Ferdin, Toplumun, Ümmetin ve İnsanlığın İmdâdına ÇARE MÂNEVİYATTA

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanlık ne zaman maddenin ve nefsâniyetin zebûnu olduysa, o zaman vahşîleşti.

Canavarlaştı.

Şeytanla aynı rolü paylaştı. Hattâ daha ileri gitti.

Bir Nemrut çıktı:

“«(–Ben de tanrıyım.) Ben de diriltir ve öldürürüm.» dedi.” (el-Bakara, 258)

Bir Firavun çıktı:

“–Adamlarını toplayıp seslendi: «Sizin en yüce rabbiniz benim!» dedi.” (en-Nâziât, 23-24)

Bir Kārun çıktı:

“–Bu servet ancak, bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir, dedi.” (el-Kasas, 78)

Neler neler yaptılar, neler neler söylediler.

«Büyük lokma yut, ama sakın büyük konuşma!» denilse de, işitmeyenler ve ibretleri görmeyenler, aynı yanlışın yeni halkası olmaya devam ettiler. Keçi yolları oluşturdular. Olmadık işlere kalkıştılar. Olmayacak şeylere yeltendiler. Kanalizasyonlara daldılar. Kaypak oldular, nankör oldular. Sahtekârlaştılar, kötülüklere bulaştılar. Simsar kesildiler. Sinsilik ve aldatmayı meslek edindiler. Daima daha değerli ve hüküm-fermâ olmak için haykırdılar, kavgalar ettiler, boğuştular, didindiler, çırpındılar. Her şeylerini sarf ettiler. Allahlık iddia ettiler. Peygamberlik iddia ettiler. İstediklerini elde edemedikçe de azıttılar. Bu yaptıklarıyla da gururlandılar, kibirlendiler, böbürlendiler; büyüklük tasladılar. Bu uğurda her türlü zulmü ve vahşeti sergilediler.

Sadece;

“Hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar ve ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.” (el-Bakara, 16)

İstedikleri nûra karşı gözleri körleşti. Kulakları sağırlaştı.

Her biri küçüldükçe küçüldü. Alçaldıkça alçaldı. Sıfırlaştı. Acziyetin en ağırına dûçâr oldu. Biri topal bir sivrisineğe yenildi. Biri yerin dibine geçti. Biri suda boğuldu.

Onların;

Hak’tan ve mâneviyattan uzak ve gafil yaşayışları, dünyevî ve uhrevî felâketlerine sebep oldu.

Yakînen görenler ibret aldı.

Hem görmeyip hem de unutanlar ise, aynı hataları tekrarladı.

Şimdi;

Globalleşen dünya da, o hataları ve rezil cehâletleri yeniden sergiliyor.

Dünkü bedbahtlar nasılsa, şimdikiler de öyle.

Onlar;

Rahmân’a uzak, şeytana yakın. Adâlet ve merhamete uzak, zulüm ve rezaletle iç içe. Mâneviyat ve insanlığa uzak, maddeperestliğe ve canavarlığa âmâde. Kurtuluş ve huzura uzak, hüsran ve azaba müstehak.

Mânevî özelliklerden ve terbiyeden mahrum kaldıkça da insanoğlu, ne yazık ki, sadece felâketin talibi.

Fertte, ailede, toplumda ve milletlerde; yığınla çalkantı, bitip tükenmek bilmeyen fecî hâdiseler hep bu yüzden. Güç kimin elindeyse o haklı anlayışının yol açtığı canhıraş feryatlar her ülkeye sıçrıyor. Ne kadar aşırı maddî zenginliğe sahipse o kadar aşırı, belki daha fazla mânevî yoksulluk içinde olanların saldırganlığı, dinmeyen hınçları, tatmin olmayan gaddarlıkları ve zulümleri, neleri altüst etmiyor ki!

İşte;

İki yüz yıldır İslâm coğrafyalarında kâh küffar kâh fesat eliyle yerle bir olan tarihler, medeniyetler, kütüphaneler, devrilen âbideler, cansız bebeler, vurulmuş anneler, harabe olmuş yuvalar, yanmış karıncalar!

Hepsi haykırış hâlinde:

İnsan, terbiyeye muhtaç!

