TARİH ÜZERİNE

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Tarih ders kitaplarımız ne kadar etkili?

Geçenlerde bir grup çalışma yapmış ve; «Ders kitapları değişsin.» diyor.

Son yıllarda kendinden çok söz ettiren bir tarihçi yazarımız;

«Ders kitaplarında yabancılarla ilgili konularda onları incitici bölümler koymayalım. Onların güzel hareketlerini anlatalım.» diyor. Peki çocuk ve genç, o yıllarda yaşanan acıları nasıl anlayacak? O yılların acılarını anlatmadıkça; vatan toprağının, şehidliğin mukaddesliğini nasıl kavrayacak? Değil gençlerimiz, yetişkin yazarlarımız bile bildikleri hâlde, Türklerin çektikleri acıları değil, azınlıkların çekmediği acıları çekmiş gibi anlattılar ve biz sustuk.

Ece TEMELKURAN, «Ağrı’nın Derinliği» romanında; bizim azınlıklara neler yaptığımızı, gerçekdışı ifadelerle anlattı. Romanın bir yerinde fark etmeden bir gerçeği dile getiriyor: Ermenistan’a gittiği zaman, bir müzeyi ziyaret ediyor. Orada güya Türklerin Ermenilere yaptığı zulüm sergilenmektedir. Okula bile gitmeyen küçük çocuklar ailelerinin eşliğinde müzede dolaştırılmakta; yapılan sözde vahşet anlatılmaktadır.

Biz ise ordunun hazırlattığı belgeseli, bir velinin; «Çocuğumu üzmeye ve ağlatmaya hakkınız yok!» diye mahkemeye vermesi üzerine yasaklatmıştık. Geçenlerde bir dergide okuduğum hâtırayı paylaşmak isterim:

Savaş yıllarıdır, bir köyde askere gidecekler köy meydanında toplanır. Anneler, babalar, ailelerin bütün fertleri oradadır. Hepsi de gözyaşlarını saklayarak, evlâtlarına sarılırlar. Heyecanla günler sonra gelecek mektup beklenir. Gelen mektupların birinde askerimiz, uzun uzun durumunu anlatır. Mektupta şikâyet yoktur. Yakında Sarıkamış’a gönderileceklerini anlatır. «Anne ne olur, mantı suyunu dökme!» cümlesi, askerdeki günlerinin ve açlığının ifadesidir. (Zira o bölgede yapılan mantılar, önce haşlanır, o su dökülür, sonra mantı kızartılır.) Asker; mantının değil, suyunun bile ne kadar kıymetli olduğunu anlamıştır.

“Savaş hikâyelerimiz ve çekilen acılar, hikâyeler, hâtıralar, şiirler; tarih ve edebiyat kitaplarına girmeli. Yemen Türküsü gibi türküler de müzik derslerinde öğrenilmeli!” diyorum.

Yılların acılarını unuttuğumuz yıllardı. 18 Mart Çanakkale Zaferimizi de çocuklarımıza anlatamamıştık. Bir gün derse başlamadan;

«Mademki 18 Mart» diyerek günün anlamından bahsetmek istedim. Çok sevdiğim başarılı öğrencilerin olduğu fen şubesiydi;

“Biz o konuya gelmedik!” dediler. Bir ders önce tarih dersi vardı. Tarih öğretmeni, on dakikasını bile bu konuya ayırmamıştı. Ben bir şehid torunuydum, gözyaşlarım boğazıma düğümlendi, konuşamayacağımı anlamıştım.

“Kâğıt, kalem çıkarın; yazılı yapacağım.” deyince şaşırdılar. Önceden haber vermem gerekirdi. Zamansız yazılı, hoşlarına gitmedi. Cesaret edip, itiraz da edemediler. İsteksizce kâğıtlar hazırlandı.

Konu: 18 Mart gününün önemini bilmeyen gençlere, vatanımızı nasıl emânet edeceğiz?

Soruyu yazınca rahatladılar. Onlar edebiyat dersinden yazılı olacaklarını zannetmişlerdi. Yazıları evde merakla okurken, gördüm ki; bizi suçluyorlardı ve haklıydılar. Yazdıklarından bölümler alarak bir mektup hazırladım. Türk Edebiyatı Vakfımızın Başkanı Ahmet KABAKLI Hoca’ya faksladım. Ertesi gün mektubum yayınlanmıştı. Hocamız telefonda;

“İsmini açık yazmadım. Bizim bakanlığın işi belli olmaz. Sana zarar gelmesin diye isminin ve soy isminin baş harflerini yazdım.” dedi.

Bir süre sonra Bakanlık Kararıyla 18 Mart Çanakkale Zaferi, kutlanması gereken günlerin içine alınmıştı.

Kabaklı Hoca’nın Tercüman gazetesindeki «Gün Işığında» köşesindeki yazıları, devrin hükûmetlerine hep tesir etmiştir. En sevdiği bakanları, başbakanları bile taraf tutmadan cesurca tenkit ederdi. Kabaklı Hoca’yı bir Ramazan gününde rahmetle anarken;

“Hocam, şu anda da cesur yazılarınıza ihtiyacımız var. Kabaklı Hocalar, her devirde var olmalı.” diye duâ ediyoruz.

