İLÂHÎ RAHMETE KOŞUN!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Her yerde ve her şeyde bir koşturmaca.

Trafik yoğun.

Çünkü hayat, ihtiyaçlar ve hedefler ekseninde devamlı bir koşmaya bağlı.

Kâinatta mola yok.

Bir saniye bile…

Ne varsa, hareket ve gayret hâlinde. Bilâ-istisnâ, yürür değil, koşar vaziyette.

Koşan, çünkü hedeften kopmaz; gayeden ayrılmaz; maksada paralel bir gidişâtın bereketli neticesine mazhar olur.

Koşmayan ise; durgunlaşır, yosunlaşır ve bozulur.

Yani;

Koşmak şart.

İnsanlar;

Koştukça âgâh olurlar ve uyanık yaşarlar. İstikametten çıkmazlar. Koşmayıp da uyuyanların fark edemediği tuzak dolu yanlış yolların zebûnu olmazlar. Hele hüsrana hiç saplanmazlar.

Hani;

Uçağa kalkıştan önce yetişmek isteyen ve koşarak giden uyanık bir yolcu, asıl gayeyi unutup da hiç kendisini sağa-sola kaptırır mı? Ayağına diken batsa bile, hiç onunla oyalanıp boşa vakit harcayabilir mi? Hiç, uçağa yetişmekten başka bir mesele, onun gündemini işgal edebilir mi?

Ne mümkün!

Fakat;

Vakitten habersiz olan ve sallana sallana yürüyen gafil bir yolcu için aynı durum geçerli midir? Ya da evinde oturup uykuya dalmış daha gafil bir yolcu için aynı durum mevzubahis midir? Elbette değil.

Yani;

Şu kısacık ömürde koşarak yaşamaktan başka çare yok.a

Kim başarılı bir netice isterse koşmak zaruretinde.

Onun için bu dünyada herkes durmadan koşuyor.

Hedefler, gayeler, istekler, arzular, niyetler ve idealler; birer ateş damlası gibi kimin yüreğine ne kadar düşse, o, o kadar onları yerine getirmek için koşuyor da koşuyor.

Öyle ki;

Doğru-yanlış demeden de koşuluyor.

İstikamet ters mi, düz mü bakmadan da koşuluyor.

Şuurlu da, şuursuz da koşuluyor.

Lüzumunca da, gereksiz ve rastgele de koşuluyor.

Yani;

Sevaba da günaha da koşuluyor.

Hayra da şerre de koşuluyor.

Nemrud’a da İbrahim’e de koşuluyor.

Ebû Cehl’e de Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya da koşuluyor.

Yani;

Hakk’a da bâtıla da koşuluyor.

Yani;

Nerede furya,
Oraya hürya!

Yarınlar meçhul,
Bugünler var ya!

Kâh beden mülkü,
Kâh gönül parya.

Kimisi timsah,
Kimi kanarya.

Seyrî, kimi çöl,
Kimisi deryâ,

Her mevsim;

Çöllerde kum fırtınaları, deryalarda ise dalgalar cirit hâlinde.

Her birinin menzil-i maksûdu ayrı ayrı.

Her biri kendi ayrılığına doğru.

Her biri koşuyor.

Zira, olumlu veya olumsuz, illâ koşunca ulaşılıyor.

Daha doğrusu;

Ulaşmak isteyenler, habire koşuyor bu âlemde.

Fakat nereye?

Buna;

Yığınla gayenin, çalkantının ve bin bir hâdisenin ortasında yığınla cevap var elbette.

Ancak;

Gerçek cevap, oradan oraya koşuşturup duran insanlara, ilâhî talimat olarak şöyle:

“KOŞUN;

◆ Rabbinizin MAĞFİRETİNE / BAĞIŞLAMASINA ve

◆ CENNETE…

(O cennet ki) genişliği, yeryüzünü de gökleri de içine alır. Takvâ sahipleri için hazırlanmıştır.” (Âl-i İmrân, 133)

Emr-i Mevlâ, açık:

◆ Mağfirete / bağışlanmaya ve cennete koşulacak…

Koşmanın istikamet yolu da;

◆ Takvâ…

Bu ölçülere uygun şekilde koşmanın şartları ve koşanların taşıması gereken özellikler ise; gelen âyetlerde oldukça sarih, öz ve özet bir şekilde ifade ediliyor:

“Onlar;

◆ BOLLUKTA VE DARLIKTA İNFAK EDERLER.

◆ ÖFKELERİNİ YUTARLAR.

◆ İNSANLARIN KUSURLARINI AFFEDERLER.

Allah, (bu) ihsan sahiplerini sever.

Onlar;

◆ Fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde ALLÂH’I ZİKREDERLER.

