ÎMAN YOLUNDA GAYRET

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; şöyle buyurmuşlardır:

“Îman yetmiş küsûr şubedir. Bunun en efdali, Allah Teâlâ’yı tevhid ve O’nun birliğine şahâdet etmektir. Îman şubelerinin en ednâsı da, yollardan insanlara ve bütün yaratılmışlara ezâ veren şeyleri gidermektir. Hayâ îmânın bir şubesidir.” (Riyâzu’s-Sâlihîn, c. 4, hadis no: 684, Erkam Yay, s. 81)

Allah Azîmüşşân’a îmân adı verilen bu îman cevherini bir ağaca benzetecek olursak, bu ağacın kökü ve gövdesi LÂ İLÂHE İLLÂLLAH kelime-i tayyibesine muâdildir. Îmânın diğer şubeleri de bu ulu ağacın dalları ve budakları mesâbesindedir ki, en ince dalı yollardan insanlara ve bütün yaratılmışlara eziyet veren şeyleri kaldırmak ve gidermektir. Yollara atılan, kasten veya ihmal neticesi yol ortasında bırakılan; taş, diken, demir, çöp vesâire ile tükürük ve sümük gibi pislikleri gidermek, o şeyleri giderenin îmânına delâlet edeceği gibi, insanlara ve bütün yaratılmışlara eziyet veren nesneleri yollar üzerinde bırakanların ve yolları kirletenlerin de îmân nûrunun noksanlığına ve îman şuurunun zayıflığına işarettir.

Şu kıssayı dikkatle oku:

Günlerden bir gün, bir köpek cami duvarına bevletti. Oradan geçen bir gayr-i müslim, bu hâli gördü ve insanlık gayretiyle buna çok üzüldü. Böyle mukaddes bir mâbedin kirletilmesine gönlü râzı olmayarak, köpeği kovaladı ve biraz su bularak orayı temizlemeye başladı. Fakat, nasıl olduysa yıkadığı yerden bir miktar sıva gevşeyip koptu. Bu defa gitti, bir miktar harç yaparak getirdi ve kopan sıvanın etrafını güzelce onardı. Daha sonra başka dökülmüş yer olup olmadığını araştırırken rüzgâr esti ve o gayr-i müslimin başından külâhını uçurdu ve kendisine o anda bir nidâ geldi:

“Ey mescidimin duvarını kirleten köpeği kovan ve o duvarı temizleyip onaran, hâneme pisliği ve necâseti lâyık görmeyen kulum! Sen, benim hâneme pisliği lâyık görmediğin ve temizlediğin gibi, ben de senin gönül beytine küfür necâsetini lâyık görmedim. Kalbini, şirk ve küfür pisliklerinden temizleyerek îman nûru ile süsledim.”

Bu ilâhî lütuf sayesinde, o gayr-i müslim hemen oracıkta kelime-i şahâdet getirerek kâmil bir mü’min ve sâdık bir müslim oluverdi.

Ey kardeş!

Bu anlattıklarıma sakın şaşırma! Hiçbir iyilik, Allah Teâlâ indinde zâyî olmaz. Hattâ o iyiliği yapan kâfir ise, bu iyilik ona îman nasip olmasına vesile olabilir. Îman nasip olmayanlar ise, o iyiliklerinin mükâfatını dünyada muhakkak görürler. Kendilerine îman nasip olmayanların, evlâtlarına veya torunlarına hidâyet bahşolunur. Çünkü yapılan bütün hayır ve iyilikler, fiilen ve hükmen îmânın birer şubesidir. Bu îmânını dili ile değil de, fiili ile açıklamış gibi olur ve bu da bir gün dili ile ikrarına vesile olabilir. Yeter ki, inâyet-i Rabbâniyye erişmiş bulunsun!..

Bunun zıddı veya aksi olarak; kötülük yapanlar, cami ve mescidlerin etrafını kirletenler, insanlara ve bütün yaratılmışlara eziyet verecek davranışlardan bulunanlar, Allah Teâlâ’ya âsî olanlar, Rasûl-i Ekrem’e cefâ edenler her ne kadar dilleriyle müslüman olduklarını söyleseler de yaptıkları iş ve hareketler kâfirlere mahsus işlerden olduğundan, bu gibilerin son nefeslerinde îmansız gitmelerinden korkulur.

