ASHÂB-I KİRÂMIN ÖRNEK HASLETLERİ

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İlâhî Hoşnutluk ve Methe Nâil Olan

CENÂB-I HAK İLE DOSTLUK

Cenâb-ı Hak, bu cihan dershânesini insan için yarattı. İnsanı da Zâtına muhabbet duyması, kulluk etmesi, yani dost olması için yarattı. Zira buyuruyor:

“Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

Biz ne kadar O’nunla beraberiz? O’nunla ne kadar dostluğumuz var?

O’nunla dostluk, elbette ki çok ihtişamlı bir dostluk. Îman, ihlâs, ihsan, takvâ, fedâkârlık, merhamet ve cömertlik gibi en güzel hasletleri îcâb ettiren bir dostluk.

Bu mârifet, muhabbet ve ibâdet imtihanında Cenâb-ı Hak; kullarına rehberler verdi.

Kullarına, nümûne-i imtisal olması için peygamberler verdi. Biz âhirzaman ümmetine ise; peygamberlerin zirvesi, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i en güzel örnek, üsve-i hasene olarak nasip buyurdu. O’nunla birlikte iki büyük emâneti, yani Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’yi lutfetti.

Kıyâmete kadar mü’minlerin iki cihan saâdetinin rehberi; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yaşayarak tebliğ ettiği Kur’ân ahlâkıdır, Sünnet ahkâmıdır. Bu rehberlere, Rasûlullah Efendimiz’in rahle-i tedrîsinden kemâliyle şahâdetnâme almış ilk nesli de ilâve edebiliriz:

TERBİYE MÛCİZESİ: ASHÂB-I KİRAM

Efendimiz, dîn-i mübîn-i İslâm’ı tek başına yaşamadı. 23 sene boyunca sütun sütun, tuğla tuğla inşâ ettiği İslâm binâsında, her şeyi ashâbıyla birlikte yaşayarak tâlim etti. O’nun sohbetine nâil olan, O’nunla beraber bulunan o şanlı nesilde; berrak bir suda, ayın on dördünün aksettiği gibi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in nûru aksetti.

Hâlbuki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; asırlardır nübüvvet nûrundan habersiz, putperest, câhil bir kavme gönderilmişti. Kız çocuklarını analarının bağrından koparıp toprağa gömenlerin bulunduğu, helvadan put yapıp tapınan, acıkınca da onu yiyen, birbirinin kanını dökmeyi şeref addeden; kaba, hantal, katı yürekli bir cemiyette risâletine başlamıştı. Böyle bir toplumu, Peygamber Efendimiz bir fazîletler medeniyetine dönüştürdü.

Tebliğ ettiği Kelâmullah ile muvaffak oldu.

Sergilediği şahsiyetinin, karakterinin ve ahlâkının kemâliyle medeniyette zirve bir toplum meydana getirdi.

Sohbetinin feyzi, tezkiye ve terbiyesinin mûcizesiyle muvaffak oldu.

Böylece, O’nun asrı, asırların da en hayırlısı ve saâdetlisi oldu. O’nun ashâbı, toplumların en hayırlısı oldu.

Öyle ki, usûl-i fıkıh ilminin zirvelerinden İmâm-ı Karâfî şöyle der:

“Allah Rasûlü’nün hiçbir mûcizesi olmasa, yetiştirdiği sahâbesi (ile kurduğu fazîletler medeniyeti bile;) O’nun (ne büyük bir) peygamber olduğunun şahidi olarak yeterdi.”

Nasıl Allah Rasûlü’nün kendisi her bir mü’min için, fiilî kıstas, en güzel örnek, nümûne-i imtisâl ise; kıyâmete kadar bütün toplumlar için de, ashâb-ı kiram böyle bir hayırlı ümmet ve cemiyet misâli oldu.