◆ GÜNAHLARININ BAĞIŞLANMASINI DİLERLER.

Günahları Allah’tan başka bağışlayan kim vardır? (şuuru içinde),

Onlar;

◆ YAPTIKLARINDA BİLE BİLE DİRENMEZLER.” (Âl-i İmrân, 134-135)

İşte;

İlâhî rahmete koşmak, bu vasıflarla gerçekleşince;

“Onların karşılığı;

‒Rablerinden mağfiret/affedilme,

‒İçinde ebedî kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetler…

(Elbette ilâhî rahmete koşarak) çalışanların ecri ne güzeldir!” (Âl-i İmrân, 136)

Bütün mesele;

İlâhî rahmete koşmak, tabiî şartlarına göre koşmayı bilerek.

Çünkü insanoğlu, nereye koşuyorsa, her şeyi ona göre. İstekleri, hevesleri, idealleri, duyguları, düşünceleri, gayretleri, hayatı ve ölümü de ona göre. Yani insanın bütün gündemini ve özelliklerini, kişilik ve gidişâtını; ömür boyu koştuğu yön, koştuğu yer ve nasıl koştuğu belirliyor.

Eğer koşuş, mahiyetiyle birlikte ilâhî rahmete ise insan; meleklerden de üstün, mükemmel bir varlık. Varlığın gözdesi. Ebedî vuslatın bahtiyarı.

Lâkin o koşuş, şayet tersine ise; o zaman insandaki bütün güzellikler de tersine. Kötülük, gaflet ve hüsran yönüne.

Bu bakımdan gönül dünyasına hâkim olan duygular çok mühim.

Hangi duygular kalbi işgal etmişse, insan onların peşinde koşuyor bir ömür. Bağrına aşk-ı ilâhî düşenler; birer gönül dergâhı hâlinde Mevlânâ oluyor, Yûnus oluyor, Hüdâyî oluyor ve toplumlarını en zor zamanlarda bile hidâyet, mâneviyat ve huzur ile yoğuruyor, kardeşlik binalarını vahdet sırrıyla sapasağlam hâle getiriyor. Kalbine müjde-i Peygamber nasip olanlar; Akşemseddin oluyor, Fatih oluyor.

Ama;

İçini hırs ve nefsâniyet kaplayanlar; boynunu şeytan tasmasına kaptırıyor, hayatını ihtiraslar peşinde ziyan ediyor.

Unutmamalı:

Olursa cennete kör, ihtiras peşinde ömür,
Olur sonunda kıyâmet cehenneminde kömür!

Hakikat;

İç dünyamızın hâli.

Bu yüzden tasavvuf, iç dünyanın nasıl olduğu ve olması gerektiği hususuyla çok alâkalı.

Çünkü iç dünya, insanın gerçek amel defteri.

Orada ne var, insan o.

Herkesin gerçek ameli, iç dünyası.

Şu tarihî misal, pek mânidardır:

Akkoyunlu Devleti’nin hükümdarı olan Uzun Hasan, haset ve düşmanlık duyguları içinde kendisine rakip olarak gördüğü ve bertaraf etmek istediği Fatih Sultan Mehmed Han’a güya hediyeymiş gibi süslü bir kutu göndermişti. Açıp baktılar ki, içerisi olmadık haşeratla dolu. O süslü kutu; tamamen yılan, çıyan, akrep vesaire kaynıyordu. Kapalı gelen o kutuda Uzun Hasan’ın Fatih Han’a mesajı gayet açıktı:

“‒Sana yapacaklarım, bunların yapacaklarıdır!”

Fatih Han’ın vezirleri bu vaziyet karşısında köpürdüler. Hışımla dediler ki:

“‒Sultanım! Ferman buyurun, bu kutunun içerisini bunlardan daha beter haşerat ve daha korkunç varlıklarla doldurup öyle iade edelim! Hak ettiği karşılığı aynıyla gösterelim.”

Bileği en dinç yaşın gençliğine, yüreği de Akşemseddin olgunluğuna sahip olan Fatih Han ise;

“‒Hayır, asla!” dedi ve ekledi:

“‒Bu kutuya böyle kötü şeyler değil, en güzel ve kıymetli şeyler koyun. Onu misk-i anber ve inci-mücevher ile doldurun. Öyle gönderin!”

Bir vezir itiraz etti:

“‒Nasıl olur sultanım; o haddini bilmezin yaptığı şu ağır davranış, yanına kâr mı kalacak?”

Çağlara hükmeden Fatih Han, vezirine sükûnetle bir müddet baktı ve sonra şu tarihî cevabı verdi:

“‒Bilmez misin ey paşa, herkes kendi içinde ne varsa, onu ikram eder.”

