İKİ AYRI ÂLEM

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

AHIRDAKİ CEYLÂN!

“Avcının biri, avladığı ceylânı öküz ve eşeklerle dolu bir ahıra hapsetmişti. Ceylân, ahırda şaşkınlık ve korku içinde bir taraftan diğer tarafa kaçıyordu.

Avcı, akşamüstü gelerek hayvanların önüne saman döktü. Eşekler ve öküzler büyük bir iştahla kapışarak yemeye başladılar. Ceylân ise; kâh ürktü, kâh bu samanlardan çıkan toz ve topraktan acıyan gözlerini ovaladı. Böylece o karnı misk kokulu ve zarif hayvan, ahırda işkence altında kalmıştı.

Onun bu zarif hâli, eşeklerin alay mevzuu oldu:

“–Susun!.. Bu, padişahların ve beylerin huyunda bir hayvandır!..”

Bir başka eşek de şöyle dedi:

“–O hâlde bu hayvan, nezâket ile padişahın tahtına çıkıp yaslansın!..”

Durumu seyreden başka bir eşek, ceylânı saman yemeye çağırdı. Ceylân;

“–Hayır, hiç iştahım yok!” dedi.

Eşek cevap verdi:

“–Biliyorum ki nazlanıyorsun!”

Ceylân, bu sözlere karşı;

“–Ben; çemenler, akan berrak sular arasında bağ ve bahçelerde gezerdim, ilâhî nakışları seyrederdim. Kazâ ve kader, beni bu azâba düşürmüşse, nasıl olur da birdenbire hâlet-i rûhiyem değişebilir?!. Ben sümbülü, lâleyi, reyhanı bile naz ile koklaya koklaya yerdim. Tabiattaki ilâhî kudret akışlarının âhengini, hayran hayran seyrederdim. Ve bu hayranlığı yudumlarken de, avcılar bizleri su başlarında gönlümüz ve gözlerimiz yaşlarla dolu iken avlarlar…” dedi.

Bir eşek cevap verdi:

“–Söylen bakalım… Nasılsa gurbette yalan söylemek kolay.”

Ceylân cevap verdi:

“–Benim karnımdan çıkan misk kokusu, sözlerime şahittir. O, misk ve anber neşreder. Sizlerin ise, hâliniz meydanda. Bu sözler, elbette size yalan gelir. Sizin aranızda hakikaten garip, bîkes ve bîçâre kaldım…”

BİR HİKÂYE NİCE HİSSE

Ceylân mahlûkātın en nâzeninlerindendir. Yemesi, içmesi, teneffüsü, bediî duyguları ve zarâfetleriyle en hassas hayvanlardandır.

Anlatılır ki; avcılar, yeşillikler arasındaki akarsuların kenarlarında bir neyzene ney üfletirlermiş. O muhrik nağmelerin etrafına civardaki ceylânlar toplanırmış. Ceylânların gözleri ve gönülleri yaşlarla dolduğu anda da zâlim avcılar onları tuzağa düşürüp avlarlarmış.

Karnından çıkan misk kokusundan, derisinden ve etinden ötürü o zarif ve hassas duygulu hayvanları ölüme mahkûm etmeleri de bu zarif ceylânların hazin bir mazlumiyetleridir.

Eşek ve öküzler ise, çirkin sesleri ve bayağı duyguları ile hayvanat içerisinde hayran olunmayan varlıklardır.

Cenâb-ı Hak, mahlûkātı, tefekküre medâr olacak şekilde çeşit çeşit yaratmıştır. Milletlerin atasözleri, deyimleri, darb-ı meselleri; müşâhede ve tefekkür ettiği hayvanâtın intibâlarıyla doludur. Eşek ile ilgili bütün intibâlar; onun kötü huyluluğu, inadı, anlayışsızlığı, bencilliği ve çirkin sesi ile ilgilidir.

Hazret-i Mevlânâ’nın hikâyesindeki ceylân ve eşek, insan terkîbindeki ruh ve nefsi düşündürür. İlâhî nefhayı temsil eden rûhumuz, çamur terkîbini temsil eden nefis ile taban tabana zıttır. Fakat hikâyedeki gibi, Cenâb-ı Hak, insanda ruh ile ham nefsi birbirine zoraki komşu etmiştir. Nefs, rûhun ihtiyaçlarını anlamaz. Onu saman yemeye (süflî, nefsânî arzulara) davet eder. Bu gafleti Hazret-i Mevlânâ’nın teşbih ve temsil yoluyla şöyle ifade eder:

“Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü! (Bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin ihtişamını görmedi. Zaten öküzlerin ve merkeplerin bu dünyada gördükleri, yemek ve şehvetten başka nedir ki!)

Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara, ya ayakaltındaki çayır ve çimenlere ya da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündür! (Baştan aşağı göz kesilseler de kâinattaki ilâhî sanatın ihtişamını göremezler…)”

Bu misallerde de görüldüğü üzere; nefis rûhun ahvâlinden bîhaber olduğu gibi, ruh da nefsin, samana, karpuz ve kavun kabuklarına düşkünlüğüne bir mânâ veremez. Onu ötelere çağırır.

Bu iki tezadın ortasında imtihandan geçiş hakikatine binâen, Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Her kimi ki, kendi zıddıyla bir arada korlar; bu, o kimse için ölüm azâbıdır.”

“Hakk’a yakın kişi, bu beden yüzünden azâb içindedir. Çünkü onun ruh kuşu, kendi cinsinin gayri olan nefsâniyetle bir araya bağlanmıştır.”

“Ruh, kuşlar arasında bülbül gibidir. İnsanın tabiatındaki kötü huylar ise, kargalara benzer. O bülbül, kargalardan ve baykuşlardan yaralanır. Bir arada olmaktan dolayı ıstırap duyar.”

“Ruh bülbülü, o hodgâm nefs kargaları ve kem gözlü nefs baykuşları arasında inim inim inlemektedir.”

İnsan terkîbindeki bu tezat, iki neticeden birini doğurur:

YA NÛR, YA NÂR!..

Rûhânî istîdatların inkişâfı ve nefsânî arzuların bertarâf edilmesiyle, hâkimiyet rûhun olur. Âdetâ ceylân; yeniden pınar başına, lâle ve sümbüllerin yanına döner. İnsan o terakkî ile cennete lâyık bir kul hâline gelebilir.

Fakat tersi olursa, rûhânî istîdatlar körelir, nefsâniyet daha da hoyratlaşıp, nefis aygırlaşırsa; kalp hastalanır, ölür, mühürlenir… Ceylân ölür, samana talip eşek kalır.

Cenâb-ı Hak; mahlûkātı, insanın da sahip olduğu iyi ve kötü huyları temsil edecek şekilde çeşit çeşit yaratmıştır. Terbiye olmamış ve gönül âlemleri huzûra kavuşmamış insanların iç dünyaları, sanki birçok hayvanın barındığı bir ormana benzer. Mîzaçlarına göre her birinde âdetâ bir hayvanın karakteri gizlidir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“İnsan bir ormana benzer. Nasıl ki, ormanda binlerce domuz, kurt, temiz ve pis huylu hayvan varsa, insanda da her türlü güzellik ve çirkinlik vardır.”

Kimi tilki gibi kurnaz, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir biriktirici, kimi de yılan gibi zehirleyicidir. Kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Bunların her biri ayrı ayrı hayvanlarda bulunan karakterlerdir.

Bir ehl-i basîret, terbiye olmamış nefislerin ihtiraslı hâlleri karşısında mânidar ve hikmetli ifadelerle şöyle îkāz eder:

“Ey insanoğlu! Âlem yaratıldığından beri, hiçbir kuş, komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hiçbir tilki saklanacak tek bir kovuk bana yetmez diye kendini harap etmedi; hiçbir sincap bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktiremediği için endişeden ölmedi ve hiçbir köpek yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”

Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin sultasından kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşâ edememiş insan, böyle sefih huyların çemberi içindedir. Kiminde bir hayvanın, kiminde ise birkaç hayvanın karakteri hâkimdir. Üstelik; sîretleri sûretlerine de aksettiğinden, o karakterleri sezmek, ehli için zor değildir. Zaten onların davranışları, iç dünyalarını aksettiren ve asla yalan söylemeyen aynalar gibidir. Çünkü;

İnsanın bütün davranış, hâl ve hareketleri, iç âleminin aynasıdır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir bedbahttan da güzel bir davranış beklemek beyhûdedir. Niyetleri karanlık olanların, yolları aydınlık olmaz. Her küp, içindekini sızdırır. Aynı şekilde;

Ağızdan çıkan çirkin sözler de, onu sarf eden kişinin nasıl bir gönül dünyasına sahip olduğunu gösteren bir ayna gibidir. Zira kötü söz (gıybet, dedikodu, yalan, iftirâ), kalpteki menfî duyguların dışa aksetmesidir.

