MÜLKET-İ OSMAN’DA FES

YAZAR : İlyas KAYAOKAY okaykaya_1991@mynet.com

Koca Hüsrev Mehmed Paşa (1769-1855) 1839-1840 tarihleri arasında sadrazamlık makamında görev yapmış bir devlet adamıdır. Koca Hüsrev Paşa, 1811-1818 arasında ve 1823-1827 tarihlerinde iki dönem de «kaptan-ı derya»lık görevinde bulunmuştur. Aynı zamanda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kurulan yeni ordunun da kurucu seraskerliğini yapmak ona nasip olmuştur. Kaptan-ı derya olarak vazifeyle Tunus’ta bulunduğu dönemlerde, orada ilk defa gördüğü fesi Osmanlı sarayı ile tanıştıran da kendisidir. Maiyetinde bulunan askerler ve kölelere Tunus’tan getirttiği fesi giydirerek askerlerini Serasker Kapısı’na nakletmiş ve bir Cuma selâmlığında neferlerini selâmlığa çıkarmıştır. Sultan Mahmud; bu fesli askerleri görünce, serpuşları pek hoşuna gittiğinden olacak ki askere fes giydirilmesi hakkında talimat vermiştir. Sonra Bâb-ı Fetvâ’da bir araya gelen meclis, fesin Osmanlı toplumuna aykırı olup olmadığını tartışmış ve toplumun bu mevzu hakkındaki duruşunu da göz önüne alarak fesin kabulünde bir beis görmemiştir. Fesin en önemli özelliği, güneşe ve yağmura karşı dayanıklı ve bir seneden daha fazla kullanılabilir olmasıdır. İthal edilen ve üretilen feslerden en kalitelisi Tunus fesleriydi. Bu sebeptendir ki en yüksek fiyat da bunlara biçiliyordu. Lütfi Efendi, Tunus’tan elli bin fes ısmarlandığını nakleder. Ürettiğimiz fesler kalite yönünden Tunus fesleri kadar iyi değildi. Ekonomik açıdan fazla maliyetli olmaması için getirmek yerine Tunus ve Cezayir civarlarından fes ustaları davet edilerek üretimin İstanbul’da yapılması uygun görülmüştür. Ancak Tunuslu ustalar uyanıklık yaparak, bölgelerinden fes ithalinin durmaması için isteksiz bir şekilde sanatlarını icrâ etmişlerdir. Avrupâî fesler, Tunus’tan getirilenlere nazaran daha ucuzdu. Ülke içerisinde yerli fesler ile ithal feslerin rekabeti ortaya çıktı. Bunların neticesinde kendi sistemini yerleştirmeye çalışan Osmanlı, bir fes nâzırlığı kurarak İzmirli Kâtipzâde Mustafa Efendi’yi de fes nazırı olarak atamıştır. Bizde ilk olarak Kadırga semtinde Hazîne-i Hassa’ya ait bir konakta feshâne yapılarak üretime başlanmıştır. Daha sonra çeşitli yerlerde feshâneler açılmıştır. Olaylara tarih düşürmedeki başarısı ile meşhur olmuş bir Osmanlı şairi olan Antepli (eski adıyla Ayıntablı) Aynî’nin, (1766-1837) feshânelerin açılmasıyla ilgili çeşitli tarihler düşürdüğünü görmekteyiz. «İznikmîd’de Îcâd Olunan Dînkhâneye» başlıklı tarih manzûmesinde şöyle demiştir:

Yaptırdı dînkhâne, giydirdi fes cihâna,
Bildirdi ins ü câna tedbîri feyzi cûyun.

Târîhe Ayniyâ bes, koysun baş üzre herkes
«Bak dînkhâne-i fes yapıldı buldu suyun» (1249/1833)

Burada geçen dînkhâne; fes yapılan yer demektir. Feshâneler için yazmış olduğu böyle pek çok tarih mısraı vardır. Onlardan birinde ilk beş beyitte Sultan II. Mahmud’un övgüsünü yaptıktan sonra her mısraı aynı tarihi veren beytini dillendirmiştir. Hicrî 1252 senesinin mîlâdî takvimdeki karşılığı 1836/37 yıllarıdır:

«Etti feshâne binâ Sultân-ı Mahmûdü’l-ümem» (1252)
«Yapılıp iclâl ile feshâne çıktı başa fes» (1252)

İclâl; tâzim, ululama, saygı gösterme anlamlarının yanında, celâl mastarından kudret ve kuvvet anlamlarına da gelmektedir. Beyitte «iclâl ile yapıldı» demesiyle muhalif söylentilerin önüne geçmek için alınan sert tedbirleri kastediyor olsa gerek. Bu tarihte (24 Temmuz 1836) Ömer Lütfi Efendi de ithal feslere karşı, Takvîm-i Vekāyî gazetesine bir ilân verir. Bu ilân aynı zamanda tarihimizdeki ilk ciddî reklâm örneği sayılmaktadır.

Fes, 18. asırdan sonra şiirimize de girmeye başlamıştır. Sosyal hayattaki değişikliklerin şiire tesir etmemesi zaten düşünülemez. Bu durum «dîvan şiiri sosyal hayattan kopuktur» şeklinde düşünenlere iyi bir cevaptır. Şuarâ, fesin, kullanıldığı diyarlar, rengi ve püskülü etrafından söz ve mânâ sanatlarını devreye sokmuştur. Fes, adını başlıca çıkış yeri olan Fas’tan alır. 16. asırda Cezayirli denizcilerle olan münasebetler sonucu, bazı Osmanlı denizcileri fes kullanmaktaydı. Kısacası Trablusgarb adı verilen bölgenin kültürümüze kattığı bir değerdir.

