ABDÜLEHAD NÛRİ EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

«Dünya, aşk-ı ilâhîye mübtelâ olanlar için zindan hükmündedir!»

ABDÜLEHAD NÛRİ EFENDİ

Abdülehad Nûri Efendi; gözü mâsivâyı görmeyen âşık ile, sevgisini Allah’tan başkasına da tahsis edebilen zâhid arasında fark olduğunu söyler. Âşık; gayesi uğruna, aşkın zorluk ve meşakkatlerinden, mâşûka giden yolun dikenlerinden zevk duyar. Ona aşkın bâdesi lezzet verirken, zâhid ondan acı tadar. İşte bu yönüyle, âşıkla zâhid arasında binlerce berzah mesafe vardır. Eğer zâhid aşk yolunda yürümezse, Hakk’a vâsıl olamaz.

Bize lezzetli gelir; bâdesi aşkın, sana telh,
Zâhidâ vardır aramızda hezâran berzah.

***

Bu ay sizlere;

“Zâhid hep maddî olana yönelir. Hakk’a vâsıl olmak varken, cennet hûrîlerine gönül bağlar. Âşık ise bilse ki, Hakk’a giden yol cehennemden geçer; cennete hiç itibar etmez, cehenneme doğru yürür!” diyerek, izzete kavuşmanın yolunun aşkın kulu olmaktan, yani Hakk’a varan yolun aşktan geçtiğini söyleyen bir «Gönül Sultanı»nı, Abdülehad Nûri-i Sivâsî Hazretleri’ni tanıtmaya çalışacağım.

KIRK ERBÂÎN ÇIKARMIŞTI!

Abdülehad Efendi, 1594’te Sivas’ta dünyaya geldi. Babası, Kadı Muslihiddin Mustafa Efendi; annesi, Abdülmecid Sivâsî Hazretleri’nin kız kardeşi Safâ Hatun’du, yani Sivâsî Hazretleri dayısıydı. Abdülehad Nûri Efendi; hem ilmî, hem de tasavvufî sahada kıymetli eserler telif etmiş köklü bir aileye mensuptu. Aile efrâdı, yaşadıkları devrin önde gelen âlim ve sûfîleriydi. Babasının amcası ünlü âlim Şemseddin Sivâsî; vefatına yakın, Abdülehad Nûri henüz üç yaşlarında iken;

“Abdülehad’ı bana getirin!” dedi. Onu bir saat kadar bağrına basıp, kendisine tam teveccühte bulundu. Abdülehad Nûri bu büyük zâtın duâsına mazhar, himmet nazarına nâil oldu.

Küçük Abdülehad’in; bu himmetten sonra yedi gün, yedi gece bir şey yiyip içmediği, sekir hâlinde bulunduğu nakledilir. Abdülehad, dört yaşlarında iken babasını kaybetti. 1600 yılında Sultan III. Mehmed, dayısı Abdülmecid Sivâsî’yi, ilmî ve tasavvufî müktesebâtından istifade etmek üzere, hatt-ı hümâyun ile İstanbul’a davet etti. Bu sebeple; Abdülehad Nûri; dayısı, annesi ve kardeşleriyle birlikte Dersaâdet’e geldi. İstanbul’da başta dayısı olmak üzere pek çok hocadan zâhirî ilimler tahsil etti. Ayrıca dayısına intisâb ederek tasavvuf terbiyesi aldı, her iki kanatta kendisini geliştirdi. 20 yaşına geldiğinde seyr u sülûkünü tamamlamasının ardından eserler yazmaya başladı, sonra da erbaîne girme kararı verdi. Örneği az görülecek tarzda, uzun zaman devam eden bu çetin riyâzatında; 4 yıl, 5 ay, 10 gün sürecek şekilde peş peşe tam 40 erbaîn çıkardı.

