DAHA RAHATLIK VE MUTLULUK MU, NASIL?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Sorumsuz bir kimseye soruldu:

‒Niye bu sorumsuzluk?

‒Benimkisi sorumsuzluk değil.

‒Nasıl değil? Ta kendisi!

‒Öyle görünüyor da, benim durumum farklı.

‒Anlayamadım.

‒Anlayamazsınız, çünkü hâlimi bilmiyorsunuz!

‒Eee?

‒Bu sebeple mazurum!

‒Nasıl olur, senin mes’ûliyet ve vazifene karşı ihmalkâr ve umursamaz oluşunun mazereti mi olur?

‒Olur elbette. Olması da gerekli zaten.

‒Nedenmiş o?

‒Çünkü kendimi böyle daha rahat ve mutlu hissediyorum.

‒Allah Allah!

‒Öyle…

‒Fakat, bu sorumsuzluklar, ölüm sonrasında ve acı hesap gününde neler hissettirecek?

‒Şu an onları düşünüp keyfimi bozamam!

‒Peki, Azrâil gelip de keyfini bozunca ne olacak?

‒Üff, böyle daha rahat ve mutluyum dedim, o kadar!

‒Lâkin yaşın ilerliyor; ikindi oldu, gece olmayacak mı?

‒?!.

Günaha dadanmış bir kimseye dendi ki:

‒Günahlar, âhirette patlayacak mayın gibidir. Niye hiç dikkat etmiyorsun?

‒Dikkat ediyorum, ama iradem zayıf.

‒Fakat herkese yüce Allah, günaha karşı koyacak iradeyi vermiştir.

‒Bana vermemiş!

‒Ahmakça bir suçlama bu! Vermemiş olsa mes’ul tutar mıydı be gafil?

‒Öyle de vazgeçemiyorum, daha doğrusu biraz da vazgeçmek istemiyorum.

‒Niçin?

‒Çünkü böyle daha rahat ve mutluyum.

‒Yahu, leş yemekten kimler mutlu olur?

‒O ne biçim sual? Biraz ağır olmadı mı?

‒Oldu da, senin tercihinin ve yaptığının en doğru ifadesi bu. Niye gocunuyorsun ki?

‒Keyfim kaçıyor.

‒Doğru bir kelimeden mi? Asıl keyfini kaçıracak acı gün gelince ne yapacaksın?

‒Üff, amma uzattın. Ben böyle daha rahat ve daha mutluyum, o kadar!

‒Tamam da; ömür güneşin batıyor, görmüyor musun?

‒?!.

Çalışmaya bir türlü eli varmayan ihmalkâr bir kimse ikaz edildi:

‒Kişiye ancak çalışmasının karşılığı var.

‒Benim de başka bir gerçeğim var.

‒Hiçbir gerçek; armut piş, ağzıma düş, dedirtmez!

‒Dünyada bazıları tamamen böyle yaşıyor.

‒Hangi vicdan ile?

‒Vicdan, micdan, böylesi daha rahat ve mutluluk verici!

‒Ağustos ayında cır cır yaşamak, iyi gidiyor değil mi?

‒Ne yalan söyleyeyim öyle!

‒Fakat kış geliyor, o zaman ne olacak?

‒Üff, yeter! Böyle daha rahat ve daha mutluyum, o kadar!

‒Toprak üstünde lâkırdı kolay tabiî, fakat görmüyor musun, toprağın altı, iki ayağını da yakalamış!

‒?!.

Bozuk fikirli, bilgili bir cahil, uyarıldı:

‒Doğrusunu bilmiş olduğunuz bir mevzuda hatayı seçmek, yakışıyor mu size?

‒Hata değil ki bu!

‒Nasıl değil?

‒Bakış açıları farklı da o yüzden işi bilmeyenler hata olarak görüyor.

‒Olur mu hiç, bundan birçok insan zarar gördü! Hata değilse, bunca zarar niye?

