Din Tahripçilerinde Toplum Konusunda İKİ ORTAK NOKTA

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Son dönemlerde yaşadığımız büyük bir problem:

Ehl-i sünnet ve’l-cemâatin dışında kalan dînî yorumlar.

Kimler ileri sürüyor?

Kimi ilâhiyat profesörü, kimi kendini geliştirmiş olduğunu iddia eden hatip / yazar vasfında medyatik kişiler…

Televizyon programlarıyla, gazete köşeleriyle, kitaplarıyla, twitleriyle; Kitab’a Sünnet’e aykırı yorumlarını ortaya döküyorlar.

Toplumumuzun dînî bilgisi çok eksik. Çünkü ülkemizde hak ettiği mânâda dînî eğitim uzun yıllar ihmal edildi. Son derece yetersiz olarak dînin kültürünün verildiği dersin dahî düşmanı çok. Yeterli Kur’ân ve ilmihâl bilgisine sahip olabilecek derecede Kur’ân kursu eğitimi alabilenlerin ülke nüfusuna oranı; 10.000’de 1 olarak verilmekte! Böyle bir cahillik ortamında, ağzı olan konuşuyor ve yutturabiliyor.

Îman esaslarıyla oynayanlar, fıkıh esaslarıyla oynayanlar…

«Ne bu cesaret?» diye sorunca birtakım mazeretler ve gerekçeler ileri sürüyorlar. Hepsinin ortak noktası, toplum mühendisliği. Yani aslında toplumun yararına, toplumda gördükleri bir yarayı iyileştirmek adına bunları ürettiklerini ifade ediyorlar.

Meselâ, kader inancının îman esaslarımızdan biri olduğu çok açık… Onlarca âyet, onlarca hadis… Bir kere sahih ulûhiyet anlayışımızın kendisi, «kadere îmân»ı zarurî kılıyor. Buna rağmen; «Kader îman esaslarından değildir. Kader sadece ölçü demek vs.» lâkırdıları niye ediliyor? İzahlarda görüyoruz:

“Toplum kadercilik yapıyor. Kendini düzeltmiyor. «Kader utansın.» diyor.”

İyi de bu kader inancının değil, kadercilik probleminin neticesi. Tembelliğin, gevşekliğin hüsranı. Müslümanların ilmî, iktisâdî, içtimâî, siyasî sahada altın çağları var. Bu ümmet, o dönemde de kadere îmân ediyordu.

Eğer bugün işler terse dönmüşse, bunun suçu kaderde değil.

Bir başka misal:

Teravihin sünnet olduğu gayet açık. Fakat ekranların profesörü; “Hayır bid‘at!” diyor. Gerekçe yine sosyal. Şöyle diyor:

“Halk beş vakit namaz kılmıyor, fakat teravihi kılınca bütün günahlarının affedileceğine inanıyor. Bu anlayışı yıkmak lâzım.”

Teravihi çürütmeye çalışmak; beş vakit namazı tembellikten kılmayan bir kişiye, teravihi de terk ettirmekten başka ne işe yarar? Maksat; sadece bayram, sadece teravih için de olsa camiye gelmiş insanı camide tutmaya çalışmak olmalı değil midir? Teravihe devam ettikten sonra, beş vakit namaz kılmaya başlayanlar az mıdır?

Bir başka misal:

Kadınların muayyen hâllerde namaz kılmayacakları, oruç tutmayacakları, Kur’ân okuyamayacakları gayet açık. İcmâ ile sâbit. Buna rağmen bunu iptale uğraşanlar var. Sebep? Sebep gerekçelerde saklı:

“Kadına ayrımcılık olmasın. Kadın ikinci sınıf muamelesi görmesin!”

İyi de bu pozitif ayırımcılık! Cenâb-ı Hak, ezâ / hastalık olarak vasfettiği hâllerde mecbûrî bir mola verdiriyor. Ve bundan da önemlisi, bu bir din. Allah ne derse, o olması lâzım! Bu dînin tebliği için ve teşrîi için vazifelendirdiği Peygamber neyi gösterdiyse, kural odur. Yoksa batının “ulaştığı” birtakım değerlere uymuyor diye, dînin esasları, uygulamaları değişir mi?