Demiş oldu ki:

“‒Çok şükür; bizim içimizi büyüklerimiz, ulvî güzelliklerle doldurdu. Çok şükür; bağrımızda yüce hasletlerin ve gayelerin aşkı var. Çok şükür; İslâm’ın o muazzam fazîletler medeniyetini yaşatma coşkusu var. Yüreğimizde ancak kâfirlere çetinlik, müslümanlara ise yumuşaklık var. Bu yönde her zaman sarsılmaz bir din kardeşliğimiz ve îman şuurumuz var. Çünkü kalbimiz, Hazret-i Peygamber’in mukaddes müjdelerine erişmek arzusu ve iştiyakı ile yoğrulmuş hâlde. Çünkü terbiyemizde Kur’ân edebi var. O edebin içinde de nasuh tevbesi var; erenlerin ihlâsı var. İllâ ki merhamet, şefkat ve af var. Çünkü dimağımızda daima mahşerdeki hesabın ve azabın tefekkürü var. Bu itibarla yaşadığımız devrin ve oluşturduğumuz tarihin ebediyete doğru akışı etrafında çok şükür ki gönlümüzde, hâdiselerin cehennemî alevlerini güzel ahlâk ile cennet güllerine dönüştürmenin derdi ve dâvâsı var.

Çünkü hayat koşumuz;

Ancak ilâhî rahmete…

Dolayısıyla;

Kim ne ikram ederse etsin, bizden sâdır olacak ikram, sadece ilâhî rahmettir. Ulvî güzelliklerdir. Kur’ân edebidir. Tevbedir. Erenler ihlâsıdır. Kardeşliktir. Fazîletler medeniyetidir. Gönüller fethidir. Hep beraber müjde-i Peygamber’e nâiliyettir.”

İşte;

Sultan Mehmed’i Fatih yapan gönül sırrı!

İşte;

Onu peygamber müjdesine nâil eden olgunluk, ahlâk, fazîlet ve İslâm edebi…

Ne kadar güzel bir ufuk!

Özellik özellik yaşayarak ilâhî rahmete koşmak.

Herkes, başkasından önce kendisine sormalı:

İçte ne var?

Çünkü insanı yöneten o iç.

O içte ne varsa, insan daima o.

Bal küpünden bal sızıyor, sirke küpünden sirke, zehir küpünden de zehir.

Hiçbir bahane;

Gönülleri zehir küpü yapmaya mazeret değil.

İnsanoğlu, sadece rahmete muhtaç. Sadece ilâhî rahmete koşmak zaruretinde.

Tekrar tekrar kendimize sormalıyız:

Nereye koşuyorsun?

Cennete mi, cehenneme mi?

Azaba mı, rahmete mi?

Kime koşuyorsun?

Şeytana mı, Rahmân’a mı?

Nasıl koşuyorsun?

Şer ile mi, hayr ile mi?

Niçin koşuyorsun?

Helâk için mi, kurtuluş için mi?

Ölmeden bir bak;

İçinde ne var?

Amel defterini şimdiden oku:

İçinde ne var?

Bunu düşünürken;

Ömrünün kalan sayfalarını nasıl doldurman gerektiği hususunda şu ilâhî fermanlara bilhassa kulak ve gönül ver:

“…Allâh’ı ZİKRE KOŞUN!..” (el-Cum’a, 9)

“HAYIRLARA/İYİLİKLERE KOŞUŞUN! Hepinizin dönüşü Allâh’adır.” (el-Mâide, 48)

“Herkesin yöneldiği bir yön vardır.

BİRBİRİNİZLE, HAYIRLI İŞLERDE YARIŞIN!

Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar. Allah şüphesiz her şeye Kādirdir.” (el-Bakara, 148)

Şunu güzelce kavramalı:

Allah yolunda yarış, bir diğerinin kaybetmesini gerektirmeyen bir yarıştır.

Onun dışındaki bütün yarışlarda birinin kazanması, binlercesinin kaybetmesi vardır.

Sadece ulvî yarış, kişinin hem kendisine hem de herkese kazandıran bir yarıştır.

Çünkü o;

Hayr yarışıdır.

İyilik yarışıdır.

Takvâ yarışıdır.

Rahmet yarışıdır.

Cennet yarışıdır.

Böyle mübârek ilâhî yarışlar içinde olanlar, daima yücelmiş, yüce hasletlerle donanmış, müstesnâ ve âbide şahsiyetler olmuşlardır. Onları Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de yüksek özelliklerine dikkat çekerek şöyle methediyor:

“Onlar ki;

Rablerinin azametinden korkarak titrerler,

Onlar ki;

Rablerinin âyetlerine inanırlar,

Onlar ki;

Rablerine eş koşmazlar,

Onlar ki;

Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verirler,

İşte onlar;

(Daima) HAYIRLARA KOŞUŞURLAR ve bu yarışta önde olurlar.” (el-Mü’minûn, 57-61)

İşte onlar;

Sonsuz mükâfata nâil olacak bahtiyarlar.