‒Orası öyle de…

‒Eee?

‒Benim rahat ve mutlu olmaya hakkım yok mu?

‒Var tabiî, ama başkalarının zararları ve felâketleri üzerinde değil!

‒O başkalarının meselesi. Ben kendi içimde haklı ve tutarlıyım.

‒Nasıl bir haklılık ve tutarlılık bu?

‒Çünkü böyle daha rahat ve mutluyum. Önemli olan da bu!

‒Desenize, bu mutluluk, aslında acımasız bir bencillik!

‒Ben öyle düşünmüyorum.

‒Sen zehir içir, ama öldüreceğini düşünme! Sanki zehir senin nasıl düşündüğüne bakıyor da ona göre tesir ediyor! Sendeki bozuk fikirlerin papağanlığı da, hep bu yüzden değil mi?

‒Hayır, fikirlerim, el değmemiş kıymetli felsefelerdir, lâf dedirtmem!

‒Ama bir gün ateş değecek!

‒Üff, çok konuştun, böyle mutluyum dedim ya!

‒Yani bilgiyi, sen Hak için değil, nefsin ve şeytanların için kullanınca mutlusun! Buna ne derler?

‒Ne derse desinler, artık kısa kes!

‒Vaktin yok tabiî. Zaten takdîr-i ezel de, ömürleri âhirzamanda kısa kesiyor! Bak, senin ömür akşamının mezarı tam önünde! İyi bak; mesafesi de çok kısa!

‒?!.

Hep başkalarını suçlayan bir tip, kendini merkeze almış konuşuyordu. Dediler ki:

‒Derdin ne?

‒İnsanlar beni anlamıyorlar, bana önyargılı bakıyorlar.

‒Bu önyargıya nereden vardın?

‒Bu bir önyargı değil, gerçek!

‒Nasıl bir gerçek?

‒Gerçek işte!

‒Başkalarına haksızlık ve saygısızlık ettiğini fark etmiyor musun?

‒Aksine, onlar benim böyle daha rahat ve mutlu olduğumu fark etmiyorlar!

‒Senin mutluluğun başkasının başına basmak mı? Mukaddeslerini hiçe saymak mı?

‒Fikrim mühimsenmezse evet.

‒Yanlış düşüncelerine kıymet bekliyorsun yani.

‒Yanlış olduğuna kim karar veriyor? Bence tamamen doğru.

‒Yerlerin ve göklerin cevap anahtarı, onlara doğru demiyorsa da mı doğru?

‒Yine de.

‒İşte saplantı buna derler!

‒Üff, saplantı olur mu? Böyle daha rahat ve mutluyum, hepsi bu!

‒Ne diyelim; senin bu hâlinden mel‘un şeytan çok memnun olduğu için seni rahatsız etmiyor. Tabiî bu yüzden şimdilik kendini rahat hissediyorsun! Yani şeytanın memnunluğu yüzünden mutlusun! Eğip bükmeden bir düşün; Allah buna râzı mı? O râzı olmadan mutluluk ve rahatlık olur mu? Doğru cevabı, hiç görmek istemesen de saat akrebiyle birlikte başında fır dönen ve bir saniye gecikmeyen ölümün pençesinden mi öğreneceksin?

‒?!.

İnanç meselelerini oyuncak zanneden ve rastgele sağa sola savuran bir tipe sordular:

‒Ne yaptığının farkında mısın?

‒Farkındayım elbette.

‒Amelde takla neyse, inanç taklası insanı azap uçurumuna yuvarlar.

‒Hakkım bu benim. İstediğim gibi düşünür, istediğim gibi inanırım. Niye uçuruma düşecekmişim ki!

‒Bilmiyor musun; doğru inanç, herkesin keyfince doğuracağı bir keyfîlik değil. Hakk’ın tayin ettiği bir keyfiyet o.

‒Aklımın ve düşüncelerimin ne mânâsı kalır o zaman. Ben, ben olmaktan çıkarım. Oysa; ben, kendim olmak istiyorum. Kendim de işte buyum.