Bu çerçevede;

İnsanın şu fânî hayatını ziyân ederek sefâlete düşmesi, zâhirinde ve bâtınında yaşadığı, içinden çıkılması çetin tenâkuzlardan (çelişkilerden) ileri gelir. Aslında bu tenâkuzlar, insanda, Allâh’a yaklaştıran en üstün fazîletler ile onu yaratılış maksadından uzaklaştıran en düşük hayvânî rezilliklerin bir arada bulunmasından kaynaklanır.

Çare şudur:

İnsan; terkîbindeki nefsi, dâimâ terbiye edilmesi gereken bir binek olarak görmeli ve ona bu kabulün gerektirdiği şekilde muamele etmelidir. Ancak bu şekilde, nefsinin behîmî (hayvânî) hoyratlığından kurtulabilir. Gazâlî Hazretleri’nin ifadesiyle:

“Ruh bir süvârî, beden bir at gibidir. Süvârînin mahir, atın da zinde ve sıhhatli olması gerekir. Eğer süvârî mahirse, atı istediği tarafa yönlendirir. Şayet âciz ve bilgisiz ise, an gelir sakin gibi gözüken at, onu kendisiyle beraber uçurumlardan aşağıya yuvarlar.”

Uçurumdan yuvarlanan kimse için netice:

BELHÜM EDALL…

Âyet-i kerîmede, rûhânî bünyesini çürütüp, nefsânî tarafını palazlandıran küfür ve fısk ehli şöyle ifade edilir:

“Andolsun, Biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)

Cenâb-ı Hak; selde sürüklenen kütükler gibi, cehenneme doğru bir sürükleniş hayatı yaşayan küfür ve isyan ehlini, idraksiz ve şuursuz hayvanâta benzetmiştir. Sonra rücû sanatıyla; «Hattâ daha da şaşkın!» diye hâllerinin hayvanlardan da beter olduğunu beyân etmiştir. Çünkü hayvanlar; Allâh’ın kendilerine verdiği tabiat üzere, insanoğlunun hizmetinde oldukları için sadece yiyip-içip, yatıp-kalkmaktan ibaret bir hayat yaşarlar. Ancak yaratılış sebepleri itibarıyla, yaşayışlarının basit ahvalleri yanında hepsi çok derin ve muazzam hikmetleri de hâizdirler. Çünkü;

Hepsi de Allâh’ın el-Bârî ve el-Musavvir sıfatlarının tecellîsidir ve ehl-i kalp olanlar, onlarda bin bir müşâhedeye nâil olur. Mâlûm;

Kimi hayvanlar vardır; etinden, sütünden, derisinden her şeyinden istifâde edilir. Kimi hayvanlar vardır; onların çok güzel silûetleri vardır, ilâhî güzelliğin ihtişamını seyrettirirler. Meselâ tâvus ve bülbül. Gözleri de gönülleri de güzellikle doldururlar. Kimi de vardır; akrepler, yılanlar ve çıyanlar gibi, bizlere âhiret azâbını hatırlatıcı bir korkunçluk arz ederler.

Onlarda, insanoğluna verilen akıl, kalp, ruh gibi; idrak ve şuur vasıtaları yoktur. Lâkin onların her birini Cenâb-ı Hak; kullarının idrâkine, azap ve mükâfatın nasıl olduğunu hissettirmek için âdetâ bir lütuf olarak yaratmıştır.

Yani hepsi, insanoğluna hizmet için. En azından tefekkür vesilesi olarak beşeriyete müsahhar kılınmış varlıklar.

İnsan, işte bu üstün kıymetine rağmen, behîmî bir hayat sürerse, aygırlaşmış bir nefsi tatminden öteye geçmeyen bir yaşayışla bu dünyadan geçerse; elbette hayvandan daha aşağı olacak ve sonu cehennem olacaktır.

İfade edildiği üzere hayvanlara benzetilişin bir yönü, idraksizlik ve tefekkürsüzlüktür.