24 yaşına geldiğinde Hazret-i Peygamber’in mânevî işaretiyle Midilli’ye gönderildi. Orada ada halkına İslâm’ı tebliğ etti. Azîm gayretler neticesinde, hıristiyan halktan yüzde 70’i müslüman olmuştu. 1623 sonlarında, Abdülmecid Sivâsî’nin;

“An-karîb, İstanbul’a naklolursunuz.” duâsına mazhar olarak İstanbul’a geldi. Şeyhülislâm Yahya Çelebi ile görüştü, kendisine Mehmed Ağa Zâviyesi verildi. Hazret; bu tekkede vefatına (1651 yılına) kadar 28 yıl hizmet verecekti.

ALTINLAR
KAN OLUP AKTI!

Vezirlerden biri, Abdülehad Nûri Efendi Hazretleri’ne hediye olarak bir kese altın göndermişti. Fakat bir gün Şeyh’in de hazır bulunduğu bir sohbet sırasında;

“–Böyle hediyeler vermek, herkesin harcı değildir!” mânâsında sözler sarf ederek kendisini övmüş, yaptığı iyiliği başa kakar bir vaziyet göstermişti. Bunun üzerine Abdülehad Hazretleri;

“–Behey Paşa! Fakirlerin ve halkın gözü, ciğeri ve kanıyla bana minnet mi edersin?” diyerek, ellerini yanında bulundurduğu keseye sokuverdi. Kesedeki altınlar herkesin gözü önünde ve bir anda kana dönüşüp odanın ortasına doğru akmaya başladı. Bunu gören Paşa; şaşkınlık içinde Hazret’in eteklerine sarıldı, bağışlanmasını diledi.

HER ŞEY O’NUN
KAZÂ VE KADERİYLE!

Kudüs ve Kahire’de kadılık vazifesinde bulunmuş olan İsmail Efendi; Abdülehad Nûri Hazretleri’nin dergâhına yakın bir yerde oturuyor, kendisini sık sık ziyarete geliyordu. Bir gün telâş içinde dergâha koştu. Hazret’in huzûruna çıkınca ağlayarak;

“Efendim; bildiğiniz gibi tek oğlum var, o da vebâya yakalandı, şu anda ölümü bekliyor. Şifâsı için duâ ve himmetlerinizi ricaya geldim!” dedi. Abdülehad Nûri Efendi’nin, yapılacak bir şey olmadığını bildirmesi üzerine de;

“Efendim, muradıma nâil olmadıkça buradan gitmeyeceğim.” diyerek yalvarmaya başladı. Şeyh Hazretleri;

“Bakalım Hak Teâlâ ne işaret buyurur?” deyip odadan çıktı, bir hücrede iki rekât namaz kılıp murâkabeye daldı; bir müddet öylece kaldı. Sonra bulunduğu yerden çıkarak;

“İsmail Efendi merak etme, oğlun vebâdan kurtulup sıhhatine kavuştu. Şu anda elbisesini giymiş odasında dolaşıyor.” dedi. Bu müjdeye çok sevinen İsmail Efendi, Allah Teâlâ’ya hamd ü senâda bulunup Abdülehad Nûri Efendi’ye teşekkür ederek dergâhtan ayrıldı. Hanesine vardığında oğlunu, Efendi Hazretleri’nin haber verdiği gibi odada dolaşır vaziyette buldu.

Dervişleri, Abdülehad Nûri Efendi’yi şöyle tebrik ettiler:

“–Sultanım; bir hastanın böyle ağır bir hastalıktan şifâ bulmasına vesile olmanız, elbette büyük bir hayırdır!”

Efendi Hazretleri şöyle dedi:

“–Cenâb-ı Hakk’a, bu hastalığı o çocuktan def etmesi için teveccüh edip yalvardığımda; vebâ tâifesinden dört vazifeli geldiler, ellerinde bir de defter vardı. Bana şöyle seslendiler:

«–Siz, bir kutb-ı âzam, Allâh’ın sevdiği bir kul olduğunuz hâlde; niçin O’nun kazâ ve kaderine karşı gelirsiniz. Defterimizde ölümü yazılı birinin yaşamasını niçin istersiniz?»