‒Daha başka?

‒Dahası, ancak böyle rahat ve mutluyum.

‒Peki öyleyse, bu dediklerinde dürüstlük gösterebilir misin? Samimî ol, hiç eğip bükme!

‒Ne demek istiyorsun? Dürüstlüğüme lâf ettirmem!

‒İyi ya, ettirme de göster dürüstlüğünü!

‒Nasıl yani?

‒Bak şöyle:

Yüce Allâh’ın verdiği vahiyden beslenmeyi reddediyorsan, O’nun verdiği aklı geri ver! Çünkü O, verdiği aklın gıdasını vahiy olarak takdir etmiş. Sen önce onu geri ver, sonra başka bir akıl yarat kendine. Allâh’ın istediği gibi inanmak bahsinde madem kendin olmadığını düşünüyorsun, yani Hak’tan kopmak istiyorsun; öyleyse dürüst ol, her şeyde O’ndan kop! Menfaatperest davranma! Bak; acıkınca O’nun yarattığı rızkı yiyorsun, iştahla. Artık yeme! Bak; O’nun yarattığı nefesi alıyorsun! Artık bundan da vazgeç!

Yani sen;

O’nun verdiği doğru inanca tepki vermeden önce O’ndan aldığın her şeye tepki ver; rûha, vücuda, rızka, içinde yaşadığın ve menfaatlendiğin her lezzete. Düşün; niye onlardan huzursuz değilsin? Üstelik O’nun yarattığı lezzetlerin peşinde ne şiddetli kavgalar veriyorsun! Anla ki, dürüst değilsin.

Kısacası;

Önce iki yönlü dürüst ol, sonra dilediğin gibi hareket et!

‒Üff, çatlayacağım; ben böyle daha rahat ve mutluyum, o kadar!

‒Dürüst olmadan mutlu olmak, Yaratan’dan uzak düşerek rahat olmak, sence kaç nefeslik bir gerçek?

‒?!.

İşte;

Zamânenin tuhaf hastalığı:

Kendini geçici bir dönem rahat ve mutlu hissetmek için her şey mubah. Öyle ki, ebedî mutluluk ve rahatlığı da bu uğurda fedâ etmek çok normal, hattâ gerekli.

Daha garip tarafı;

Bu felâketi, bilgileri üçkâğıttan ibaret cahiller, bir de tedavi metodu hâline döndürdüler. Batıyı inanç ve ahlâk olarak batıran ve çökerten, insanları da dengesizleştiren saplantı ve aldatmacalar, tedavi diye ortalıkta cirit atıyor:

“‒Yanlış da olsa fark etmez; kendini nasıl rahat ve mutlu hissediyorsan, öyle ol! Bundan da çekinme; rahatça ben buyum de! Gerisi mühim değil.”

Ne güzel (!);

Bir yönüyle insanın tıkanıklığını çözüyor gibi göz kamaştırıcı bir çare oluşturan bu yaklaşım, meydana getirdiği bulanıklığın diğer yönünde göz çıkaran zehrini iyice gizliyor ve o gizlilik içinde açıkça şunu telkin ediyor:

“‒İçinde eğer kötülükler kabardıysa, kötü olmalısın! Zulmetmeyi düşünüyorsan, zalimlik yapmalısın! Saygısızlık hortladıysa bağrında, onu da gerçekleştir. Kendin olmaya bak daima. Başkasını önemseme. Kendini düşün. Çünkü sen, kendin olarak varsın. Başkası olarak yaşayamazsın. Yapında kırıp dökmek varsa, kırıp dök! Yakıp yıkmak varsa, yakıp yık! Ne olursa olsun, sen ol! İstediğin gibi yaşa! Kimse karışamaz! Karıştırtma. Kendin olmanı engelleyenlere diren! Sana yanlışsın demeye de kimsenin hakkı yok. Sen ne düşündüysen, o doğru! Gerisi boş! Unutma; mühim olan senin mutluluğun ve rahatlığın!”