ŞUURSUZLUK

Âyet-i kerîmede tehdit ile buyurulur:

ذَرْهُمْ يَاْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

“Onları (o inatçı kâfirleri) bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (el-Hicr, 3)

Yine bir başka âyet-i kerîme bu şuursuzca dünyaya saplanışı ifade eder:

اِنَّ اللّٰهَ يُدْخِلُ الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرٖ۪ى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ

وَالَّذٖ۪ينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَاْكُلُونَ كَمَا تَاْكُلُ الْاَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ

“Muhakkak ki Allah, inanıp sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” (Muhammed, 12)

Nefsin zebûnu olmuş insanda bu şuursuzluk o hâle gelmiştir ki; tek çaresi olan öğütten, nasihatten, Kur’ân’dan, zikirden gafil olmaktan da öte, ondan kaçar olmuşlardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi (hâlâ) öğütten yüz çeviriyorlar?” (el-Müddessir, 49-51)

Şuursuzluğun acı ve hazin bir şekli ise; hakikatlerle sûretâ meşgul görünen kişilerin, ellerinde, hâfızalarında, etiket ve apoletlerinde taşıdıkları Kelâmullah’tan habersiz olmalarıdır. Kur’ân-ı Kerim; hidâyetten, hakikatten ve ahlâktan nasipsiz yahudi hahamlarını, mukaddes kitapları sırtında taşıyan eşeklere benzetir:

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir…” (el-Cumâ, 5)

İlmiyle âmil olmayan herkesi teşmil eden bu temsil, idraksizliğin riyâkârlık buudunu da teşhir eder.

Ceylân ile merkep mukayesesinin bir tarafı da nezâket farkını ortaya koyar.

ZARÂFET

Ahsen-i takvîm üzere yaratılan insana yakışan; varlığın en güzeli, en zarifi olmasıdır. Bir mü’minin, mü’min kardeşine tebessümü, en güzel çiçeklerden daha güzel olmalıdır. Mü’min; temiz, zarif ve latif olmalıdır. Onun sözleri, hattâ sesi dahî gönüllere ferahlık vermelidir. Bu çerçevede ilâhî tâlimatlar işte:

كَر۪يمًا قَوْلاً (kavlen kerîmâ): İkramkâr ve iltifatkâr söz söyle! (el-İsrâ, 23)

مَيْسُورًا قَوْلاً (kavlen meysûrâ): Gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle! (el-İsrâ, 28)

مَعْرُوفًا قَوْلاً (kavlen mârûfâ): Güzel söz ve tatlı dille konuş! (en-Nisâ, 5, 8)

مَعْرُوفًا قَوْلاً (kavlen mârûfâ): Yerinde ve uygun bir söz söyle! (el-Ahzâb, 32)

لَيِّنًا قَوْلاً (kavlen leyyinâ): Yumuşak söz söyle! (Tâhâ, 44)

Hazret-i Lokman’ın oğluna verdiği nasihatler arasında geçen şu tavsiye de, mü’minin ses ve söz zarâfetini ne güzel tasvir eder:

وَاقْصِدْ فٖى مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪ٖيرِ

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19)

Herkes bülbül sesine âşinâdır. Hiç kimse bir eşeği kafese koyup da; «Arada sırada dinleyeyim!» demez. Çünkü onun sesi, kulağı da gönlü de tırmalar.

Bu bakımdan sesi güzel kullanmak husûsu, ayrı bir edep inceliği ihtivâ eder. Nitekim;

Cenâb-ı Hak, mü’minlerin Peygamber Efendimiz’e hitaplarıyla ilgili de; sesi yükseltmeme, herhangi biri imiş gibi çağırmama, bağırarak konuşmama, uzaktan uluorta seslenmeme, adıyla değil «Rasûlullah» vasfıyla hitap etme maddelerini, sözün ve konuşmanın edebi içerisinde bir bir ferman buyurmuştur.

İslâm; zarâfet ve selâmet dînidir. Firavuna dahî, yerine göre yumuşak sözle hitâb edilmesini emreden, Hak yoluna güzel sözle davet etmeyi tavsiye eden bir dindir. Gönüllere hitâb eden, dîne kabulde asla ikrâha, zorlamaya yer vermeyen bir dindir.