Ashâb-ı kiram; Allah Rasûlü’ne îman ve itaatin bereketiyle, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişti. Cenâb-ı Hak; bütün mü’minlere onlar gibi olmayı, onlara ihsân üzere tâbî olmayı emretti. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ

وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ى تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۤ اَبَدًا ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ

“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Ashâb-ı kiram, bu ilâhî methe nasıl nâil oldu?

Onların hayatlarını tetkik etmemiz ve onları yücelten hasletleri kendi hayatlarımıza tatbik etmemiz lâzımdır.

ASHÂBIN ÜÇ FAZÎLETİ

Sahâbî, rızâ-yı ilâhîye nasıl erişti?

1. Sahâbî, Mekke’de îmânı için canını hiçe saydı. Alay, hakaret, maddî-mânevî işkence ve zulümlere tahammül etti. Kalplerde îmânı korumak için, müthiş bir mukavemet ve metânet gösterdi. Kızgın çöllere yatırılıp, üzerine kayalar da konsa; «Ehad! Ehad!» diyerek, tevhîdi haykırdı.

Sonunda her şeyi, dostluğun mukābili olarak Allah için, Rasûlullah için fedâ etti ve hicret etti. Muhâcir oldu. Zenginler, fakir ve yoksul düştü. Mekke’de ticaretleri, evleri, barkları olan kişiler; Habeşistan veya Medine yollarına evsiz, barksız olarak düştü. Asâletli kimseler, muhtaç hâle geldi. Her şey, Cenâb-ı Hak’tan inen her emre وَاَطَعْنَا سَمِعْنَا deyip onu severek tatbik etmek içindi.

2. Sahâbî; Medine’de de dîni yaşamak için, Allah Rasûlü’nü düşmanlarına karşı müdafaa etmek için türlü zahmetlere katlandı. Bir taraftan Mekke ve bütün Arabistan’ın müşriklerinin tehditleri, bir taraftan Medine’de bulunan yahudiler, bir taraftan da aralarına sızmış bulunan münâfıklar… Üç ateşin ortasında; îmanları için, dîni yaşayabilmek için her türlü fedâkârlığa gönüllü oldu. Aç kaldı, susuz kaldı, aylar süren seferlere çıktı, şehid oldu, gāzî oldu…

Ashâb-ı kiram, Medîne-i Münevvere’de; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafında hâlelenerek eşsiz bir îman kardeşliği yaşadı. Medineli sahâbîler, varlarını yoklarını muhâcirlerle bölüşerek ensâr-ı kiram oldu. «Benlik» dâimâ bertarâf edildi. Her zaman; «Önce sen, sonra ben!» denildi. Îsâr, diğergâmlık ve fedâkârlık ensârın şiârı oldu. Bu cömertlik karşısında muhâcirlerin tavrı da, dâimâ kanaat ve istiğnânın nezâheti oldu.

İşte insanlık tarihinde eşine rastlanamayacak misaller:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- ile ensardan Sa‘d bin Rebî -radıyallâhu anh- arasında kardeşlik kurmuştu. Bunun üzerine, Sa‘d bin Rebî;

“–Ben, mal bakımından ensârın en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım. İşte malım, buyur.” dedi.

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- ise bütün bunlardan müstağnî bir tavırla ona;

“–Allah malını ve imkânlarını sana hayırlı ve mübârek eylesin kardeşim. Benim bunlara ihtiyacım yok. Sen bana çarşının yolunu gösteriver, kâfî…” dedi.

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- çarşıya gidip ticarete başladı. Çok geçmeden epeyce bir kazanç sağladı ve ağniyâ-i şâkirîn (şükreden zenginler) zümresine dâhil oldu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)

Ensârın hepsi aynı cömertlik ve diğergâmlık içerisindeydi. Muhâcirler de aynı gözü tok, vakur, müstağnî hâl üzereydi. Ensar kardeşlerine yük olmak istemeyen muhâcirler; karşılıksız verilen şeyleri almıyor, bazıları da sadece ensârın hurma bahçelerinde çalışarak elinin emeğiyle kazanmayı kabul ediyorlardı. Ensar; bu ortaklıkta da, îsâr ve diğergâmlığını gösteriyordu. Câbir -radıyallâhu anh- anlatır:

“Ensar; hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterir), muhâcirlere;

«–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın ensar kardeşlerimizin olsun diye az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu muhâcirlere gelirdi. Ensar da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı…” (Heysemî, X, 40)

İşte saâdet asrı denilmeye lâyık olan devir, böyle bir kardeşlik feyiz ve bereketiyle yoğrulmuştu.

