TARİHTEN ÖRNEK ALMAK

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Daha önceki sayılardan birinde* «Patronluk Değil, Komşuluk ve Kardeşlik» başlığıyla neşrettiğimiz bir yazıda; Türk dış politikasında Arap dünyasına yönelik bâriz yönelişi mevzubahis etmiş, bu yönelişin ucuz hamâsî söylemlere fedâ edilmemesi için başta yetkililer olmak üzere herkesin elinden geleni yapmasının gerektiğini, bu çerçevede dikkat edilmesi gereken hususlardan birinin de uzun süre emperyalizmin etkisinde kalmış olan bölge ülkelerinin çoğunda yanlış bir intibâ bırakabilecek olan Osmanlı ile ulu orta iftihar etmekten kaçınılması olduğunu belirtmiştik. O yazıda tafsilâtıyla izah ettiğimiz bu mülâhazalarımız aynıyla mahfuz olmakla birlikte, bu yazıda meselenin bir başka yönünü, «ümmetçi anlayış» gereği Osmanlı asırlarının gölgelenmek istenmesini münakaşa edeceğiz. Bu tavrı sergileyenler, aslında değişik sebeplerle Osmanlı’ya mesafelidirler, ancak bu konudaki hislerinin belki de çok farkında bile olmadan şöyle beyanlarda bulunurlar:

“Müslümanlar için örnek alınacak yegâne çağ, asr-ı saâdettir. Öyleyse Osmanlı tarihinden ideal örnekler bulup uysunlar diye insanlara takdim etmek yerinde değildir!”

Şahsen bu iki cümlenin ilkine tamamıyla, ikincisine de yarı yarıya katılırım. İlkine tamamıyla katılırım; çünkü o çağda vahyin kontrolü altında bulunan, içtihâdıyla işlediği zelleler dahî Allah tarafından düzeltilen, dolayısıyla ashâbını ıslah edip Allâh’ın hidâyetine göre onlara yön veren Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayattaydı.

İkinci cümlenin katıldığım kısmı, Osmanlı tarihinin bütünüyle örnek alınamayacağıdır. Çünkü Osmanlı tarihi de nihayetinde günahsız olmayan insanlar tarafından yapılmıştır. Dolayısıyla yanlışlar içerebilir, içermektedir. Zaten sanırım bu nokta, herkesin teslim ettiği bir husustur.

O hâlde münakaşa edilmeye değer nokta, bahsini ettiğimiz ikinci cümlenin benim katılmadığım kısmıdır. O da, yanlışlar içerdiği gerekçesiyle Osmanlı tarihinin bütünüyle reddedilmesi ve onda örnek alınmaya değer hiçbir şey olmadığının ileri sürülmesidir. İşte meselenin irdelenmeye değer noktası burasıdır. Bu düşüncede olanların aslında -belki de farkında olmadan- Osmanlı’ya mesafeli oldukları için bu görüşü dillendirdikleri yönündeki iddiamızı teyit eden nokta da burasıdır. Çünkü bu görüşü savunanlara şu soruları yöneltmek hakkımızdır:

Ömer bin Abdülaziz örnek bir idareci değil midir? Onun örnek olarak sunulması Arapçılık mı olur? Ya modern silâhlarla mücehhez İtalyanlara karşı elindeki kıt imkânlarla yirmi seneden fazla direnen Ömer Muhtar’ın? Benzer şartlarda Fransızlara karşı ülkesi Cezayir’i savunan Emîr Abdülkādir’in? Veya haçlılara karşı mücadele veren ve Salâhaddin Eyyûbî’yi yetiştiren Nûreddin Zengi’nin? (Gerçi bu sonuncunun etnik kökenini bilmiyorum, aslına bakılırsa hiç merak da etmiyorum, ama meselenin tavzîhi için zikrediyorum ve bu münakaşa umumiyetle hamâset üzerinden yapıldığı için siyasî şahsiyetleri örnek veriyorum.)

