HİMMETE MUHTAÇ BİR TOPLUM

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Dönem sonu imtihanları sonuçlanmış, listeler asılmıştı. Çok heyecanlıydı. Eğer bu imtihanlarda firesi yoksa okul bitti demekti.

Listelerde ismini bulması uzun sürmedi. Birinci ders… Tamam! İkinci ders… O da tamam! … Dokuzuncu ders… İşte bu! Hepsi tamam!

–Şükürler olsun yâ Rabbi! Fakültem bitti, elhamdülillâh…

Hemen telefona sarıldı. «Önce kimi arasam acaba?..» diye gönlünden geçirdi.

Ailesini aramaya karar verdi. Tuşları çevirdi… O an aklına hocasına verdiği söz geldi. Namazdan çıkarken hocasına;

“Hocam öğrenir öğrenmez arayacağım!” demişti. Verilmiş bir sözün önceliği, tartışılmazdı…

–Selâmün aleyküm hocam!

–Aleyküm selâm Melih’im!

–Hocam nasılsınız?

–Meraktan çatlıyorum. Hayırlı haberlerini bekliyordum.

–Elhamdülillâh hocam! Haberler, hayırlı çok şükür. Fakülteyi bitirdik…

–Ooo… Mâşâallah aslan Melih’imize! Helâl olsun! Tebrik ederim. O zaman şevkle bekliyorum.

–Baş üstüne hocam! İnşâallah ilk fırsatta oradayım.

–Tamam aslanım, Allâh’a emânet ol…

Ömer Sami Hoca, Melih’in çocukluk yıllarından beri mahalle camisinde imamlık yapıyordu. Melih’in ilk hocası, ilk rehberi o olmuştu. Ömer Sami Hocanın yerinde yönlendirmeleri, gönülden teşvikleri ve candan muhabbeti ile Melih, çok müstesnâ bir öğrencilik hayatı yaşadı. Ömer Sami Hocanın emeklilik günü geldiğinde başta Melih ve arkadaşları olmak üzere, bütün tanıyanları; «Eyvah hocamız mahalleden gidecek!» diye çok üzüldüler. Çünkü Ömer Sami Hoca, mahalledeki talebelerin gönüllerini nakış nakış dokumuş; «Peygamber sevgisi, Allah aşkı…» nedir, şevkle öğretmişti. Mahalleli, çok müteşekkirdi.

Hocanın durumu ortadaydı; ama Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla hoca, oradan bir ev alarak mahallelinin yüreğine su serpti. Hizmetler aynı hızıyla devam edecekti. Melih’in bu müstesnâ ortamı çok şey kazandırmıştı kendisine.

Melih, mahalleye dönmek için hızlı adımlarla otobüs durağına yöneldi. Bu arada ailesini aramayı da ihmal etmedi. Ailesi Melih’in bu başarısına o kadar çok sevinmişti ki, babası bu müjdenin hatırına bir kurban kesmeyi va‘detti. Babası;

–Evlâdım! Mezuniyetin hayırlı mübârek olsun. Sağ olasın, yüzümüzü yere baktırmadın. Ben râzıyım, Allah da râzı olsun inşâallah. Gazan mübârek olsun evlâdım…

–«Gazan mübârek olsun!» derken, neyi kastettin baba?

–Bundan sonra seni bekleyen günler, daha hassas günler olacak. Çok farklı ortamların olacak. En önemlisi, senden hizmet bekleyen nice muhtâc-ı himmetler var. Nasibin, bu vazifeyi âhirzamanda devralmaktan yana imiş. Gayretinden şüphem yok! İnşâallah rûz-i mahşerde yüzü ak olanlardan olursun…

–Allah râzı olsun baba. Bir evlâdın duyabileceği en güzel sözlerdendi bunlar… İnşâallah lâyık olurum.

–Duâlarım seninle evlâdım. Muhtâc-ı himmetleri unutma. Onlar her yerde… Gönül gözünle baktığında onları görmen zor olmayacak…

Her şey çok güzeldi. Melih, âdeta bulutların üzerinde seyr ü sefer hâlinde idi. Bu arada otobüs durağına varmıştı. Sanki gelecek olan belediye otobüsü değil de bir makam aracıydı. Kendi havasında aklına gelene fakülteyi bitirdiğini söylemeyi düşünüyordu; «Kontör bitinceye kadar devam… Bugün benim günüm…» diye geçirdi gönlünden…

Tam o sırada, durakta bir annenin küçücük kızını azarladığını ve sert bir şekilde eline vurduğunu gördü. Dikkati, annenin sözlerinde toplandı:

–Ah benim geri zekâlı kızım! Sana kaç kere söyledim şu dizindeki yaraları kaşıyıp kanatma diye, ha! Bir kere söz dinlesen!..

