EVLİLİKTE SAÂDET VE ŞİDDET ÜZERİNE…

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Ruh ikizini bulmak.

Bazıları evliliği böyle bir ütopyaya bağlar.

Evliliği, ruh ikizini bulmak şeklinde değerlendirmek ne derece mümkün? Evliliğe böyle yüksek bir idealle başlamak, daha baştan tükeniş mi?

Ruh ikizinden daha güzel ve daha gerçekçi kavram bulabiliriz:

Ruh aynası…

Hem;

“Mü’min, mü’minin aynasıdır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 49/4918) hadîs-i şerîfiyle mutabakat içinde. Hem de evliliğin, yarım insanı tamamlama özelliğine (Hâkim, el-Müstedrek, no: 2681, 2/175) atıf hâlinde. Yine;

“Siz başkalarının kadınlarına karşı iffetli ve namuslu olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli ve namuslu olsunlar.” (Kenzü’l-ummâl, 34/34) hadîsinin mânevî yansıma prensibini ihâta edecek şekilde…

Aslında ruh ikizi arayanlar da bir ayna başında. Fakat;

“Ayna ayna! Söyle bana! Var mı benden güzeli dünyada?!.” diyen bir kendini beğenmişlik içinde. Fakat, güzellik kadar, kusurları da gösteren, güzelliği gösterdiği kadar doğruları da ifade edici bir ayna bizimkisi.

Ruh ikizi demek, kendi «mükemmel» rûhunun diğer eşini aramayı hatırlatıyor. Hâlbuki ruh aynasına bakarak, kendi «bakım»ını yapmak ve karşı tarafa da «sadâkatle» yani bağlılık ve doğruluk ile gerçek manzarasını güzelce yansıtarak onun da kendi ruh bakımını, terbiyesini, tezkiyesini yapabilmesini sağlamak. İşte evliliğin yarımlığı tamlama özelliği burada olmalı.

Evli okuyucularımız tasdik edecektir. Hangi usulle evlenmiş olurlarsa olsunlar, ilâhî takdîrin bazı noktalarda çok benzer ve uyumlu, bazı noktalarda ise neredeyse zıt eşler nasip ettiğini göreceklerdir.

Biri tedbirci ise, diğeri vurdumduymaz…

Biri aşırı titiz ise, diğeri daha rahat…

Biri konuşkan ise, diğeri sükûtu tercih edici…

Biri çekingen ise, diğeri yüreklendirici…

Ruh ikizi diye bir şey olsa dahî, birbirinin kopyası iki rûhun evlilik gibi bir organizasyonda mutlu olmaları mümkün mü?

Başta; «Ruh ikizimi buldum!» diyerek evlenen kimilerinin, daha sonra aşırı beklentilerinden hayal kırıklığına uğrayarak, ruh aynalarını da kırmaya kalkmaları da hazin değil mi?

Hâlbuki, evlilikte saâdet iki türlüdür.

1. Maddî / zâhirî saâdet: Meselâ, soylu / makam-mevki sahibi, güzel / yakışıklı, güçlü / maharetli, zengin / iyi bir çevreden bir eş… Maddî hiçbir sıkıntının yaşanmadığı konfor ve rahat içinde imkânlar.

Şimdi bu tarz saâdeti değerlendirelim:

a) Bu mutluluk şartlarının mükemmel hâli, sanıyorum sadece masallarda vardır. Hattâ masallarda bile kötü kalpli cadılar, beyaz atlı prenslere ve altın saçlı prenseslere gün yüzü göstermeyerek saâdete mâni olurlar.

b) Bu maddî mutluluk şartları çoğunlukla takdîrin elindedir. Nasip ile ilgilidir. Kaderde yoksa yapacağınız pek bir şey kalmaz. Elinizde olmayanla ilgilenmek boştur.

c) Nasiple ilgili olduğu hâlde, insan bunlara yoğunlaşabilir. Yapacağı evlilikte; gücü yettiğince bu fizikî, maddî ve zâhirî şartların en iyisini elde etmeye çalışabilir. Fakat bundan önceki iki maddede ifade ettiğimiz sebeplerle, bu yoğunlaşma şu âkıbetlerden birine götürür:

• Ya arayış akîm kalır, kusursuz eş arayan eşsiz kalır. (Nitekim bugün evlilikler azalırken, bekâr ve dul yaşamak yaygınlaşıyor.)