Açıkça ortada olduğu gibi bu görüş aşırıdır. Zira uzun asırları içeren bir tarih diliminde yanlışlar bulmak mümkündür, ancak o tarih diliminin hiçbir doğru içermediğini söylemek aşırı bir genelleme olur. Bu durumda bu görüşü savunanların şu sorulara da cevap vermesi gerekir:

Endülüs’ün fethinde büyük rol oynayan Târık bin Ziyâd’ı veya Zellâka’da İspanyollar’ı yenerek Endülüs tarihini dört asır uzatan Murâbıt hükümdarı Yusuf bin Taşfîn’i örnek almak Berberîcilik midir?

Veya uzun çabalar sonunda Suriye, Mısır ve diğer bazı İslâm ülkelerini birleştirip Kudüs’ü haçlılardan kurtaran Salâhaddin’in örnek alınması Kürtçülük müdür?

Yahut Ruslara karşı uzun süre direnip büyük bir destan yazan Şeyh Şâmil’i örnek almak Kafkasçılık mıdır?

Çoğaltılıp uzun bir liste yapılması mümkün olan bu sorulara sanırım hiç kimse; «Evet!» cevabını vermez. Öyleyse haçlılarla savaşan Anadolu Selçuklu sultanlarının, Kosova meydanında şehid düşen Murad Hüdâvendigâr’ın, İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed’in vb. örnek alınması neden Türkçülük etmek olsun?

Aslında mesele «örnek almak» ise illâ İslâm tarihiyle iktifa etmek de gerekmez. Meselâ İngiliz işgaline karşı vatanı Fransa’yı savunmak için savaşan Jan Darc iyi bir örnek değil midir? Yahut İsviçrelilerin efsanevî hürriyet kahramanları Wilhelm Tell? Bu kabil birçok örnek vermek mümkündür.

Şüphesiz örnek alınmaya değer şahsiyetlerin ırkçı maksatlarla zikredilmesi mevzubahis olabilir. Ancak bu, yalnızca onu zikreden kimseleri bağlar. Buna istinâden İslâm tarihinin çok uzun bir dilimini teşkil eden Osmanlı asırlarının örnek alınmaya değer hiçbir şahsiyet yetiştirmediğini söylemek haksızlık olur.

Kaldı ki, asr-ı saâdet dışında İslâm tarihinde ideal örnek bulunmadığını söylemek; İslâm’ın asr-ı saâdetten sonra örnek alınmaya değer hiçbir şahsiyet yetiştirmediğini, kıyâmete kadar da yetiştiremeyeceğini söylemektir. Bu ise ümmeti hem mâzî hem de istikbâlinden meyûs eden, İslâmiyet’i yalnızca ideallerde mevcut, hayattan ise kopuk bir din olarak gösteren; kabul edilemeyecek bir bakış açısıdır.

Arap baharının kara kışa dönmesine paralel olarak; -Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU’nun bütün gayretlerine rağmen- «sıfır sorun politikası»nın da “sorunlar yumağı” hâline geldiği bu günler, bölge ülkelerinin halkları ve onların değerleriyle irtibat hâlinde olunduğu sürece, Allâh’ın izniyle geçip gidecektir. Çünkü hiçbir güç, halka rağmen ebediyyen kalıcı olamaz. O zaman diktatörleri değil de ilkeleri önceleyen ve bu sebeple mâşerî vicdana göre politika oluşturan Türkiye, söz konusu ülkelerle daha sıcak münasebetler kurabilecektir. O günlere hazır olmak için bu konularda i‘mâl-i fikir etmek ehemmiyet arz etmektedir. Bu konuda hiçbir komplekse düşmeden, ancak önceki yazıda belirttiğimiz üzere gereksiz hamâsî söylemlere de girmeden akl-ı selîm ile hareket etmek gerekmektedir.

_______________

* Yüzakı Dergisi, Ocak 2012, 83. Sayı.