Çocuk ağlamaya başlamıştı. Melih’in içi burkuldu; ama şok edici vuruş, henüz gelmemişti…

Anne sözlerine devam etti:

–Bu yaralar iyileşmeden kabuklarını yolduğun için dizinde iz kalacak ve büyüyünce kısa etek giyemeyeceksin! Ondan sonra…

Ondan sonrasını duymamıştı zaten Melih… Bir anda tüm görüntü ve sesler kayboldu… Sadece o annenin çocuğunun ellerine vuruşu, işaret parmağını hızla ileri geri oynatarak azarlayışı, sessiz bir video gibi akıp gidiyordu.

Melih’in gönül dili, sazı eline aldı:

–Şimdi bu kızcağız, bu annenin elinde mi büyüyecekti? Böyle zihin yapısına sahip bir annenin yetiştirdiği çocuk, topluma ne kadar faydalı olabilirdi ki?

Ardı ardına yıkılan yuvalar, ömürleri kararan, anne-babaya ve sıcak bir yuva ortamına muhtaç yüzlerce çocuk…

Şu kız evlâdının geleceği nasıl olacak? Evlâdını sadece teşhir unsuru bir vitrin malzemesi gözüyle gören bu anne, acaba yarın nasıl hesap verecek?

Acaba kendisi de bu sahneye şahit olduğu hâlde bir şey yapamadığı için, hesaba çekilecek miydi?

Sorular… Alınamayan cevaplar…

Bugüne kadar hiç farkında olmadığı onca rezillik… Şimdi ne oldu da bu kareye bunca soru yığıldı?

Mahalleye giden otobüs gelmişti. Duraktaki hareketlilik Melih’i kendine getirmişti… Aslında Melih’i kendine getiren, duraktaki hareketlilik miydi? Yoksa cevabını alamadığı sorular mıydı?

Melih hangisiydi? Bilemedi…

Mahalleye gelinceye kadar hiç konuşmadı. Kendini bir an önce camiye atmak istiyordu. Hemen gidip abdest aldı. Abdestin verdiği huzur hâli, biraz ferahlatmıştı gönlünü. Vakit kaybetmeden Ömer Sami Hocanın yanına gitti. Hocası hürmetle karşıladı kendisini…

–Ooo!.. Melih Efendi! Hoş geldin bakalım. Gel! Gel! Bir kucaklayayım seni. Tebrik ederim. Tekrar hayırlı mübârek olsun…

Melih, hocasına şöyle bir baktı. Onun o samimî çehresi, huzur verici konuşması, yumuşacık gönlü…

Görüntü ve ses yine gitmişti. Bu sefer, hocanın mütebessim konuşması, sessiz bir videoya dönmüştü…

“Bu yaşlı adamda ne vardı da soluğu ilk fırsatta burada aldım?” diye geçirdi zihninden. Sonra da cevabı yine kendisi verdi:

“–Ne olacak? Bu ilgiyi gördüğüm başka kaç yer var ki? Adam mıknatıs gibi… Çekiyor vallâhi.”

Melih, Ömer Sami Hocayı o kadar çok seviyordu ki. Sanki onun yanı, en şiddetli deprem anlarının en sağlam sığınağı gibi geliyordu kendisine…

Hoca, Melih’in içinde bulunduğu zihnî karmaşayı fark etmişti; ama akışına bırakmayı tercih etti. Melih’in bakışları donuklaştı ve hocanın yüzünde odaklandı…

Melih, pat diye yapıştırdı soruyu:

–Hocam! Sizdeki bu büyünün sırrı ne? İnanın şu an iki sokak ilerideki evime, ailemin yanına gitmedim. Soluğu niye burada aldım? Bunu bilmek istiyorum hocam! Sizdeki bu başkalık nedir?

Hoca yıllardır beklediği bu soru karşısında, hiç duraklamadı:

–Melih Efendi, bu işin sırrı üç harf ile beş noktaya gizlenmiş.

–Üç harf ve beş nokta…

–Ayın… Şın… Kaf…

–Aşk…

–Evet evlâdım, aşk! Ben size, bu hizmete âşık oldum. Size her muamelemin bitmek tükenmek bilmeyen menbaı aşkımdı. En sıkıntılı zamanlarımda bile yegâne sığınağım, aşkımdı. Elhamdülillâh ki her şeyin üstesinden gelmeyi nasip etti Cenâb-ı Hâk. Bu duygu, insanı engel tanımayan bir su gibi yapıyor. Galiba bugün sen de bu duyguyla ilk defa tanıştın.

–Açıkçası tam olarak ne olduğunu bilmiyorum; ama şahit olduğum bir manzara çok derin dehlizlere attı beni…

–Hayırdır?

