«EN HAYIRLI ÜMMET»

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Kur’ân-ı Kerim; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği dînin mensuplarını, «en hayırlı ümmet» olarak tavsif eder.1 Zira onlar; Allâh’a ve O’nun inanılmasını emrettiği esaslara inanıp, emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker ilkesini ayakta tutarlar, yani insanlara mârûfu emredip münkeri yasaklarlar.2

Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker, çok kapsamlı bir ilkedir. İnsanların dil ile mârûfa çağırılmasının yanı sıra hadlerin (ceza hükümlerinin) tatbiki gibi kanunî yollarla münkerden alıkonulmalarını da içine alır. Bu sebeple farz-ı kifâye, yani ümmetin bir kısmının yapmasıyla diğerlerinin sorumluluktan kurtulacağı, hiçbirinin yapmaması durumunda ise hepsinin günahkâr olacağı türden bir farz olduğu belirtilir. Zira bu, ümmetin her ferdinin üstesinden gelemeyeceği bilgi ve yetki gerektiren işlerdendir. Bilgisiz ve yetkisiz kişilerin bu işi yapmaya kalkışması, önlenmesi zor yanlışlara ve kargaşaya sebep olabilir. Dolayısıyla bu işin dille ilgili olan kısmını âlimler, yetkiyle ilgili olan kısmını da yöneticiler yerine getirebilir. Nitekim bu övgünün yer aldığı âyetten birkaç âyet önce;

“İçinizden hayra çağıran, mârûfu emredip münkeri engelleyen bir topluluk bulunsun!” (Âl-i İmrân, 3/104) buyurulmaktadır.3 Bununla birlikte; ümmetin bilgi ve yetki sahibi olmayanları, münkere kayıtsız kalacak değildir. Onlar da en azından, içlerinden buğzedecek, böylece tavrını gösterecek ve safını belli edecektir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hepimizce bilinen bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:

“Sizden her kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin! Gücü yetmezse diliyle düzeltsin! Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin! Bu da îmânın en zayıf olanıdır!” (Müslim, Îmân, 78)

Ümmetin «en hayırlı» vasfıyla övülmesini sağlayan emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker; her şeyden önce emredilecek olan mârûfla bezenip, yasaklanacak olan münkerden arınmış olmayı gerektirir. Çünkü kendisi mârûfu edinmeyenin onu başkasına emretmesi, kendisi münkerden sakınmayanın başkasını ondan sakındırması inandırıcı olmaz.

İkinci olarak bu ilkenin ayakta tutulması; yöneten ve yönetilenleriyle kenetlenmiş, bilginlere kulak ve kucak açmış bütünlük içinde bir toplum gerektirir. Zira bu övgünün yer aldığı âyetin öncesindeki âyetlerde bunu gösteren birçok husus yer almaktadır. Câhiliyye devrinde birbirlerine diş bileyen hâlleri yüzünden bir ateş çukurunun kenarında bulunan Arapların Allâh’ın İslâm nimeti sayesinde o tehlikeden kurtarıldıklarının hatırlatılması, Allâh’ın kopmaz kulpu olan dînine sımsıkı sarılıp önceki ümmetler gibi ayrılığa düşmekten sakındırılmaları, ayrılığa düşenlerin âhirette yüzlerinin kara çıkacağı ve azaba uğrayacakları uyarısının yapılması vb…4 Öyleyse; «en hayırlı» sıfatıyla nitelenmeyi hak ettiren sebeplere, bir ve beraber olmayı da eklememiz gerekmektedir.

Peki, birlik ve beraberliğin muhafazası nasıl sağlanacaktır? Ümmet içinde hiç farklı düşünen olmayacak mıdır? Hâlbuki ayrılığın temelinde fikir ve yöneliş farklılıkları vardır. İnsanların tabiat, düşünce ve bakış açıları farklı oldukça ihtilâfa düşmeleri de kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bahsini ettiğimiz övgünün ilk muhatapları olan ve bu övgüye -birçok Kur’ân âyetinin delâletiyle-5 bi-hakkın lâyık olan sahâbe-i kiram da bazı konularda ihtilâfa düşmüştür. Hattâ ihtilâfa düştükleri konular içinde ru‘yetullah (Allâh’ın görülmesi) gibi itikadî meseleler bile vardır. Öyleyse ihtilâfın bir kısmı müsamahayla karşılanabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” buyurduğu rivâyet edilir. Âyetlerde yerilen ve sakındırılan ihtilâfların başında ise birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırıcı mahiyetteki ayrılıkçı ihtilâflar vardır.

O hâlde soruyu yenileyelim:

Düşünüş, yöneliş ve tabiat farklılığı sebebiyle insanların ihtilâfa düşmesi kaçınılmaz olduğuna göre, birlik ve bütünlüğün muhafazası nasıl mümkün olacaktır?

Bu sorunun basit cevabı; insan tabiatının gereği olan ihtilâfları ayrılık sebebi saymamak, farklı düşünenleri «ötekileştirmemek»tir. Ümmetin nitelendiği övgü dolu bir diğer sıfatı burada hatırlamak gerekir:

Ümmet-i vasat, yani mûtedil ümmet.