Rahmânî olan terbiyeye muhtaç. Şeytânî ve nefsânî olana değil.

Göklere göre insâniyet ölçülerinde yaşatacak bir ilâhî terbiyeye muhtaç.

O terbiye;

Rûhî disiplin. Kalbî eğitim. Mânevî tahsil.

İslâm’ın tasavvuf terbiyesi.

Çünkü o terbiye, dünyanın en güçlü sultanlarına Hak kapısında diz çöktürmüş, halka karşı onları birer zalim değil bilhassa birer merhamet âbidesi şahsiyet olarak yaşatmıştır. Onlar sayesinde dünya; merhamet, adâlet ve huzur dolu asırlara da şahit olmuştur. Kötülükler sinmiş, iyilik ve rahmetin duvarlarını yıkamamıştır.

Fakat nasıl ki mikroplar, ortam bulur bulmaz sıhhatin içine dalıp hücum ediyorsa; yeryüzündeki ilâhî imtihan mûcibince menfî kanadı oluşturanlar da, her zaman ilk fırsatta insanlığı ifsâda hamle yapıyorlar.

O mikroplu hamlelerin en beteri de, sûret-i haktan görünen fakat insanın kalbî yönünü yok edip onu tamamen materyalist bir varlık hâline getirmeye çalışan yaklaşımlar.

Bilhassa mâneviyat düşmanlığı.

Bunu ehl-i küfrün yapması normal belki. Fakat ehl-i îman sayılan gafil bilgiçlerin de mâneviyat düşmanlığında ehl-i küfürle aynı safta yer alması; ne kadar acı, büyük bir garâbet! Üstelik insanın mânevî yönünü kurutup yok etmek için dînî malzemelerin kullanılması da ayrı bir tuhaflık! «En doğru îman bu!» deyip insanı ateist yapmak istercesine haince bir şey.

Sormak gerek:

İslâm’ın insanda imar etmek istediği ulvî takvâyı, edebi, irfanı ve mâneviyâtı yok etmeye çalışmak, açık yürekli dostâne bir ilim midir, yoksa taş kalpli gizli bir düşmanlık mı? Makbul bir akademik çalışma mıdır, yoksa sinsi bir cehâlet ve bozgunculuk faaliyeti mi? Talebenin henüz sağlamlaşmamış îman ve yaşayış binasını yersiz ve duyarsız şüphe dinamitleriyle yıkmak, eğitim midir? Zaten ehl-i küfrün yaptıkları yüzünden Allâh’a ve Peygamber’e bağlılığı pamuk ipliğine dönmüş bir neslin o cılız irtibatını da koparıcı balta misali çalışmalar mıdır doğruyu ortaya koymak, ya da gerçeği bilmek ve temsil etmek?

Kusurlu bir şoför bulup da direksiyonları parçalamak fikri, yahut hatalı bir imam bulup mihrapları yıkmak fikri, veyahut yanlış bir çizim bulup kalemleri ve kâğıtları yok etmek fikri, neyin ifadesidir?

Gayet açık.

Bu sebeple;

Mâneviyâta bugün daha çok ihtiyaç var. Takvâ, her zaman olduğu gibi yine bilhassa zarûrî. İlim dünyası için özellikle elzem. Yoksa insan, Allâh’a uzak düşüyor. Ne kadar bilgili de olsa uzak düşüyor. Şeytanın düştüğü gibi düşüyor.

Bu düşüşün yegâne sebebi ise;

Benlik…

İnsanda bertaraf edilmesi şart olan ruh kanseri.

Onun için tasavvufta bu husus, insan eğitiminin temel meselelerinden biridir.

Çünkü benlik, kulun Hakk’a yakınlığına engel bir şeytan çengelidir. O kadar ilmine rağmen şeytanı; işte, bu benlik mikrobu helâk etmiştir. Dolayısıyla mânevî terbiye, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın tanzimiyle, her türlü menfî benliği ve onun bütün tesirlerini kalpten ve hayattan dışarı çıkarmak şeklinde bir ilâhî emir ve eğitim olmuştur.

Bunun en bariz uygulaması da kurbandır.

Çünkü;

Kurban, sadece bir hayvanın kesilmesi meselesi değildir.