Buna rağmen, son senelerde hakikat arayışı içerisindeki insanları, İslâm’dan soğutmak gayesiyle menfî bir propaganda yürütülmektedir. Buna göre İslâm; savaş, terör ve sertlik ile bir arada zikredilmekte, milletler arası tertiplerle de bu iftirâya zemin hazırlanmaktadır. Müslümanların iki asırdır başsız, sahipsiz, hakikî gönül eğitiminden mahrum hâlleri de buna müsait bir zemin oluşturmaktadır. Bu tertip ve propagandalar karşısında da müslümanların vazifesi, İslâm’ın hakikî mütebessim çehresini samimiyetle sergilemek olmalıdır.

İslâm; iftirâların tam aksine terörle mücadele eden, terörün, anarşinin, zulmün her türlüsünü bertarâf eden bir nizamdır. Şu misal, İslâmiyet’in zarâfetini ifade için kâfî değil midir?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’ye gitmek üzere ihramlı olarak Medine’den çıkmıştı. Üsâye mevkiine geldi. Burası Ruveyse ile Arc arasında bir yer idi. Burada, gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylân gördü. Âlemlerin Efendisi; ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylânın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ve rahatsız ettirmemesini emretti. (Muvatta’, Hacc, 79; Nesâî, Hacc, 78)

Hakikati bile bile, İslâm’a bu iftirâyı atanlar da; insan görünümlü olsalar da, aslında yılan dilli, akrep bakışlı mahlûklardır. Nitekim «Ahırdaki Ceylân» kıssasından bir başka hisse de şudur:

HAS RUHLAR VE HAM NEFİSLER

Ceylân ve merkep, ana hatlarıyla az-çok birbirlerine benzeseler de birbirlerinden dünyalar kadar farklıdırlar. Bu itibarla Edebâlî Hazretleri, Osman Gazi’ye nasihatleri arasında der ki:

“Şu üç kişiye; yani, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene ve özellikle de câhiller arasındaki âlime acı!..”

Zira;

Zarif ve yüksek yaratılışlı kâmil insanlar, câhil ve küstahlar içinde kaldıklarında, ölüm azâbından daha ağır bir ıstırap ile karşı karşıyadırlar.

Bu ıstırâba en çok peygamberler, sonra da onların yolunu takip edenler dûçâr olmuşlardır. Zaman zaman nâdanlar arasında garip ve bîkes yaşamışlardır.

Putperestlere tevhid sancağını açan Hazret-i İbrahim –aleyhisselâm-, büyük bir ateşin içine atılmıştır. Yûsuf -aleyhisselâm-, kardeşleri arasında dahî büyük bir yalnızlığa itilmiş ve kendi vatanının dışında iftirâlara mâruz kalarak zindanda bir müddet garip bir şekilde yaşamaya mecbur olmuştur. Zorba bir kavim karşısında İsrâiloğulları, Hazret-i Musa’yı yalnız bırakmış;

“–Ey Musa! Sen Rabbinle beraber savaşa git; harp et ve kazan! Ondan sonra biz senin ardından geliriz!” demişlerdir. Yine mazlum peygamber Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, azgın kavmi tarafından testereyle ikiye bölünmüş, oğlu Yahya -aleyhisselâm- da gaddarca şehîd edilmiştir. İsa -aleyhisselâm-’a hırsızlarla beraber muhakeme olunmak revâ görülmüştür. Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Tâif’te bedbahtlar tarafından taşlanmıştır.

Tevhid ve ilim asâletini istismar ettirmemek için resmî vazifeyi reddeden, bu sebeple zindanlara atılan Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh-, dâra çekilen Hallâc-ı Mansur ve Şehîd-i Aşk Es‘ad Erbîlî Hazretleri de kaba ve hantal ruhlar elinde nice eziyetlere maruz bırakılan «evliyâullâh»a birkaç misaldir.

Onlar bu hâle, kendilerine taraf-ı ilâhîden verilen yüce bir sabırla tahammül göstermişler ve böylece makamları âlî olmuştur.

Hâlbuki onlar, değil zulümlerine katlanmak; gaflet ehli ile bir arada bulunmaktan dahî eziyet duyarlar. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, risâlet vazifesiyle muvazzaf kılındığı kırk yaşına yakın zamanlarda, ekserîsi cehâlet, zulüm ve şirk içinde bulunan Mekkeliler arasında duramaz olmuş, Nur Dağı’ndaki mağarada uzun süreli inzivâlara çekilir olmuştu.