Çoook çok yazık;

Kaç nesil, tedavi ambalâjlı bu zehirli afyonla perişan oldu.

Mekteplerde, sokaklarda, ailede ve toplumda nice acı manzaralar, darmadağın ruhlar ve kokuşmuş taze dimağlar, artık yığın yığın.

Tam da o yığınların üstünde;

Basîret isimli bir ağaç dalında yine bizim eğitim bülbülümüz, şimdi yana yakıla bu husustaki hakikatleri şakıyor. Daha doğrusu şakımıyor, feryat ediyor:

“Ey akıl sahipleri!

Aklınıza ve gönlünüze sunulan tedavi ambalâjlı zehirlere dikkat edin!

Kötüleri ve kötülükleri koruyan yaklaşımların cazibesine aldanmayın! Maharetleri üçkâğıttan ibaret bilgiçler, sadece üçkâğıt öğretiyorlar:

Neymiş, yanlış bile olsa insan mutlu olduğunu hissettiği şeyi yapmalıymış!

Başı sıkışan buna sarılıyor.

Kötüler, yanlışlar, âsîlikler, olumsuzluklar, hattâ rezillikler ve sefillikler buna sarılıyor. Vahşetler ve dehşetler de buna sarılıyor. Hainler de nankörler de buna sarılıyor.

Çok ağır, kötü ve berbat davranışlar sergileyen, bin bir mânâsız hataya gömülenler de, kendilerini bu sahte kalkanla savunuyorlar.

Ne acayip!

Yanlışlara, çaresizlik çaresi?

Düşülen soğuk bir kuyuda ısınmak için orada insan yiyen ejderhânın boğazına sığınmak, ne kadar mantıklı?

Ey düşünce sahipleri!

Aklı uğursuzlaştırmak, hangi problemin çözümü?

Yanlış bile olsa;

Hiç kendini rahat ve mutlu hissetmeye göre insan şekillenir mi?

Yıkıcı ve tahrip edici bir rahat hissetmeye göre tedavi mi olur?

Bu hususta;

Göz kamaştırıcı ambalâjlar kullanmak ve zehirli yaklaşımı cilâlayıp durmak, yüce hakikati değiştirebilir mi? Mikropluğa rahatlık ortamı hazırlamak, şifâya mı hizmet, belâya mı?

Ayrıca;

Kendini günahta rahat ve mutlu hissedenler, nasıl kurtulacak? Bir kişi; kendisini, isyan ile rahat ve mutlu hissediyorsa, ne olacak? İnsan; belki isyana ve hataya düşebilir, fakat ona; «Doğru yapıyorsun!» demek, neyin nesi?

Kaldı ki insanın nefsi merkeze alınırsa;

Âdeta % 100’lük bir oranda günah ile rahat ve mutlu olur. Muharref dinlere bakın, hepsi bunun ifadesi. İnsan bunun için dîni bile bozacak kadar ileri gitmiş. Fakat Allah Teâlâ bunu yapanlara; «Madem öyle mutlusunuz, haklısınız!» dememiş, onların inancını iptal etmiş, süpürmüş atmış. Doğru olan hidâyete gelmemeleri hâlinde cehennemi va‘dediyor.

Demek ki;

Ölçü, ilâhî teraziye göre istikamet.

Aslında malûm zehir;

Gizli bir ateizm mikrobu.

Hâlbuki haramsız ve helâlsiz bir dünya, insana göre değil.

Çünkü;

Haram ve helâli bir tarafa bıraktırıp da sadece; «Kendini mutlu ve rahat hisset, ötesini boş ver!» mantığı, nefsi putlaştırmak ve rûhu mahvetmektir. İnsanın kurtuluşu ise, ancak rûhun semâvî rotasıdır. Nefsin putlaştığı rota, ilk insandan bugüne âdemoğlunun başına getirmedik belâ ve azap bırakmamıştır.