Melih, durakta yaşadıklarını anlatınca hocası, elini Melih’in omzuna koydu:

–İşte evlât aşkın başlangıcı… Dert… Hoş geldin! Bu iş, önce dert edinmeyle başlar. Biliyor musun? Siz, benim derdimdiniz. Sen ve arkadaşların. Sizi yetiştirip, şu topluma faydalı bir insan kazandırmak benim tek arzumdu. Elhamdülillâh! Cenâb-ı Hâk, bana bu günleri de gösterdi.

–Hocam! Ne diyeceğimi bilmiyorum. Beni mahcup ediyorsunuz. Bizi bu kadar sevdiğinizi açıkçası bilmiyordum.

–Bak sana ne anlatacağım…

–Buyurun hocam.

–Hani o, koruya ilk gidişimizi hatırlıyor musun?

–Evet hocam. Bisikletle…

–Evet, işte o gün! Aslında bir gün öncesine kadar bisiklete binmeyi bilmiyordum. O gün sizinle program yapınca hevesinizi kırmak istemedim. Çünkü siz; «Bisikletle gidelim.» demiştiniz. Ben de şu Çınar sokaktaki matematik hocası var ya, ona gittim.

–Burak Hoca!

–Evet. O gün ondan bana bisiklete binmeyi öğretmesini istedim. Niyetim sizinle beraber koruda bisiklete binmek ve o heyecanınızda yanınızda olmaktı. Kırmadı sağ olsun, gece yarısına kadar beni çalıştırdı. Burak Hoca;

“Hocam! Artık değme bisikletçiler elinize su dökemez! Haydi, rastgele…” deyip bana icâzeti verinceye kadar çalıştık. Ertesi gün malûm…

–Helâl olsun. Hiç çaktırmadınız. Peki hocam bir şey sorabilir miyim?

–Tabiî buyur.

–Şu dernekteki masa tenisi olayı. Onun hikâyesi de buna benzer mi?

–Alacağın olsun! Çok mu belli oldu?

–Hocam galiba biraz öyle oldu.

–Ama o işte benim suçum yok! O bizim Hakkı’nın işi. «Masa tenisi biliyorum.» diye atladı. Ben de ne bileyim, düştüm peşine. O gece de onunla sabahladık.

–Hocam bir geceyse eğer hakikaten çok iyi mesafe almışsınız.

–Yok be evlât! O; «İlginizi çekerim, belki bir gönül daha kazanırım.» telâşıydı.

–Allah biliyor hocam ya; biz hep hayran kaldık size. Ailelerimizin size duâları hâlâ hatırımda capcanlı…

–Estağfirullah. Cenâb-ı Hak bizi bu hizmete kabul etti. Yoksa biz kimiz?

–Hocam bu yolda sizinle olmak istiyorum. Tecrübelerinize ihtiyacım olacak. Bugün karşılaştığım o acı manzaranın hesabını verirken zorlanmak istemiyorum.

–İnşâallah evlât. Her dâim beni, yanında bulacaksın. Ama unutma; bu yolun her tarafı ateştir. Devamı da kaçışı da…

–Anladım hocam. Anlamadığım bir şey var hocam; ben böylesi acı tablolara ilk defa şahit olmadım. Zâhiren baktığımda neden bu kadar etkilendiğimi de açıkçası çözemedim; ama çok yaraladı beni.

–Oğlum, o an yaşadığın, bir babanın duâsıydı… Sana demiş ya; «Muhtâc-ı himmetler her yerde…» diye. İşte o andaki duâ, senin gönül gözündeki bir perdeyi daha kaldırmış. Ama o perdelerden daha kaç tane olduğu bilinmez. O yüzden bu yolun yolcusu olma yolunda istikrar göstermen gerekir.

–Duâ edin hocam. İnşâallah geçici bir heves değildir benimki… Tarif ettiğiniz o dünyaya beni de alın ne olur!

–Beni de bu yola ilk sevk eden şu söz olmuştu:

«Allah katındaki değerini bilmek istiyorsan; Allâh’ın dünyadayken seni neyle meşgul ettiğine, seni hangi alanda istihdam ettiğine bir bak!»

Şimdi senin şu dertli hâlini görünce, yaptığım işin ne kadar doğru bir iş olduğunu bir kez daha idrak ettim.

Tarif edemediğim bu duyguyu yaşamayı Cenâb-ı Hak sana da nasip etsin.

–Âmîn hocam inşâallah.

–Haydi bakalım, doğru eve. Heyecanını paylaşmak üzere seni dört gözle bekleyen bir ailen var.

Daha fazla bekletme! Allâh’a emânet ol!..