Ensâr-ı kiram hazerâtının îsarlarının sayısız misalleri vardır:

Yine bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Bahreyn arazisini ashâbına taksim etmek üzere önce ensârı davet buyurmuştu. Ensar kâbına erişilmez bir fedâkârlık ve ferâgat göstererek;

“−Yâ Rasûlâllah! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” demişlerdi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“−Ey Ensar! Mademki siz (mü’min kardeşlerinizi nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzu’nda bana kavuşuncaya kadar (dünyanın ibtilâlarına) sabrediniz! Çünkü benden sonra yakında size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)

Ensârın bu büyük fedâkârlıklarını, ganî ve yüce gönüllü cömertliklerini; Cenâb-ı Hak da Kitâb’ında methetti.

NE BÜYÜK ŞAN!

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Benî Nadîr’den alınan ganîmetleri muhâcirlere taksim etmiş, ensardan da ihtiyacı olan üç kişiden başkasına bir şey vermemişti. Daha sonra ensâra hitâb ederek;

“–Dilerseniz daha önce muhâcirlere verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganîmetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganîmetin tamamını onlara bırakırsınız.” buyurdu.

Bunun üzerine ensar hazerâtı büyük bir diğergâmlıkla, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu güzel cevabı verdiler:

“–Yâ Rasûlâllah! Muhâcir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganîmetin tamamını onlara bırakırız.”

Bunun üzerine; samimî bir fedâkârlıkla yapılan infakların, kulu kurtuluşa erdireceğini müjdeleyen şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

وَالَّذ۪ينَ تَبَوَّؤُا الدَّارَ وَالْا۪يمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ ف۪ي صُدُورِهِمْ حَاجَةً

مِمَّاۤ اُوۧتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Muhâcirlerden önce (Medine’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan ensar, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr, 9) (Kurtubî, el-Câmî li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1985, XVIII, 25)

İnfâk etmek, ashâb-ı kiramda bir lezzet hâline geldi. Ensarda kendilerinden kopararak kardeşine takdim etmek, müstesnâ bir gönül şevkiydi.

Ashâbı, Allâh’ın rızâsına eriştiren üçüncü bir hasletleri de i‘lâ-yı kelimetullah aşkları, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker gayretleri idi;

TEBLİĞ HEYECANI

3. Ashâb-ı kiram, Efendimiz’e sahâbî olmanın teşekkürünü îfâ etmek azmindeydi. Kur’ân-ı Kerim ile hidâyete erişip, cehâlet bataklık ve karanlıklarından kurtulmanın bedelini ödemek arzusundaydı. Bu teşekkür ve bu bedel, hidâyeti diğer insanlara ulaştırmaktı.

Onlar; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatında O’nunla beraber, Bedir’den Tebük’e kadar nice seferlere koştular. Yemen’den, Habeşistan’a, Medâin’den Kudüs’e nice beldelere Allah Rasûlü’nün mektuplarını götürdüler. Efendimiz’in Hakk’a irtihâlinden sonra da, yollara düştüler. Vedâ Hutbesi’ni dinleyen 120.000 sahâbî olmasına rağmen, Mekke ve Medine’de medfun sahâbî sayısı 20.000’i geçmemektedir. Geriye kalan on binler; İslâm’ı anlatmak, cihâd etmek, tebliğde bulunmak için dünyanın dört bir yanına yayılmışlardı. Medine’den yüzlerce kilometre ötede, İstanbul surlarının dibinde, adını verdiği Eyüp’te medfun Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- bu hakikatin en güzel şahitlerindendir.