Hayvanın kesilmesi öncesinde yaşanan ilâhî bir eğitim tarafı vardır kurbanın. O eğitim, benliğin fedâ edilmesi; nefsin de, malın da, canın da ve evlâdın da gönülde Hakk’ın yerine geçmemesi, hepsinin Hakk’a kurban / teslim edilmesi etrafında şekillenmiştir. Onlar kalbin derinliklerinde Hakk’a kurban edilmeli ki, hiçbiri put hâline gelmesin. Çünkü kurban edilemeyen, yani sahibine teslim edilemeyen her şey; kalplerin putu hâline gelmiş demektir. İlim de öyle, evlât da, mal da öyle, can da.

Bu yüzden Cenâb-ı Hak, aslında mânen kurban edilmesi gereken bir emâneti bütün insanlık anlasın diye zâhire de dökmüş, fiilen de uygulatır gibi emretmiş, maksat hâsıl olunca işin öz hakikatini ve hikmetini tezâhür ve idrak ettirmiştir.

İdrak etmeli:

Allah, insana evlâdını kesmeyi emreder mi? Kendi kontrolünde emretti. İnsan bu emri dinleyebilir mi? Emreden Allah ise, elbette. Çünkü yüce Allah kendi emrini zaten yerine getirtir. Fakat neticesini, görüldüğü ve beklendiği gibi değil, kendi yüce murâdına göre gerçekleştirir.

Yani şunu yaşatır:

Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle,
Bak sonunu seyreyle;
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler!..

(İ. Hakkı Erzurumî)

İşte bu şuurla;

Hazret-i İbrahim, ilâhî emir üzerine oğlu Hazret-i İsmail’i kurban edeceği yere götürdü. Hazret-i İsmail, rivâyete göre en fazla on üç yaşındaydı. Babası onu şefkatle yere yatırdı. Bıçağı boğazına dayadı. Çekti.

O esnada Allah emretti. Bıçak kesmedi. Yani Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’e;

“‒Sen oğlunu bana kurban etmek üzere kes!” diye emretti, bıçağa da;

“‒Sen ise, kesme!” diye ferman buyurdu.

Böylece kesme fiili, Hazret-i İbrahim’in sadece iç âleminde gerçekleşti. Kesilme fiili de Hazret-i İsmail’in sadece iç âleminde yaşandı.

Baba da oğul da bu işe şaşmış bir hâldeyken Cebrâil geldi. Yanında cennetten getirdiği bir koç vardı. Allâh’ın lutfunu müjdeledi. Tekbirler getirip o koçu kurban ettiler.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i İbrahim hakkında;

“Çok vefâkâr olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim…” (en-Necm, 37) buyurarak onu medh ü senâ etmenin yanında ilâhî takdir ve tebrikini de «İbrahim’e selâm!» vurgusu etrafında şöyle beyan etti:

“Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik. (İşte) Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 107-111)

Demek ki;

Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i İbrahim’e; «Oğlunu kurban et!» diye emretmesindeki maksat, bir babaya yavrusunu kestirmek değildi. O babanın gönlünde kendi sevgisinden başka bütün fânî sevgileri kestirmekti. Evlât bile olsa. Küçük İsmail’e de; «Boynunu bıçağa uzat!» diye emretmesindeki kastı da onun kendisini boğazlattırması için değildi. Allâh’a ait olanın başkasına ait olamayacağını idrak içindi. Hem de babasıyla.

Mesele, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği emânetleri geri vermeyi istememek vaziyetine düşerek onları putlaştırmamak. Canı da malı da evlâdı da put yapmamak. Her emâneti gerçek sahibine vermenin bağlılığını ve aşkını yaşamak.

Yüce Sevgili’nin istediği de zaten sadece bu aşk hâlidir. Yoksa O’nun murâdı âşığın boynunu vurmak veya vurdurmak değildir. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Bir kimse Hazret-i İsmail gibi boğazını uzatıp da Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmışsa, Allah onun boğazını kestirmez.”