Bir başka misal:

Şefaat diye bir müessesenin varlığı da âyet ile de hadis ile de sâbit. Buna rağmen şefaat düşmanlığı var. Sebep? Yine içtimâî!

“Millet şefaate güveniyor, ibâdet etmiyor. «Nasıl olsa evliyâlar, peygamberler kurtarır.» diye düşünüyor. O zaman bu düşünceyi yıkmak lâzım.”

Şefaati kazanmak ile Allâh’ın rızâsını kazanmak birbirinden ayrı gayrı şeyler mi? Kader faslında söylediğimiz gibi, şefaatin hak olduğunu bizzat Efendimiz’in fem-i mübâreklerinden işiten ashâb-ı kiram, gevşedi mi? Hattâ onların içinde bu dünyada iken cennetle müjdelenenler bile, bu müjdeyle gevşemediler.

Diğer yandan şefaat ümidi, en azından hürmet ve muhabbet duygusunu muhafaza etmeye yarıyorsa, onu yıkmaya çalışmak doğru mudur? Bakın bugün birtakım internet ortamlarında dînî değerlere alenen dil uzatan, küfreden, alay edenler türedi. Bunların anneleri, babaları; iradesizlik, nefse söz geçirememe gibi sebeplerle dîni yaşamasa dahî, hürmet ve muhabbetle karışık bir ürperti hissediyordu.

Efendimiz’in şefaati, kalbinde zerre kadar îmânı olanı dahî kurtarma çırpınışıdır. Fakat bu çırpınışın sahibi, aynı zamanda;

“Ey Fâtıma! Babana güvenme!” ikazını da yaparak, hürmet ve muhabbetin yetmeyeceğini, ibâdet ve gayretin gerekli olduğunu vurgulamıştı.

Misalleri uzatmaya gerek yok.

Toplumumuzun problemleri var. Ahlâkında var, dînî hayatında var, ticarî hayatında var, aile hayatında var.

Fakat bunların suçlusu din değil!

Kadere îman değil. Şefaatin hak oluşu değil. Fıkhî düzenlemeler değil. Hâşâ…

Toplumun içinde bulunduğu problemlere gerçek olmayan sebepler uyduranlar, asıl bu konuda hakikî ikazları göz ardı ediyorlar.

Allah ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- toplumların çöküntüye girmesinin sebeplerini bir bir saymışlar:

1. «Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker»in terk edilmesi. Yani duyarsız bir toplum. Dînimiz hakkı tavsiye eden bir nizamı istiyor. Batı; haksızı şikâyet eden bir yapı kurarak, toplum duyarlılığını artırmış. Bizde ikisi de yok.

2. Birlik, beraberlik, kardeşlik duygularının yitirilmesi; çekişme.

3. Zengin, şımarık, müsrif, sefahat ehlinin topluma tesir eder hâle gelmesi. Fısk u fücur, zinânın artması, haramların yaygınlaşması.

4. Dünyaya, paraya tamah, cimrilik ve hırs. Ölümden aşırı korkmak, kıyâmeti, âhireti unutmak, istiğfârı terk etmek.

5. Dinde aşırı gitmek (Allah ve Rasûlü’nün ölçülerini aşmak), kaderi tartışmak, itaat edip teslîmiyet göstermek yerine, işi yokuşa sürercesine çok soru sormak.

6. Zulüm, kul hakkı, gıybet, tecessüs, her nevî ahlâksızlık…

“Allah ve Rasûlü doğru söyledi.” Teşhis son derece doğru. Reçete de bu hastalıkları iyileştirmek yönünde olmalı. Fakat bu tahrifçi, tahripçi sahte doktorlar; bu sebeplere eğilmek yerine, uydurma teşhisler ve hatalı tahliller peşindeler. Tabiî ki tavsiye ettikleri tedavi de, hastalığı tedavi edilemez hâle getirmeye yönelik.

Davranış ile ilgili (amelî) hastalığa, itikadı da bozacak bir tedavi teklif ediyor.