• Yahut da yanlış bir seçime sokabilir. Beden güzelliğini, ahlâk güzelliğine; mevkiyi, zekâ ve ferâsete; zenginliği, huzura değişmek gibi imtihanlara sevk eder.

• Bu maddeler takdîrin elinde olduğu için, elde edemediğinde, iç dünyasında menfî duygular gelişir. Bu menfî duygular; takdîre yönelirse rızâsızlık, elde eden şahıslara yönelirse hased ve kine dönüşür.

Bu neticelerin her biri saâdetten mahrumiyettir.

Evlilikte elde edilebilecek ikinci tür saâdet ise mânevî, rûhî ve bâtınî olandır:

2. Mânevî / bâtınî saâdet: Bu mutluluk basittir. Ağız tadıdır, samanlığı seyran eden huzur ve sürurdur. Küçük şeylerle kanaat ederek mesut olmaktır. Aile olmaktan, sevmekten sevilmekten, hürmet ve şefkat görmekten, hizmet etmek ve hizmet edilmeye lâyık sayılmaktan, sadâkatten ve geleceğin hakkında güven duymaktan neş’et eden mânevî bir zevktir. Buna nesil saâdeti de eklenince nûr üstüne nûr olur.

Bunları değerlendirirsek;

a) Bu maddeler de elbette baht işidir, fakat aslı itibarıyla hepsi ahlâkî davranışların neticeleridir. Sevgi, saygı, hürmet, sadâkat, kanaat bütün bunlar eğitimle, terbiye ile kazanılabilecek, kazandırılabilecek hasletlerdir. Bu sebeple eldedir, mümkündür. Evlilik, ömürlük bir tercihtir. Fânî güzellik, ömür karşısında solar, fakat ahlâkî güzellik bir ömür güzeldir. Zenginlik yok olabilir, fakat gönül zenginliği tükenmez. Hiçbir mevki, sadâkat kadar yüksek değildir.

b) Birinci hedefi, mânevî huzur olan kişi; evlenirken de, buna yoğunlaşır. Peygamberimiz’in meşhur hadîsini burada biraz açalım:

Evlenilecek namzedin seçiminde göz önünde bulundurulan maddeler şunlardır:

Soy (bugün mevki ve tahsil de buna katılabilir), zenginlik, güzellik ve dindarlık…

Hepsi elde edilemeyeceğine göre ve ilk üç maddî ve fizikî olan tercih sebeplerinin fânî olduğuna ve mutlak mânâda saâdet getirmeyeceğine göre, asıl hedeflenmesi gereken madde dindarlık olarak kalır. Tabiî burada dindarlık ile kastedilen; güzel ahlâk, İslâm terbiyesi, zarâfeti ve şahsiyetini ihâta eden bir dindarlıktır.

Evlilik, ömürlük bir seçim demiştik. Güzellik, evliliğin ömrü açısından değerlendirirsek, gençliği, soy-mevki daha ziyade orta yaşları, zenginlik de en çok yaşlılığı ilgilendirir. Dindarlık ise bütün ömür ile birlikte asıl sonsuz hayatı ilgilendirir.

Bugün evlenecek gençler; maddî saâdet şartlarına sarıldıkça, mânevî huzuru kaybediyorlar.

Mâneviyâtın terk edildiği ailelerden; bereket, sadâkat, sabır, tahammül, şefkat de kalkıyor.

Bugünün insanından iki haslet kaldırılmaya çalışılıyor:

Erkeklerden kıskanma (gayret), kadınlardan utanma (hayâ)…

Dış dünyaya açılma arttıkça, bu iki maddede gevşeme başlıyor. Geçmişte hanımının adını dahî ağyârın yanında telâffuz etmekten çekinen erkek; artık onun açık yahut çok da mütesettir olmayan kıyafetlerle, erkek-dişi karışık ortamlarda çalışmasına müsaade ediyor, hattâ ekonomik sebeplerle çalışıp kazananı tercih ediyor. Kadın; ekonomik hürriyeti, erkeğin gayret / kıskançlık kontrolünden kurtuluş olarak yorumlarsa, iş daha da sarpa sarıyor.

Peki bu bir evrim mi? Yani kadınlar ve erkekler, derece derece utanmayı ve kıskanmayı terk mi ettiler? Hayır… Çizilen toplum plânı, fertleri buna itti. Nefse hoş gelen tarafları sebebiyle yaklaştılar ve kendilerini bu vaziyetin içinde buldular.