Bu hadîs-i şeriften işârî olarak şu mânâ da tahsil edilmelidir:

Mü’min kişinin, kâmil îmâna nâil olması için; Allah yolunda ilerlerken bütün kötü huylarından ve alışkanlıklarından Allah Teâlâ’nın tevfîki ile arınıp kurtulması lâzımdır. Îman yolunda ilerleyen kişinin, maksûduna ulaşabilmesi için; o yol üzerindeki pislikleri, çirkinlikleri ve kötülükleri gidermesi gerekir. Aksi takdirde, yol alamaz ve kâmil îmâna ulaşamaz.

Şu hâlde, îman yolunda ilerlemeyi engelleyen, insanlara ve bütün yaratılmışlara eziyet veren kötü ve çirkin huyları ve alışkanlıkları terk edip gidermeden, îmânın lezzetine varılamayacağı îmâ edilmektedir.

Îman yolu bir arayış, çalışma ve gayrettir. Cenâb-ı Hak, gayretlere karşılık verir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Bizim hoşnutluğumuz istikametinde mücadele edenleri, cehd ü gayret edenleri; elbette yollarımıza hidâyet ederiz.” (el-Ankebût, 69)

Rivâyet olunduğuna göre Süfyân-ı Sevrî Hazretleri şöyle anlatır:

Hacca niyetle yola çıkmıştım. Çöllerden geçerken, bir kimse çıkageldi ve bizim kervana karışarak yoldaş oldu. Fakat, bu yabancı namaz kılmıyor ve bizimle yemek de yemiyordu. Ben, o kimseye;

“–Neden Rabbi’l-Âlemîn’e ibâdet etmiyorsun?” dedim. “Bilmez misin ki, namaz Hakk’ın pek sevdiği ve Rasûl-i Zîşân’ın; «Gözümün nuru» buyurduğu bir ibâdettir. Niçin namaz kılmıyorsun? Hem bakıyorum, bizimle yemek de yemiyor ve bizim sohbetlerimizden âdeta kaçıyorsun.”

O kimse hıristiyan olduğunu söyledi, adını sordum ve Abdü’l-Mesih olduğunu öğrendim. Kendisine;

“–Bizim kervanımız, gördüğün gibi hac niyetiyle Mekke-i Mükerreme’ye gitmektedir. Sen ne tarafa gideceksin?” diye sordum. Cevâben;

“–Müslümanlar, her yıl akın akın bu yola gidiyorlar. Ben de niyet edip yola çıktım. Müslümanların Mekke-i Mükerreme ve Kâbe-i Muazzama’da ne yaptıklarını gözlerimle görmek istiyorum. Sizin, Kâbe dediğiniz yeri de çok merak ediyorum. Orada nasıl ibâdet ettiğinizi görmek arzusundayım.” dedi. Bunun üzerine kendisine şu öğütlerde bulundum:

“–Öyle ise, bizden ayrılma ve bize karşı çekingen durma!” dedim. “Bizler elhamdülillâh mü’minleriz, sana hiçbir fenalığımız olmaz.”

Kendisine gösterdiğim bu ilgi ve verdiğim teminat, onun da hoşuna gitmiş olmalı ki, yanımıza sokulmaya ve bizlerle arkadaşlık ve dostluk kurmaya başladı.

Aradan üç gün geçti, bizimle oturup konuşuyor, sohbetlerimizi dinliyor, fakat yine yemek yemiyordu. Onun bu hâline cidden taaccüp ediyordum. Bu adamcağız; ne yemek yiyor, ne de su içiyordu. Dördüncü gün bana;

“–Yâ Süfyân!” dedi. “Rabbin katında kadrin ve merteben varsa, duâ et de bize yiyecek bir şeyler versin ki yiyelim.”