Şu soru akla gelebilir:

“Bu kişiler, toplum için dertleniyorlar. Onu ıslah etmek istiyorlar. Demek ki, emr-i bi’l-mârûf heyecanları var. Niye haksız olsunlar?.. ”

Cevap çok basit:

Emrediyorlar fakat mârûfu değil, münkeri. Yasaklıyorlar fakat, münkeri değil, mârûfu. Tıpkı münâfıklar gibi. (et-Tevbe, 67)

Ayrıca, toplumu ıslah edenlerin de, ifsad edenlerin de ortak özelliği kalabalıklara nizam verme duygusudur. İnsanlar etraflarına toplanmış. Onlar da; «Çare şu!» diyorlar. Dînî cehâletten dolayı, söyleneni tartma duygusu muhatapta yok. Bu sebeple «Toplumu düzeltme» gerekçesi, o alkışçı kitleyi meydana getiriyor.

Hâlbuki, Cenâb-ı Hak; toplumu düzeltme, heyecanları tazeleme, tecdit etme vazifesini idlâl ehline vermemiştir. Bakın âyet-i kerîmede buyuruluyor:

“Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim.” (el-Kehf, 51)

İdlâl ediciler, dalâlete düşürücüler, topluma yararlı bir şey söylemezler. Allah Teâlâ da onlardan böyle bir talepte bulunmuş değildir. Toplumu ıslah edecekler, tezkiye edecekler, âriflerdir. Âlimler dahî, eğer aynı zamanda ilmin irfânına da ermiş iseler ne âlâ, yoksa onların da topluma bir hayrı dokunmuyor.

Kuvvetler topluma tesir etmek ister. Servet (Kārûnlar, yahudi bankerler, fâiz lobisi); şöhret (sözde sanatçılar); askerî kuvvet (seyfiyye, yeniçeri isyanları, darbeler); medya kuvveti (şairler, edipler, yazarlar); akademi kuvveti (ilmiyye); makam-mevkî kuvveti (asilzadeler, bürokrasi)…

Bütün bunlar toplum üzerinde mühendislik yapmak isteyen maddî, dünyevî güçlerdir. Bunların tesiri şeytanın tesiri gibidir. Kalıcı değildir. Sıhhate doğru değildir. Allâh’a gerçek mânâda sığınana tesir etmez.

Cenâb-ı Hak ise toplumu ârifler eliyle tezkiye eder. Tarihe bakın, Osman Gazi’de Şeyh Edebâlî, Fatih’te Akşemseddin, Kanunî’de Yahya Efendi, Sultan Ahmed’de Aziz Mahmud Hüdâyî mührü vardır. Toplum da köşe bucak, erenlerin gayretleriyle tezkiye edilmişti.

Bugün, din tahripçisi sözde toplum mühendislerinin bir ortak noktası da şu:

Hepsi, gerçek toplum mühendisleri olan mânevî rehberlere düşman. Hepsi tasavvufa, tarîkate, müridliğe, mürşidliğe karşı.

Niçin?

Çünkü, rakip görmekte.

Kimisi; kuru, irfansız ilminin verdiği kibirle; kendisi gibi derin (!) ilme sahip olmayan mânevî rehberlere tepeden bakıyor, istihfaf ediyor.

Kimisi hubb-i câh müptelâsı, makam-mevkî meraklısı. Gerçek toplum mühendisleri olan rehber zâtların etrafında, Rahmân’ın armağanı olan muhabbet ile insanların pervâne olmasını çekemiyor. Peygamberlik taslayan yalancılar gibi, dinde tenzilâtta bulunarak çevre kazanmaya çalışıyor.

Kimisi; tamamen dış ülkelerden güdümlü. Yurdumuzun millî-mânevî senedi olan ehl-i sünnet inancını yıkmakla vazifeli. Bunun muhafızları olan mâneviyat erlerine hücum etmek, onlar için daimî bir misyon!

Fakat muratlarına eremiyorlar. Tarih boyunca, ehl-i sünnet ve’l-cemaat dediğimiz, sırât-ı müstakîm yolcusu ümmete çok tasallutlar oldu. Fakat musallat olanlar, bir şey koparsalar dahî bütünü tahrif ve tahrip edemediler. Kopardıkları zavallılar, kendilerine «fırka» oldu. Kıyâmete kadar, Rasûlullâh’ın vârisleri olan rehberlerin irşadı ile, hak üzere devam eden bir ümmetin var kalacağı, nebevî bir müjde…

Toplumun problemleri varsa, onları çözecek reçeteleri de o rehberlerden öğrenmeli.

Saptırıcılardan değil…