Şiirin diliyle ifade edecek olursak;

Cân içre bilir hikmeti ârif kişiler,
Kurbân olanın boynunu kesmez hançer!
Kim böyle okur kıssa-i İsmâîl’i,
Seyrî, ona bayram olacaktır mahşer…

Bunu bir de şöyle söyleyelim:

Neyi emretse Hudâ’mız, ona uymakta hüner,
Bunu gösterdi verip can, iki hak peygamber,
Verdi Hak böyle fedâkârlığa bayram, Seyrî,
Öyle teslîm olanın boynunu kesmez hançer! (Seyrî)

Çünkü Allâh’ın istediği kulunun boğazı değil, kalbindeki aşk bağlılığı ve teslîmiyetidir. O bağlılık ve teslîmiyete zarar verecek ne varsa, onları kurban edebilmektir.

O hâlde bizler de;

Gövdeyle değil, rûh ile insân olalım,
Tenden geçelim, cân ile cânân olalım.
Mahşer günü bayram diliyorsak Seyrî,
Bizler de koyunlar gibi kurbân olalım…

Ancak;

Nasıl ki kurban kesmek için müslüman olmak şart ise, kurban olmak için de aşk derecesinde bir teslîmiyet şarttır. Yine nasıl ki kurban kesmek için hür olmak şart ise, kurban olmak için de zorlama olmaksızın içten gelen bir irade ve şevk şarttır. Yine nasıl ki kurban kesmek için bülûğa ermiş bir akıllı kimse olmak şart ise, kurban olmak için de kalben olgunlaşmış bir akl-ı selim sahibi olmak şarttır.

Yine nasıl ki kurban kesmek için zenginlik şart ise kurban olmak için de şarttır. Hangi hususta kurban olunacak isek, o hususta akıl ve gönüller zengin olmalı. Eğer îman bahsinde kurban olunacaksa, mutlaka îman zengini olmalı. Aynı şekilde aşkta zengin olmalı, ilimde zengin olmalı, vesaire. Çünkü aşkı fakir olan kimse kurban olamaz. Îmânında fakir olan kimse de kurban olamaz. Kurban oluş bir zenginlik alâmetidir. Sadâkat ve bağlılık nişânesidir.

Kurbanın yüksek mânâsı ve mâhiyeti itibarıyla Hazret-i Peygamber, buyurmuştur ki:

“Namaz, her müttakî kişinin kurbanıdır.” (Kuzâî, Müsned, I. 181)

Bu bakımdan kurbanın sadece Allah için olması, onun en bariz hakikatidir.

Bahsedilir ki:

Eski ümmetlerden iki mü’min vardı. Yaşadıkları beldede müşrikler, kendi yaptıkları bir puta kurban kesmeleri için onları zorladılar. Onlar da direndiler ve bunu reddettiler:

“‒Kurban, ancak Allah için kesilir.” dediler.

Bu sefer müşrikler;

“‒Öyleyse ölüme hazır olun! Ya bizim putumuza kurban keseceksiniz ya da sizi öldüreceğiz!” diye tehdit ettiler.

Yine kâr etmedi.

Öfkeleri ve hırsları bir kat daha artan zalim ve bedbaht müşrikler, bunu inat meselesi hâline getirdi. İlle de dediklerini yaptırmanın derdinde idiler. Teklif değiştirdiler:

“‒Bari bir sinek kesin de, ölümden kurtulun!”

İki mü’minden biri, bu teklifi kaba bir bakışla sıradan ve zararsız gördü. Üstünkörü bir değerlendirmeyle;

“‒Alt tarafı bir sinek! Onu kesmekten ne çıkar? Bu yüzden öleceğime, sineği kurban ederim daha mantıklı…” diye düşündü.

Teklifi kabul etti.

Ardından da, müşriklerin gösterdiği put için bir sinek kesti. Onu serbest bıraktılar. Arkadaşına;

“‒Haydi, sen de bir sinek kes!” dediler.

Fakat diğer mü’min, bu teklife de hiç yanaşmadı. Yine;

“‒Ne olursa olsun, kurban ancak ve ancak Allah için kesilir!” dedi.

Bunun üzerine müşrikler, öfkelendi ve;

“‒Ne akılsız adammışsın!” diyerek mübârek mü’mini şehid ettiler.

Böylece o mü’min, can verdi îmânını vermedi. Cennete nâil oldu. Müşriklerin putuna sinek kurban edip canını kurtardığını zanneden mü’min ise, ecel geldiğinde îmânını kurtaramadan öldü. Ebedî hüsrana uğradı.