Hâl böyleyken;

Rahatlık ve mutluluğu, eyvah dolu felâketin tuzağına bağlamak ne büyük bir aldanış, ne acı bir akıl tıkanıklığı!

Meselâ;

Bir adam cinayet işleyince teskin olacak vaziyette. Ona; «İçinden geldiği gibi mutlu ol!» cümlesi, neler yaptırmaz?

Kimisi;

Geçici bir ara çözüm için bu cümleyi kullandığını söylüyor. Fakat kalıcı tahrikler ve tahripler içinde insanı perişan eden bir zehirden ara çözüm olur mu?

Düşünmeli:

Bir hırsız kendini ne zaman rahat ve mutlu hisseder?

Bir yalancı, kendini ne zaman rahat ve mutlu hisseder?

Bir gafil?

Bir cahil?

Bir kātil?

Bir günahkâr?

Bir ayyaş?

Bir sapık?

Bir âsî?

Bir hain?

Bir vesvese?

Bir mikrop?

Bir yılan?

Bir akrep?

Bir eşek?

Bunlar, kendilerini ne zaman rahat ve mutlu hissederler?

Hâsılı;

Ey akıl sahipleri!

Nefsâniyet merkezli kendini rahat ve mutlu hissetmek, her şeyi mubah kılabilen geçerli bir şifre değil. Hangi bilgiçliğin eliyle olursa olsun, şeytanın verdiği nefsin cehennem vizesi, insana asla cennet yaşatmaz.

Bir de ey gönül sahipleri!

Nefsin mi rahatlığı ve mutluluğu mühim, kalbin ve rûhun mu?

Dünyanın gel-geç rahatlık ve mutluluğu mu mühim, âhiretin ebedî saâdeti, rahatlığı ve mutluluğu mu?

Elbette;

İnsanın en tabiî meyli, ihtiyacıdır mutluluk.

Ancak;

İki dünyayı bir potada değerlendirerek ele alınırsa, en doğru ve gerçek rahatlık ve mutluluk kapısına o zaman ulaşılır. Yoksa, insan bir ömür geçici aldatmacaların ve sapmaların arasında boğulur, boğulur ve çare diye, yine hüsrana yuvarlanır.

Ey insanoğlu!

Düşün!

Seni kim yarattı? Kim yaşatıyor? İhtiyaçlarını kim gideriyor? Çoğu kere sen bile sana yetemezken her şeyine yeten yegâne kudret kim?

İşte gerçek rahatlık ve mutluluğu, sen onun kapısında ara!

Başka kapılarda;

Sana nefes verebilecek kimse yok! Rızkını yaratabilecek kimse yok! Sayısız hücrelerini yönetebilecek kimse yok! Akıl ve gönül bahşedebilecek kimse yok! Ruh verebilecek kimse yok! Yerler ve gökleri sana âmâde kılabilecek kimse yok!

Öyleyse;

İyice anla:

«Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur / huzur bulur!» (er-Ra’d, 28)

Yani;

Rahatlık ve mutluluk;

Sadece;

Allah ile,

Allâh’ın dediği ve dilediği şekilde,

İllâ O’na teslîmiyet sayesinde,

Ve;

Her an; O’nu bilmek, O’na uymak, O’na koşmakla mümkün!

Ancak bu gerçeği;

Anlayıp da yaşayabilenler için iki dünya da müjdelerle dolu!

Ancak o müjdelerin yolu da;

Bu imtihan yurdunda; çilelerden de, ıstıraplardan da, sıkıntılardan da, dertlerden de ve cefâlardan da geçiyor!

Yani gerçek mutluluk ve rahatlık;

Bir ömür Allâh’a koşarak cefâyı safâ hâline getirenlere mahsus!

Sonsuz saâdet, işte onlara!

İşte onlara;

Ebediyyen, ne mutlu!”