Dînî duygulara sahip kesimler, henüz biraz daha uzaktalar; fakat onlarda da bol bol tesir görünüyor. Fakat yan tesir hep ailede patlak veriyor.

Eşine uzanan bakışlara tahammül ettiği zannedilen adamın gözünde, aslında eşi değersizleşiyor. Eşine her gün sabahtan akşama saplanan mütecâviz nazar okları, söz okları, ihtilât mikropları, kadınını erkeğinden nefret ettiren bir mânevî kokuya ve dokuya dönüşüyor. Değersizleştirici bu nefret; bazen sevip beğenip de evlendiği o kadına yüzlerce bıçak saplayacak derecede erkeği vahşîleştiriyor, bazen iki çocukla terk edecek kadar kadını acımasızlaşıyor.

Çünkü gayret ve hayânın yokluğu, sadâkat ve bağlılığı yok ediyor.

Çünkü gayret yani kıskanmak aslı itibarıyla, sahiplenmektir. Kıskanmak, başkasıyla paylaşmak istememektir. “Ya benimsin ya toprağın!” derecesinde bir muhabbet nefrete dönüşünce kişi, sonunda ya tamamen bırakıyor, terk ediyor, boşanıyor yahut da boşadığı hâlde, zihninden söküp atamıyor, yaralıyor, öldürüyor, toprağa yâr ediyor. Son dönemde, kadına şiddet vakalarının mühim bir kısmı, boşanmış çiftler arasında…

“Erkekleri eğitelim, böyle yapmasınlar!” diyorlar.

Soralım:

Gayret duygusu olmasa aile olur mu? Hayâ duygusu olmayınca da o gayret duygusu teskin olur mu?

Bu iki his, fıtrîdir. Elbette kıskançlığın aşırılıkları törpülenmelidir. Hadîs-i şerif:

“Kıskançlıktan bir nevi var ki Allâh sever; bir kısmı da var ki Allâh onu sevmez. Allâh’ın sevdiği kıskançlık, kişinin (mehâriminden haram kılınmış bir fiil görmesi ile) şüphe halinde duyduğu kıskançlıktır. Allâh’ın sevmediği kıskançlık, şüphe olmadan kıskançlık duymasıdır…” (Ebû Dâvud, Cihad 104, (2659)

Fakat kıskançlık ortadan kalkmaz. Kaldırdık sansanız da kalkmaz. Psikolojinin bastırma, yansıtma gibi adlarla gösterdiği gibi, bir başka alanda ailede şiddet, boşanmada artış şeklinde zuhur eder.

Bugün espri, komedi, karikatür, fıkra ve benzeri mizah ürünleri; erkekleri sürekli, evlilikten soğutmaya ve sadâkatsiz bir istismarcı, sorumsuz bir hazcı olmaya sevk ediyor. Tıpkı iki insanı birbirine düşürmeye çalışan müzevirler gibi, kadınlara da gidip; “Erkekler hep böyledir!” diyerek kocaya itaat etmemek, onların hatrına hayâya, hicâba, sadâkate mecbur olmamak empoze ediliyor. Bunların ciddî versiyonları da; erkeği zalim, vahşî, gaddar ve mütecâviz gösterme yarışında.

Tavsiyeniz ne?

Mor gözler yerine mor çatılar!

Erkek ve kadın gayret ve hayâlarını; Gayretullah ve Sünnet-i Rasûlullah îcaplarına göre ayarlarlarsa, ortaya herkesi memnun edecek bir huzur çıkar.

Bugün bir salonda, kadın-erkek düzenlemesi yapılacak olsa; “Vay gericiler! Haremlik-selâmlık geri mi geliyor! Hangi çağda yaşıyoruz?” diyenler; kıskanmanın ve hayânın, kadın-erkek düzenlemelerinin, tesettürün, hicâbın «toplum saâdetinin de îcâbı» olduğunu bir gün anlayacaklar.

Bugün «hayat tarzı» diye tepiniyorlar. Mısır’da muvaffak oldular. Güya onların «hayat tarzı» kurtuldu. Fakat yüzlerce insanın «hayat hakkı» ortadan kalktı!

Hayâsızlıkla, ahlâksızlıkla, sadâkatsizlikle… delmekte oldukları bu gemide, yani bu toplumda bizim de yaşadığımızı, bu gemi batarsa hep beraber batacağımızı, biraz da bu sebeple endişelendiğimizi bir türlü idrak edemiyorlar.

Endişeli dindarlara kulak verme vakti gelmedi mi?