İşte kurban sebebiyle iki dönüm noktası!

İkisi de hayatî.

Varış yerleri itibarıyla çok mühim. Hisse itibarıyla çok mânidar. Verilen mesaj gayet açık:

Sevgimiz, îmânımız, yakınlığımız, ancak fedâkârlığımız nisbetinde…

Çünkü;

Hayat, fedâkârlık temeli üzerine kuruldu.

Din de fedâkârlık. Aşk da…

İbrahim’i halîl, İsmail’i delîl, Yûsuf’u cemîl eyleyen bu fedâkârlık.

Baştan sona hayatın gerçeği:

Yeni doğmuş, âciz bir bebek ne bekler?

Yaşlılığın pençesinde titreyen bir anne ve baba ne bekler?

Damar parçalayan acılar içinde kıvranan bir hasta ne bekler?

Ömrünün sığınağı olan evi başına yıkılan âfetzedeler ne bekler?

Enkazların ve bombardımanların arasında hayat ümidi arayan zavallı iniltiler ne bekler?

Alevlere esir düşmüş, diri diri yanan bir karınca ne bekler?

Açlık timsahının ağzında yaşama ümidi kalmamış çaresizler ne bekler?

Ruhlarda ve ahlâkta patlak veren dev tsunamilerin girdabında yüzmeyi bilmeyen gencecik acemî evlâtlar ne bekler?

Şerefli sayfalarına çamur bulaşan koca bir tarih, ne bekler?

Tek bir şey: Fedâkârlık.

Hepsi fedâkârlık bekler. Bayram olacak bir fedâkârlık. Bir fedâkârlık ki; hangi kalbe damlarsa o kalp, merhamet ve şefkat âbidesi. Şahsiyet timsâli.

Malûm:

Yaratıldığından beri dünyada;

Yanardağlar, depremler, fırtınalar, açlıklar, hastalıklar, âcizlikler, ıstıraplar, savaşlar… hiç eksik olmadı. Bu sebeple bütün çareler tek kelimede toplandı:

Fedâkârlık…

Hazret-i İbrahim; Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atıldı, can fedâkârlığının imtihanını kazandı. Ateş; onu yakmadı, gül bahçesine döndü. Mübârek peygamber, böylece Halîl vasfını kazandı.

Peygamberler Sultânı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, aynı fedâkârlığın zirvesini gerçekleştirdi, Habîb oldu.

O Habîb’in;

Her emrine, her arzusuna, her işaretine, her nefesine, her adımına, her kelâmına, her hakikatine, her ahvalde mübârek huzûrunda ta gönülden;

“Anam-babam, canım Sana fedâ olsun, kurban olsun yâ Rasûlâllah!” diyen devrindeki fedâkârlar da, sahâbe olma şerefine erdiler.

O’nu görmeden bu fedâkârlığın timsâli olan sonrakiler ise, Hazret-i Peygamber’in kardeşleri makamına mazhar oldu.

Böylesi mazhariyet içinde;

O’nun bir müjdesine kurban ve fedâ olan, Fatih oldu, Akşemseddin oldu.

Her vesileyle;

Kendilerini sayısız fedâkârlıklarla O’na kurban edenler, daima yüceldi; Mevlânâ oldu, Yûnus oldu, Edebâlî oldu, Nakşibend oldu, Hüdâyî oldu.

Hepsi muazzam bayramlara erişti.

Zaten gerçek bayramların sırrı, fedâkârlık değil mi?

Elbette;

Nefsini kurban edenlere bayram var.

Malını fedâ edenlere bayram var.

Evlâdını vaktinde Hakk’a teslim edenlere bayram var.

Kullukta takvâ ile Hakk’a yakınlığa erenlere bayram var.

Çünkü Cenâb-ı Hak;

“Onların, (kestiğiniz kurbanların) ne etleri ve ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan ancak sizin takvânız, O’nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibâdetinizdir…” (el-Hac, 37) buyuruyor.

Yani kurbandan maksat, mânevî ahvâlimizi takvâ ile yoğurmak.

Yani Allâh’a yakınlık.

O’na ihlâs ile yakınlık. Gönülden ve istikamet içinde.