Onlara şöyle dedim:

«–Benim Cenâb-ı Hakk’a teveccühüm, yalvarıp yakarışım da O’nun rızâsı, kazâ ve kaderi ile değil midir?» sustular, ardından kaybolup gittiler.”

GÜZEL BİR ŞEKİLDE GELESİN!

Abdülehad Nûri Efendi; bir gün talebelerinden birinin, önemli bir iş için Üsküdar’a gidip gelmesini istemişti. Fakat o gün deniz çok fırtınalıydı, hiçbir kayık Boğaz’a açılamıyordu. Bu yüzden talebelerinden hiçbiri;

“Ben giderim!” diyerek öne atılamadı. Şeyh’in ısrarı üzerine içlerinden biri mürşidinin isteğini yerine getirmek üzere Üsküdar’a geçmeyi göze aldı. Abdülehad Nûri Efendi talebesine teveccüh ederek;

“Güzel bir şekilde gidip gelesin!” diye duâ etti. Talebe, Eminönü’ne geldiğinde iki misli para vererek, yüz civarında kayıkçıdan sadece birini ikna edebildi. Boğaz’a açıldılar. Lâkin bir ok atımı bile gitmeden, fırtına dindi, deniz sakinleşti, rüzgâr hafifledi. Kısa zamanda Üsküdar’a geçilmiş, verilen iş görülüp dönülmüştü.

KABAHAT KILICIN MI?

Abdülehad Efendi; bir gün Süleymaniye Camii’nde vaaz ederken, kürsüye bir pusula uzatıldı. Âdeti üzere, vaazın sonunda pusulayı okudu. Kâğıtta şöyle yazılıydı:

“Size «kutb-i âlem» veya «gavs-ı âzam» diyorlar. Hakk’ın emriyle, kutub olan kimse pek çok şeye kādir olurmuş. Eğer kutub iseniz, beni bu mecliste hemen helâk ediniz!”

Abdülehad Efendi’nin yüzünde acı bir tebessüm gezinmişti, sözünü şöyle tamamladı:

“–Taassup kişiyi ne makamlara sevk ediyor. Biz, bir âciz-i hakîriz, ama halk kutub olduğumuz itikadındadır, Hak Teâlâ onları tasdik eyleye. Lâkin kutub olanlar, ehl-i nefs olup; «Acaba bunu yapamaz mıyım?» diyerek, her elinden geleni yapar mı sanırsınız? Bil ki onlara cefâ ve sitem edildikçe, onlar af ile muamele eder, bulundukları merâtib-i âliyelere öyle erişirler. Ancak evliyâullah, kabzası yerde bir kılıçtır. Bir kimse kendini o kılıca vurursa kabahat kılıcın mı, yoksa vuranın mı?”

O anda, cemaat arasında;

“–Yâ Hay!” haykırışları duyuldu. Nûri Efendi camiden çıkarken, o kişi yanına geldi;

“–Aman sultanım! Hatamı anladım, affınızı rica ederim!” diyerek ağlamaya başladı. Abdülehad Efendi;

“–Cenâb-ı Hak sizi, kurtulmuşların îmânı ile hatmeylesin.” dedikten sonra, yüksek sesle;

“Fâtiha!” dedi. Cemaat camiden boşalmadan o kişi rûhunu Rahmân’a teslim ediverdi.

Abdülehad Nûri Efendi, 27 Ocak 1651’de 57 yaşında iken hayata vedâ etti, Eyüp Sultan’ın Nişanca semtinde toprağa verildi. Vefatından kısa süre sonra üzerine küçük bir de türbe inşa edildi. Yolu Eyüp Sultan’dan geçenler; artık Nişanca’ya da uğramakta, dayısı Abdülmecid Sivâsî Hazretleri ile karşılıklı türbelerde yatan bu mübârek zâta da Fâtihalar okumaktadırlar.