Yazıyı olduğu gibi «Gün Işığı» köşesinden aktarırken, değerli okuyucu kardeşlerimden; şehidlere ve Kabaklı Hoca’dan Fâtihalarımızı esirgemeyelim:

ÇOCUKLARIMIZ MASUM VE IŞIL IŞIL

Geç kalmış olmakla beraber, size genç ve değerli bir öğretmenin çocuklarımız adına ferahlık, bazı öğretmenler, yöneticiler ve «aydın» geçinen temâyüller hesabına üzüntü verici mektubunu sunuyorum. Ana fikir, mektubun içindedir:

Sayın Hocam,

Size yazmak gereğini duyduğum için kıymetli vaktinizi alıyorum. Öğrencilerimin düşüncelerinin sizi rahatlatacağına inanıyorum.

18 Mart Çarşamba günü okula giderken düşünüyordum. Çanakkale Zaferi’nin 65. yılında nereye vardık? Bizi bu duruma kimler getirdi? Suçlu kim? İçimden yolda gördüğüm herkesi suçlamak geliyordu.

O gün girdiğim bütün sınıflarda günün önemi üzerinde durdum. Zevkle dinliyorlar, fakat sorduğum sorulara cevap vermiyorlardı. Anladığıma göre, savaşın yalnız ismini biliyorlardı.

O zaman anlamıştım, nereden nereye nasıl geldiğimizi. Bir öğrencim soruyordu:

“Hocam, neden bizleri suçluyorsunuz? Bize bu günlerin önemini anlatmayanların hiç suçu yok mu? Tarih dersinin bir bölümünü, önemli günlerin anılmasına ayırmayan tarih öğretmenimiz de suçsuz mu? Bize bütün milletlerin tarihlerini en ince ayrıntısına kadar öğreten, buna karşılık kendi tarihimizden unutulacak şekilde söz eden eğitim düzeninin ve ilgililerin suçu yok mu?” soruların uzayacağını anlamıştım. Benimse verilecek inandırıcı cevaplarım yoktu. Onlara cevap verememenin üzüntüsü içinde Âkif’in mısraları imdadıma yetişti ve ders bitmişti.

5 Fen B sınıfına girdim. Yazılı olmak için sessizce bekliyorlardı. Konu:

“Çanakkale Zaferi’nin 65. yılında neler düşünüyorsunuz?”

Hemen itiraz ettiler.

“Bu konuda fazla bilgimiz yok. Ne yazalım?”

Bu itiraz bile acı gerçeği anlamamıza yetiyor.

Yazılıları heyecanla okudum. Diğer yazılılara göre daha başarılı yazmışlardı. En güzellerini diğer sınıflarda okudum. Heyecanla dinlediler. Sonuç beni çok duygulandırmıştı.

Değişik öğrenci yazılılarından bazı bölümleri yazmak isterim:

“Eğer bu günlerin anlamını kavrayamıyorsak, aramızda bazı kopukluklar oluyorsa, bunun sebebi, önemsenmeyen Türk tarihidir. Oysa bir millet, tarihiyle vardır.”

“Bu zaferin sevincini içinde duymamak Türk milletinin geleceğini tehlikeye sokmak demektir. Başarıları ile övünen, o günlerin heyecanını duyan millet, birliğini korur.”

“Bizler için dökülen kanları ödeyebildik mi? Biz de evlâtlarımıza hür bir yurt bırakabilecek miyiz? Yurdumuzda barış ve kardeşlik havası esecek mi?”

“Gerekirse bir kez daha omuz omuza verir; «Allah! Allah!» diyerek çarpışırız. Yeter ki bizden sonraki nesiller rahat yaşasınlar.”

“Bulunduğumuz ortam içinde unuttuğumuz; millet, vatan, devlet, birlik ve beraberlik duygularını hatırlatan Çanakkale Zaferi’ni minnet ve şükranla anıyoruz ve soruyoruz:

Övünmeye hakkımız var mı?”

“Bu topraklarda kıymet bilenler ve kıymet bilmeyenler yan yana yaşıyor. Şehidlerin kanı ile alınmış bu toprakların kıymetini anlamayanlar, yurdumuzu başka devletlere teslim etmek için kardeşlerine kıyıyorlar. Kıymet bilenler ise susuyor. Bence kıymet bilenler daha suçlu.”

“Sonuç dökülen kanlar, şehid olan Mehmetçikler. Ya biz ne yaptık? İsterdim ki bugün, bütün okullarda şehidler anılsın.”

“Dalgaların sesini dinlerken, şehidlerin sesini duyar gibiyim: «Bölünme, vatanını bütün gücünle koru. Canını vatanından çok seversen, kanım haram olsun sana!” Her sapmışa cevap veriyoruz: «Bölünmeyecek Türk milleti ebediyete kadar!»”

“65 yıl öncesinin «Allah! Allah!» seslerini duyar gibiyim. Ya bugün, masum vatandaşlarımız can veriyor. İyi bir gelecek için atılan temeller, şiddetli bir fırtınanın acımasız ellerinde sallanmakta. Biraz geriye bakabilsek, 65 yıl önceki gibi el ele versek, milletimiz için yaşayabilsek ne olur?”

Yukarıdaki satırlar sanırım suçluyu tam olarak veriyor. Suçlu BİZİZ. Elimize teslim edilen kıymetleri değerlendiremediğimiz için bugünlere gelmişiz. Bu kadar suçlunun olduğu bir ülkede, yukarıdaki satırları yazan pırıl pırıl çocukların olması bizi daha da utandırmalı. Eserimizle övünemiyorsak, suçlu biziz. Bu utancı içimizde duyabiliyorsak, vakit geçmiş sayılmaz.

Öğretmen: A. A.