Ashâbın tebliğ heyecanını şu yaşanmış hâdise ne güzel anlatır:

İdam edilmek üzere iken, kendisine son arzusunu gerçekleştirmek için üç dakikalık fırsat tanınan sahâbî; bu fırsatı veren hak mahrûmu «zavallı»ya teşekkür etti ve;

“–Bu üç dakikayı bana bağışladığın için sana ne kadar minnettârım! Zira bu ikrâm ettiğin üç dakikada belki sana tevhid hakikatini tebliğ edebilme şansım olur.” dedi.

Cenâb-ı Hak, ashâb-ı Rasûlullâh’ı işte bu üç hasletinden dolayı sevdi ve onlardan râzı oldu. Hulâsa eder isek;

Mekke’de, îman ve tevhid için her meşakkate katlanmalarından dolayı râzı oldu.

Medine’de; fedâkârlıklarından, cömertliklerinden, dâimâ muhatabının iyiliğini önde tutan kardeşliklerinden hoşnut oldu.

Yeryüzünde, Hakk’ın şahidi olarak yaşamaları ve İslâm’ı yaşatma azimlerinden memnun oldu. Canlarını ve mallarını Hakk’a yaklaşmanın sermâyesi yapmalarından râzı oldu.

Cenâb-ı Hak bizim de onlar gibi olmamızı istiyor. Bir düşünelim:

ASHAB VE BİZ

Bizler; zulüm ve eziyet altında değilsek de, küfür ve ilhâdın, gürültüsünü daha fazla çıkardığı bir dünyada yaşamaktayız. Televizyonun birçok programları, internetin birtakım müteverrim girdapları, hattâ şehirlerimizin kaldırımları; sanki câhiliyye devrinde müşriklerin elindeki Mekke meydanları gibi… Bu cereyanlara, bu rüzgârlara karşı, ilk müslüman olan metin ve kavî îmanlı sahâbîler gibi mukavemetli olmamız lâzım. Her mekân ve zamanda, Allâh’ın yasakladığı şeylerden, O’nun râzı olduğu şeylere hicret etmemiz lâzım. Hadîs-i şerifte buyurulur:

اَلْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللّٰهُ عَنْهُ

“Muhâcir, Allâh’ın yasakladığı şeyleri terk edendir.” (Buhârî, Îmân, 4)

Bizler Medine’de Efendimiz’in başlattığı îman kardeşliğini kıyâmete kadar sürdürmekle mükellefiz. İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak için her türlü fedâkârlığı sergileyerek, ensar yolunda olmamız iktizâ eder. Ensar gibi evlerimizi; Allâh’ın dîninin neşri için sohbetlere, yaygın eğitim faaliyetlerine açmamız, her türlü imkânımızı Allâh’ın dînine yardım etmeye sarf etmemiz îcâb eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Nasıl yaşarsanız öyle vefat edersiniz. Nasıl vefat ederseniz öyle haşrolursunuz.” (Münâvi, Feyzu’l-Kadîr, V, 663)

Bilhassa son nefeste; îmanda sebat edebilmemiz için, ömür boyunca Allâh’ın dînine yardım etme gayretini sergilemeliyiz.

Allâh’ın dînine yardım etmek, İslâm’ın nusreti için çalışmak; darda kalan müslümanların imdâdına koşmayı da ihâta eder.

Suriye’de 3 senedir yaşanan zulüm ve katliam, ülkemize yüz binlerce mü’min kardeşimizin hicret etmesine sebep oldu. Dün nasıl Mekkeli muhâcirler, Medineli ensâra emânet idiyse; bugün de Suriyeli muhâcirler, Anadolulu, Türkiyeli ensâra zimmetlidir. Onların maddî-mânevî ihtiyaçlarını görüp gözetmek, onlara yalnız olmadıklarını hissettirmek bizim boynumuzun borcudur.

Dün ensârın fedâkârlıklarını metheden Cenâb-ı Hak, onları ihsân üzere takip edersek bizlerden de râzı olmaz mı?

Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdiseyi okuyup, devrimizle mukayese edelim:

HERKES İNFÂKA!..

Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden, kılıçlarını kuşanmış, perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.

Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl -radıyallâhu anh- kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:

«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının! Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1)

Sonra da şu âyeti okudu:

«Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18)

Daha sonra;

«–Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)

Bugün de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek yüzlerini tebessüm ettirmek bizim vazifemiz.

O -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM- BİZDEN YANA MÜTEBESSİM Mİ?

Biz; canlarını ve îmanlarını korumak için beldemize sığınmış o yoksullardan, bîçârelerden, o sessiz feryatlardan bîgâne kalırsak; o gül sîmâ değişecek, ümmeti için çarpan o yürek mahzun olacak, amellerimiz O’na arz olunduğunda hoşnut olmayacak. Bizler için hüzünlenecek.

Fakat tıpkı O’nun yaptığı gibi, ensârının yaptığı gibi, yeryüzünün her tarafında muhtaç düşen kardeşimizin kendimize zimmetli olduğunu bilirsek; onlara yediğimizden yedirirsek, giydiğimizden giydirirsek, hattâ ihtiyaç içinde olsak bile, canımızdan kopararak infâk edebilirsek, Peygamber Efendimiz’i memnun ve râzı etmiş oluruz. Ensar gibi inşâallah, bu amelimizle bizler de Havz-ı Kevser’de O’na mülâkî olma müjdesine nâil oluruz.

Bu tefekkürlerle ashâbı iyi tanımalıyız. Kalbimizin onların engin gönülleri gibi terakkî etmesine gayret etmeliyiz.

Ashâb-ı kiram, âdetâ ümmet-i Muhammed’e «örnek bir nesil» olmak üzere lutfedilmiş ilâhî bir armağandır. Onlar, Muhammedî hidâyet kafilesinin büyüklü-küçüklü yıldız şahsiyetleridir.

Onlar, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. Onlarla, geceler gündüze döndü, kışlar bahar oldu. Onlar, beşeriyete derin bir tefekkür ve tahassüs dünyası kazandırdılar. Onlar; insanı özüyle tanıştırdılar, kâinâtın yaratılış hikmetini öğrettiler. İnsan vücûdunun bir damla sudan, kuşların basit bir yumurtadan, ağaçların yok denecek kadar minicik bir çekirdekten meydana gelişi, zerreden kürreye cisimlerdeki sır ve hikmetler gibi sonsuz ilâhî kudret akışları karşısında beşeriyete duygu ve tefekkür derinliğini onlar tâlim ettiler. Mü’min gönüller; yine onlar vesilesiyle şükür, sabır ve hamd gibi ulvî duyguların hassâsiyetine büründü.

Elbette bizim hayatımız da onlara benzemeli. Hayatımızda hicret olmalı, îsâr olmalı, fedâîlik olmalı, fedâkârlık olmalı, diğergâmlık olmalı…

Yakîn bir îman, metin bir şuur, takvâlı bir kulluk, ihsan üzere bir infak, samimî bir kardeşlik, heyecanlı bir tebliğ ve hummâlı bir gayret olmalı…

Yâ Rabbî!.. Bizlere râzı olduğun fiilleri sevdir ve müyesser eyle… Bizlere ve evlâtlarımıza; sevdiğin ve râzı olduğun enbiyâ-yı izâm, rusül-i fihâm, sahâbe-i kirâm ve meşâyih-ı zevi’l-ihtirâm hazerâtının hâllerinden hisseler nasîb eyle!..

Yâ Rabbî!.. Ümmet-i Muhammed’i mansur ve muzaffer eyle. İslâm’ı ve müslümanları aziz eyle… Mazlum ve mağdur kardeşlerimize yardım eyle. Bizleri dînine yardım eden ve nusret-i ilâhiyyeye mazhar olup dîninde sebât eyleyen bahtiyar kullarından eyle!..

Âmîn!..