Aşk ile yakınlık. Tertemiz bir şekilde yakınlık.

Unutmamalıdır ki;

Kurban, insanı daima kendisine kurban olunana yaklaştırır. Kendisine kurban olunan bir taşsa, insan da taşlaşır; toz-topraksa, ruhlar çamura batar. Kendisine kurban olunan eğer Allah’sa, o zaman gönüller mîrac yolcusudur.

Nereye ve kime olursa olsun, kurban oluşla birlikte îman merkezi o tarafa doğru yönelir ve kendisine kurban olunan ile kurban olan arasında müthiş bir yakınlaşma başlar.

Onun içindir ki bahsi geçen iki mü’minden helâk olan şahsı aslında sinek kesme davranışı değil, kurban niyeti dolayısıyla putlarla arasındaki yakınlaşma mahvetmiştir. Buna mukabil diğerini de Hazret-i İsmail gibi kendisini Hakk’a teslim ve kurban ediş; yüceltmiş, ebedî saâdete eriştirmiştir.

Çünkü;

İster menfî, ister müsbet olsun, kalbî yaklaşma mânâsında kurban ile birlikte büyük değişim ve dönüşümler yaşanır. Böyle olunca, varlığın en üstünü ve gözbebeği olan insanın kurban eğitimi son derecede önem taşır. Zira fıtrat itibarıyla insan, eğer kendisini; yaratılmış gel-geç varlıklara, yani kendi hizmetinde olması gereken taşa-tahtaya, paraya-pula, cilâya-kaportaya kaptırır da kurban ederse; onu içine düştüğü yanlıştan uzaklaştırmak iyice zorlaşır, bazen de imkânsızlaşır. Aksi de böyledir. Kim ki kendisini yüce sevdalara ve yaratıcısına kurban etmişse, onun gönlü de artık kopmaz bağlarla bağlı demektir ki, asıl maksat işte kulluk yolunda bu kıvama erebilmektir.

Bu açıdan;

Gerçek aşklar ve sevdalar, hep kurban şifresi ile gönülleri birbirine bağlamıştır. Kurban her zaman, gerçekten sevmenin en önemli ve yegâne mihengi olmuştur. Bütün âşık şairler, aşklarını kurban olma ufkunda dile getirirler.

İşte Yûnus! Hakk’ın doğru yolunda gidiş ölçüsü olarak canını kurban kabul eder:

Yûnus miskin kalmaz cana,
Verir canını kurbana!

Gelsen, sığınsan Sübhân’a,
Doğru yola gitsen gönül!..

O, Hazret-i Peygamber’e olan iştiyâkını da coşkun bir şekilde kurban oluşla dile getirir. Der ki:

Canım kurban olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed…

O’na kurban olmak, şereflerin şerefi. İnsan için bundan daha büyük bir lütuf olabilir mi? Asla. Zaten;

Kendi başına ancak ateşe lâyık diken,
Cennete lâyık olur gülün yanında iken… (Seyrî)

Gül, işte o gönül.

Âriflerin gönlü. Hak dostlarının gönlü. Âbide şahsiyetlerin gönlü. Yani Hak’la beraberliği mesafesiz olan gönüller.

Bir ömür onlarla beraber olanlara ne mutlu!

Fakat;

Bu hakikati idrak etmeyenlere de çok yazık!

Çok yazık;

Hakk’a kurban olacağı yerde nefse, şeytana ve düşmana kendisini kurban edenlere! Hakikatleri ve doğruları cehâlete kurban eden bilgiçlere de çok yazık! Âhirzamandaki modern putlara modern sinekler kurban eden gafillere de eyvah! Adâlet ve merhamet varken kendisini zulmetmeye ve gaddarlığa adayanlara da binlerce esef ve yuh!

Bununla birlikte;

Yedi kat göklerden de yuh alan materyalizme, vahşetlere ve zulümlere rağmen dimdik duruşunu hiç bozmayarak mâneviyâta sarılanlara ne mutlu!

Ne mutlu;

Bilhassa Peygamberler Sultânı’na, O’nun nurlu yoluna ve evliyâsına teslim ve kurban olup da ebediyet saltanatına mazhar olan bahtiyarlara!