Ümmet-i vasatın dîni, ifrat ve tefritten uzaktır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu dîni «müsamahalı hanif dîni» şeklinde tavsif etmiştir. Bunun farklı düşünce sahiplerine yönelik en somut yansımalarını ise Hazret-i Ali’nin uygulamalarında buluruz. O, Muâviye bin Ebî Süfyan ile arasındaki ihtilâflara hakemlerin çözüm getirmesini kabul ettiği gerekçesiyle yanından ayrılan Hâricîlerin, kendi ordusunda kâfirlere karşı cihad etmelerine ve elde edilecek ganîmetten pay almalarına müsaade etmiştir. Onun bu tavrında fikrî ihtilâfı bir kenara koyarak siyasî birlik ve bütünlüğü muhafaza etme ve ayrılığa düşmekten uzak durma çabası olduğu âşikârdır. Zira bir toplum için en büyük tehlike, birlikten uzaklaşmak ve ayrılığa düşmektedir. Nitekim -yukarıda da belirttiğimiz üzere- sahâbe-i kirâmın dahî aralarında ihtilâf ettiği konular vardı. Ancak ne zaman ki içtihâda dayalı bu ihtilâflar birlik ve beraberliği zedeleyici bir noktaya ulaştı, o vakit Cemel ve Sıffîn gibi büyük fitneler zuhur etti.

Şimdi ümmetin şu andaki hâline gelelim:

Allah için dışarıdan bakan biri «en hayırlı» vasfıyla nitelenen ümmetin, bu ümmet olduğunu kabul eder mi? Bunu başka birinin kabul etmesi bir tarafa, şu hâlde iken hangimiz dışarıdan birine göğsümüz kabararak bu vasfı haykırabiliriz?

Bu soruları sormak Kur’ân’ı yalanlamak mıdır?

Hâşâ!

Kur’ân-ı Kerîm’in «en hayırlı» ve «vasat» diye tavsif ettiği ümmet, yukarıda bir kısmına işaret ettiğimiz şartları hâiz olan ümmettir, yalnızca ağızlardaki kuru bir isme sahip olanlar değil! Olup bitenlere gözümüzü kapayıp vâkıayı inkâr edemeyiz herhâlde!

Avrupalıların Orta Çağlarda yapıp bitirdiği mezheb savaşlarını biz XXI. asırda el birliğiyle yeniden hortlattık. Kabul edelim; Irak’ta, Lübnan’da ve özellikle de Suriye’de olan, Sünnî-Şiî çatışmasından başka bir şey değildir! Ali bin Ebî Tâlib ve Muâviye bin Ebî Süfyân -radıyallâhu anhüm-’ün arasındaki olup bitmiş bir kavgayı, onların kemikleri çürüyüp toprak olduktan yaklaşık on dört asır sonra câhilce bir hamiyyet ve inatla sürdürüyoruz.

“Bunun dinle alâkası yok, siyasî nüfuz çatışmasıdır!” şeklinde itiraz edilebilir. Ancak öyle de olsa, siyasî nüfuzun mezhep yakınlığı sayesinde elde edilebileceği mülâhazası mevcut olduğu için, yine temelinde mezheplerin, daha doğrusu mezhepçiliğin yer aldığı ortada değil midir? Evet, bu kimsenin inkâr edemeyeceği kadar âşikâr bir gerçektir! Zaten İslâm tarihinde din ve siyaset ne kadar birbirinden ayrı mütalâa edilebilir ki? Bizzat Hâricîlik, Şiîlik gibi itikadî mezhebler, başlangıçta siyasî bir hareket olarak ortaya çıkmamış mıdır?

Müslümanlar; tarih boyunca, sanırım yaşamakta olduğumuz şu zaman diliminden daha çaresiz bir duruma düşmemişlerdir. Ne Haçlı Seferleri esnasında, ne Moğol İstîlâsı’nda, ne de hattâ neredeyse bütün İslâm âleminin sömürgeleştirildiği Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı zamanda… Bunun, «gâvur» müdahalesinden merhamet umar hâle gelmemizden büyük delili olur mu?

Aramızdaki ihtilâfları, ayrılık ve düşmanlık sebebi olmaktan çıkarmalıyız. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münkeri göğüsleyebilecek, övgüye lâyık hayırlı bir ümmet olabilmenin olmazsa olmaz şartı olan birlik ve beraberliği kurmanın yollarını arayıp bulmalıyız. Bunun yolu Sünnî’nin Şiî, Şiî’nin Sünnî yapılması değildir! Zaten zorla ne Sünnî, Şiî olur; ne de Şiî, Sünnî! «Ümmet-i vasat» olduğumuzu, dînimizin «müsamaha dîni» olduğunu, Hazret-i Ali Efendimiz’in uygulamalarını en çok hatırlamamız gereken zamanları yaşıyoruz. Bu sıfat ve davranışları, başkaları için hatırlamayalım, demiyorum. Ancak Suriye’de -kayıtlara göre- 100 binden fazla insanın şehid olduğu, milyonlarcasının mültecî durumuna düştüğü; temelinde mezhep taassubu yer alan vahşî bir savaş, daha doğrusu hunharca bir katliam sürüp giderken; Katar’da dinler arası diyalog toplantısı düzenlenmesinden büyük ironi var mıdır sizce?
_______________

1 Âl-i İmrân, 3/110.
2 Akıl veya şerîatle iyi ve güzel olduğu bilinen her davranış mârûf, tersi ise münkerdir. Bkz. Râgıb, Müfredâtu elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, «‘arf» maddesi.
3 Bkz. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, (Âl-i İmrân, 3/104’ün tefsiri)
4 Bkz. Âl- İmrân, 3/103-107.
5 Bkz. Âl-i İmrân, 3/172-174; el-Ahzâb, 33/23; el-Feth, 48/18, 29.