Nedim, bir Cezayirli güzel için şöyle der:

Deryâ-yı aşka dün beni baştarda eyledi,
Bir dâne al fesli Cezâyirli âfeti.

“Bir tane kırmızı fesli Cezayirli âfet güzel, aşk deryasına beni dün küçük bir gemi gibi saldı.”

Baştarda; bir cins küçük gemi, kadırganın küçüğüdür. Buharlı gemilerin icadından önce Osmanlıların kullandıkları savaş gemilerinden birinin adıdır.

Yine 18. asırdan Gālib Dede;

Püsküllü bir belâsını gördüm Cezâyir’in,
Zîr-i yedinde mülk-i Arab-şâh feslenir.

“Cezayir’in püsküllü bir belâsını gördüm. Elinin altında Arap şâhının mülkü feslenir.” diyerek fes hakkındaki görüşünü dile getirir.

Fesin bir püskülü vardır. Bu püskülün uzun oluşu bile tartışmalara sebebiyet vermiştir. Sonuçta yarım parmak kısaltılmasına karar verilmiştir.

Aynî; fesi bir güneşe benzettiği beytinde, ayın tutulma korkusu yaşayacağını söyler. Çünkü fesin püskülü, ay ile güneşin arasına girecektir. Bu beyitte de püskülün olumsuz oluşu ince bir kurguyla verilmiştir:

Püskülünden her gece bîm-i husûfa düştü mâh,
Fer verince mihre gündüz ‘âlem-i bâlâda fes.

Dîvan şiirinde; âşığın gönlü veya kendisi, sevgilinin saçlarının ucuna asılıdır. İbrahim Aşkî, âdeta bu ifadelere yeni bir soluk getirir:

Püskülün her târına bir âşıkı bend eylemiş,
Öyle kattâl-i cihandır kim boyanmış kāna fes.

“Püskülün saçağının her bir teline bir âşığı bağlamış. İşte fes, öyle kana boyanmış bir cihan katilidir.”

Fesin umumî olarak rengi kırmızıdır. Ancak kırmızının siyaha kadar varan bütün tonları kullanılmıştır. Beyitte «kana boyanmış» denilmesi bundan dolayıdır.

Kabul edildiği yıllarda bir kısım halk;

“Bu bir gâvur giyeceğidir.” diye fesin aleyhinde tavır takınmıştır. Burada şairlerin devreye girdiğini görmekteyiz. Fesi sevdirmek için çeşitli methiyeler, gazeller yazmak onlara düşmüştür. Fes hakkında pek çok şiir yazan Aynî’nin, «fes» redifli 3 gazeli, çeşitli beyitleri ve tarih manzûmeleriyle, fesin benimsenmesi mevzuunda çorbada tuzu fazlasıyla olmuştur. «Fes» redifli methiye yazan şairlerden biri de Aşkî’dir. Şem‘î ve Nazif’in de fesi öven şiirleri mevcuttur. Ancak biri daha vardır ki fesin en güzel propagandasını o yapmıştır.

Hüsrev Paşa bir dönem Bolu Sancağı’nda mutasarrıflık görevinde bulunmuştur. Âşık Dertli de Bolu Geredelidir. O yıllarda Dertli’nin nâmını duymuştur. Ona haber gönderip yanına alarak ikram ve iltifatta bulunur. Bir rivâyete göre onu konağına alarak ona şamdan ağalığı görevini verir. O da Hüsrev Paşa’nın bu ilgi ve alâkasına bir teşekkür mahiyetinde fesi öven bir şiir kaleme almıştır:

Al renkler bahşeder ruhsâre-i hûbâna fes.
Benzemez mi şâh-ı gülde gonca-i handâna fes.

Şöyle örter bastırır perçemleri mahfûz için,
Hâil olmak maksadı manzûre-i düşmâna fes.

Kudret-i Mevlâ ile günden güne şöhretlenip,
Başların üstünde yer buldu gelip meydâna fes.

Kurt ile ağnâmı gezdirdi berâber dünyâda,
Adl-i seyfi şâyi etti milket-i Osmâne fes.

Kahr-ı a‘dâ kılmağa çekti süyûf-ı Haydar’ı,
Ânın için rengi âl oldu, boyandı kāna fes.

Pâdişahlıktan murad kānundur ancak âleme,
Haşre dek yâd olmaya kānun yeter Sultân’a fes.

Nîce serdengeçtiyi serden geçirdi, tîğ ile,
Dalkılıçlar zümresin daldırdı hep ummâna fes.

Bâğbânın bağların soldurdu bâd-ı kahr ile,
Hân ü mânın şöyle kıldı anların vîrâne fes.

Bârekallah hoş yaratmış, Hak nazardan saklasın,
Âl-i Osmân devleti Sultân-ı Mahmud Hân’a fes.

Fes değil medhiyye-i festen murâdım Dertliyâ,
Bir vesîledir duâ-yı Hüsrev ü Hâkān’a fes.

Bütün tartışmalarıyla fes, halk tarafından kabul görür. Kabulünde olduğu gibi reddinde de birtakım zorluklar çıkar. Çünkü halk, 1925’teki «Şapka Kanunu»na kadar fes ile bütünleşmiştir. Batıda hâlâ birçok çizer, Türkleri fesli olarak çizme alışkanlığını sürdürmekte. Camilerimizde imam-hatiplerin başında etrafına sarık sarılmış hâli ile yaşayan bu başlık, bunun dışında sadece turistik, nostaljik bir eşya…

Bugün başlarda hemen hemen hiçbir başlık yok. Modernleşme ve batılılaşmanın sembolü olarak değiştirilip durulunca, halk her türlü serpuşu başından fırlattı attı. Geriye bu mısralarda yaşayan hâtıralar kaldı.