Fakat risâlet başladıktan sonra, tebliğ sebebiyle insanların içerisinde bulunmakla vazifelendirildi.

Bizlerin vazifesi de O’na tâbî olmak. O’nun ahlâkına bürünmüş Hak dostları ile beraber olmak. Fâsık ve gafillerle ise -zâhiren de olsa- beraberlikten sakınmak. Zira İmam Gazâlî Hazretleri’nin tesbit buyurduğu gibi; fâsıklar ve gafillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesidir.

Bunun içindir ki hadîs-i şerifte;

“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyurulmuştur. (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993)

Enerjik ruhlarda sirâyet husûsiyeti bulunur. Kendisiyle her bakımdan yaşayış beraberliği içinde olmaya memur olduğumuz Peygamber Efendimiz; bu mânâda emsalsiz özellikleriyle, bilhassa güzîde ahlâkı ve mükemmel şahsiyetiyle rûhânî neşveye müsait ruhları mıknatıs gibi kendine çekmiş ve kendisine îmân ederek muhabbetle tâbî olanları tezkiye ederek, câhiliyye toplumundan bir fazîletler medeniyeti meydana getirmişti.

Hak dostları da; kebâir ehline varıncaya kadar müsâmaha göstererek, onları tezkiye etmenin gayreti içerisinde olurlar.

NE ULVÎ BİR TAHAMMÜL!

Fuzûlî’nin şu ifadesi, onların tahammül gösterdikleri bu çilenin gayesini ne güzel ifade eder:

Yâr için ağyâre minnet ettiğim aybeyleme;
Bâğban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur…

Ârifler tahammül içerisinde, gaflet ehline kucak açtıkları hâlde; onların dünyasına yabancı hâlleri sebebiyle bu kez gafiller onlardan kaçar.

Hazret-i Mevlânâ bu tezadı şöyle anlatır:

“Bülbüllerin yeri, çayır, çimen ve gülistanlardır. Teressübat böceklerinin ise, vatan-ı aslîleri, necâset ve teaffün iklimleridir.”

Âlemde cinsler ve onların bulundukları ortamlar arasında dâimî bir câzibe vardır. Bülbül, çayır ve çimenlerden ve bir mûsıkî gibi akan pınarlardan hoşlanırken; teressübat böceği fıtratındakiler ise, necâsetten, yani ahlâksızlıktan, fesat ve nifaktan zevk alırlar. Bu hâli, güzel bir gonca, hâl lisânıyla teressübat böceğine şöyle seslenerek ifade eder:

“Ey necaset böceği! Gül bahçesinden kaçıyorsun, ama senin bu nefretin, gülistânın kemâline delâlet eder!..”

Peygamberler bir kavme geldiğinde, habis kişiler ona düşman kesilirken, güzel ahlâklı ve istîdatlı kişiler hemen ona îmân ederek etrafına halkalanırlar. Bu hikmetle Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Dürüst ve pâk ruhların, kirli ve necis ruhlardan ayrılması için Cenâb-ı Hak; kitaplar ve peygamberler göndermiştir.”

Dinden, dindar insanlardan, öğüt ve nasihatten kaçan insanlar; durup düşünmeli, uhrevî hayatları için, kimle beraber olmaları gerektiğine yeniden karar vermelidirler. Şerli, rezil vasatlara müptelâ olanlar, gül kokusundan rahatsız olurlar. Hâlbuki kabahati, gülde değil, burunlarında bularak, gülün yanında olmaya kendilerini zorlarlarsa, sonunda kendilerine de gül kokusu sirâyet eder.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri; sadece hastalıkların ve mikropların değil, hâllerin, ahlâk ve huyların da sirâyetine işaret etmekte; iyilerle beraber olana iyilik, kötülerle beraber olana da kötülük yansıyacağını belirtmektedir.

Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla, (demirci dükkânında) körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi, ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın!..” (Buhârî, Büyû‘, 38; Müslim, Birr, 146)

Rabbimiz; iç âlemimizi tasfiye, tahliye ve tezkiye eylememizi nasîb eylesin. İç dünyamıza, tertemiz bir nazargâh-ı ilâhî olarak, Cenâb-ı Hak ile kalben beraber olma kıvâmını nasip buyursun.

Âmîn!..