden ellerini ovuşturarak zevkle izliyorlardır.

Hulâsa hayırlarda yarışmanın asgarî şartı ahlâkî ilkelere riâyettir. Ahlâkî ilkelere bağlı değilseniz, amaca ulaşmak için her şeyi mubah görüyorsanız; yaptıklarınız ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar takdir görürse görsün asla mûteber değildir.

_____________

1 Âl-i İmrân, 3/114; el-Mâide, 5/48.

2 Âl-i İmrân, 3/133; el-Hadîd, 57/21.

3 en-Nûr, 24/12-13, 15-16; el-Hucurât, 49/12.

4 el-Mâide, 5/8; ayrıca bkz. en-Nisâ, 4/135.

5 el-Feth, 48/4, 26.