Çünkü onlar;

İlâhî rahmete koşan akıl ve basîret sahipleri.

Adâlete, şefkate, hayr u hasenâta, Allâh’a ve cennete koşanlar…

Ne mutlu o koşanlara!

Aynı şekilde koşmayanlara ise çok yazık!

İlâhî rahmete o koşmayanlar, mahşer gününde bomboş hâlde koşup duracaklar, fakat nâfile. Âyet-i kerîme âşikâr:

“Sakın;

Allâh’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma;

Allah; onları, gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar ertelemektedir.

O gün;

◆ Başları kalkmış,

◆ Gözleri kendilerine dönemeyecek şekilde sabit kalmış,

◆ Gönülleri bomboş hâlde;

Koşup duracaklardır.” (el-A ‘râf, 42-43)

“De ki (ey Rasûlüm!):

«‒Öyleyse (şimdi, dünyada iken, ölmeden önce) ALLÂH’A KOŞUŞUN!»” (ez-Zâriyât, 50)

“… Eğer inanmışlar iseniz; BU DAVETE KOŞUN!” (el-Hadîd, 8)

“Ey insanlar!

◆ Rabbiniz tarafından BAĞIŞLANMAYA,

◆ Allâh’a ve Peygamberine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan CENNETE KOŞUŞUN!

Bu;

Allâh’ın dilediğine verdiği lutfudur. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (el-Hadîd, 21)

Şu fânî âlemde;

Her türlü enâniyetten, bencillikten, kötülükten, hasetten, kibirden, zulümden ve hakka düşmanlıktan sıyrılıp da tertemiz bir şekilde büyük lutfa koşanlar ve bu yolda yarışanlar, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da üzerlerine yemin ettiği bir değere sahip olmuşlardır.

Âyetlerde buyurulur:

“YARIŞTIKÇA YARIŞANLARA and olsun!” (en-Nâziât, 4)

“Allah yolunda KOŞTUKÇA KOŞANLARA and olsun!” (el-Âdiyât, 1)

Koşmak;

Allah yolunda kıymetli.

Rüzgâr O’na koştuğu için esiyor. Atlar O’na koştuğu için coşuyor. Sular O’na koştuğu için çağlıyor. Ağaçlar O’na koştuğu için meyvelerle doluyor. Kâinat O’na koştuğu için hiçbir aksama yaşamadan muhteşem bir kudret nişânesi hâlinde deveran ediyor.

Bütün sonsuz fezalarda da küçücük bir atomun içinde de Allâh’a koşuş; muazzam, müstesnâ ve mükemmel. Mütenasip ve kusursuz.

Sadece insanoğluna ait imtihan dünyasındaki koşturmalar tezat dolu.

Yeryüzündeki hâdiselerin koşturması, koşması çeşit çeşit.

Kimi sevaba, kimi gazaba.

Akan seller misali, her mesele bir yerlere doğru koşuyor.

Bazısı faydalar dağıtarak, bazısı zararlar yayarak koşuyor. Kimi yapıyor, kimi yakıp yıkıyor. Gidişin Allah huzûrunda noktalanacağını bilmeden koşanlar, târumâr ediyor. Hesabı umursamadan koşanlar, felâket ve dehşet saçıyor. Bu yüzden İslâm dünyası zâlimlerin kanlı ellerinde inim inim inliyor.

Çare;

Rahmet-i ilâhî ekseninde bir hayat koşusu.

Merhamet ve şefkat koşusu.

Mazlum ve mağdurlara yardım koşusu.

Bütün yaralara merhem olabilecek bir hidâyet koşusu.

Çare;

İllâ ilâhî rahmete doğru koşmak, koşmayı bilmek.

Îman ve amel-i sâlih ile.

Takvâ ile.

Allâh’ın neden ve nasıl râzı olduğunu idrak ederek.

İyilik yarışı yaparak.

Tıpkı asr-ı saâdetteki gibi.

Şu ebedî müjdeye mazhar kılacak şekilde:

“İyilik yarışında öne geçen ilkler;

•Muhâcirler,

•Ensar ve

•Onlara güzellikle tâbî olanlar var ya,

İşte;

•Allah onlardan râzı olmuştur,

•Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (et-Tevbe, 100)

Ne mutlu!

Hayırda yarışanlara ne mutlu!

Her türlü azaptan Allâh’a sığınıp ilâhî rahmete koşanlara ne mutlu!