Ona dedim ki:

“–Yâ Abdü’l-Mesih! Sen de insansın, ben de insanım. Benden istediğini Rabbinden istesen daha âlâ olur…”

Daha sözümü bitirmemiştim ki, o hıristiyan yol arkadaşımız yüzünü yerlere sürmeye ve alnını toprağa dayayarak duâ etmeye başladı. Hemen o anda gayet büyük bir sofra halk ve îcat olunduğunu gördük. İçinde türlü türlü nimetler, tarif ve tavsif edilemeyecek nefâsette yiyecekler ve çeşitli meyveler ihsan olundu. Bu hâli görünce, ibret-i hak galebe edip gayet perişan oldum. Bu adam, bâtıl bir dinden iken, Allah Teâlâ’ya niyazda bulunuyor ve duâsı da müstecâb oluyordu. Gayret-i İslâmiyye’me dokundu, rengim döndü, hayrette kaldım. Hıristiyan yoldaşımız, yerden başını kaldırarak bana şunları söyledi:

“–Kalbine elem ve ıstırap gelmesin. Bu nimetler, senin hürmetine bahş ve inâyet buyurulmuştur.”

“–Nasıl olur?” diye yüzüne bakınca şu açıklamayı yaptı:

“–Ben, Rabbime duâ ederken; «Yâ Rab! Bu kimsenin dîni Hak ise, Sen’in Hak dînin hürmetine bize yemek gönder.» diye niyazda bulundum. Senin dînin hürmetine, bize bu yemekler inzal buyuruldu.” dedi.

Bu kimse, iki gün daha bizimle yola devam ettikten sonra ayrıldı. Biz de yolumuza devamla Mekke-i Mükerreme’ye vardık. Tavaf niyetiyle Mescid-i Harâm’a girdiğimde, bu kimsenin de müslümanlarla birlikte tavaf ettiğini gördüm. Yanına sokularak;

“–Ey Abdü’l-Mesih!” dedim. “Sen Allah Teâlâ’ya gereği gibi îmân etmeden, Hakk’ın beytini nasıl tavaf ediyorsun?”

Parmağını dudağına götürüp, bana; «Sus!» işareti verdikten sonra, yavaşça şunları söyledi:

“–Artık bana Abdü’l-Mesih deme. Abdullah diye çağır! Bütün halk Arafat’ta iken ben de oradaydım. Onlar Arafat’tan dönerek Beytullâh’a girince, ben de peşlerinden gittim ve ayağımı Mescid-i Harâm’ın eşiğine koyarken, hâtiften bir nidâ işittim. Bana şöyle hitap ediliyordu:

«Utanmaz mısın ki, gördüğün kerâmeti inkâr ve inat yolunu terk etmeden, Rabbi’l-Âlemîn’in istediği gibi îmân eylemeden, Rabbin senden, sen Rabbinden râzı olmadan, dostlarım için bina ettirdiğim beytime nasıl girebiliyorsun?»

O anda, Hak -celle ve alâ- Hazretleri, kalbime rahmet nazarı ile nazar buyurdu da Kâbe-i Muazzama’ya öyle girdim. Elhamdülillâh müslüman oldum, rahat ve huzur buldum.”

Ey Hak ve hakikat yolcusu!

Bu hikâyeleri masal gibi okuyup geçme; kıssadan hisseni al!.. Merak sebebiyle Hak yoluna gidenler bile mahrum kalmazken, ömürlerini dalâlet içinde geçirdikleri hâlde, hidâyete mazhar olurlarken, Hakk’ın hâlis kullarına ikram olunacak ilâhî ikramları senin iz‘ânına bırakıyorum.

Ne mutlu o mukaddes topraklara gidip hac vazifesini şart ve erkânlarına uygun bir şekilde îfâ ederek mebrûr bir hac ile dönebilenlere…

Nazar et Beytullâh’a,
Hasret penceresinden.
Fokur fokur ses gelsin,
Gönül tenceresinden.

Tencerenin sesini,
Duyurma başkasına.
Boşaltırlar içini,
Tenceren kalır sana. (Gülzâr-ı İrfan)