NEFİS ÇİLE ÇEKMEDEN, RÛHA BAYRAM YOK!

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

 

ESRARENGİZ EMÎR

“Bir emîr, atıyla bir yoldan geçiyordu. Bir ağacın altında uyuyan bir adam gördü. O sırada kara bir yılan, uyuyan adamın ağzından girmeye başladı. Emîr, atını üzerine sürüp ürkütmeye çalıştıysa da muvaffak olamadı. Yılan adamın vücuduna girmişti.

Emîr; dirâyetli, zekî, hikmet dolu bir insandı. Hızlıca düşündü. Uyuyan adamı fecî ve hazin âkıbet­ten kurtarmak için, bütün sanat ve maharetini kullanmaya koyuldu. Başladı adamı kamçılamaya…

Adam, acı ile sıçrayarak uyandı ve üst üste şaklayan kamçı darbelerinden kurtulmak için korku ve endişe için­de kaçmaya başladı.

Emîr, adamın peşini bırakmıyordu. Adam kaçarken bir elma ağacının altına vardı. Emîr orada adamı tuttu ve ağacın altına dökülmüş, çürük, kokuşmuş elmaları zorla adamın ağzına sokmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:

«–Ey dertli bîçâre, hepsini yiyeceksin! Bu çileye katla­nacaksın!»

Adam ise bir taraftan o kokuşmuş elmaları zorla yutuyor, bir taraftan da emîre lânetler yağdırıyordu:

«–Ey emîr! Ben sana ne yaptım ki?.. Bana kastın ne? Bu zulmün sebebi ne?.. Eğer hayatıma kastın varsa, bir kılıç vur da kanımı dök bari, ne diye bu eziyeti çektirirsin?

Seni gördüğüm an, ne uğursuz bir zamanmış!.. Senin yüzünü görmeyenler ne bahtiyar insanlarmış!..

Suç işlememiş bir insana, bu zulmü, en büyük zâlimler bile yapmaz! Görüyorsun, şu sözleri söylerken bile ağzımdan kan geliyor!.. Yemin ederim ki senin kadar acımasız ve insafsız birini görmedim!..

Ey Rabbim, bu zâlimin cezâsını Sen ver!..»

Emîr, bu sözlere hiç aldırmadı. Bütün elmaları zorla yedirdi üstüne üstlük yeniden kamçılamaya başladı:

«–Şu ovada koş bakalım!»

Adamcağız, kamçı korkusundan rüzgâr gibi koşmaya başladı. Arada bir yere kapaklanıyor, fakat yediği kırbaçlarla yeniden ayağa kalkıp koşuyordu. Zavallının midesi çürük elmalarla dolmuş, kamçılardan da, yüzü gözü yara bere içinde kalmıştı.

Buna rağmen emîr en ufak bir merhamet emâresi göstermiyordu. Onu tâkati sona erip adım atacak hâli kalmayıncaya kadar koşturdu.

Adamın artık mecâli tükenmişti. Çürük dolu midesi, kan ter içinde onca koşturmaca sonunda iyice bozulmuştu. Daha fazla dayanamadı, safrası kabardı ve istifrağ etmeye başladı.

Yediği her şey zorakî bir tazyikle ağzından çıkıyordu. Nihayet çürük elmalarla beraber, içindeki kara yılan da dışarı fırlayıverdi.

Adam hayretler içinde kaldı. Midesinden çıkan yılanın korkunçluğu karşısında dehşete kapıldı. Her şeyi bir anda anladı. Hemen koşup o sâlih emîrin eteğine kapandı. Dedi ki:

MEĞER!

«–Sen meğer Cebrâil’in rahmeti gibi gelmişsin! Meğer sen benim velînimetim imişsin!

Seni gördüğüm saat, ne mübârek bir zamanmış!

Eğer sen olmasaydın ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim. Sen bana hayat bahşettin.

Senin yüzünü görene yahut ansızın senin mahallene gelene ne mutlu!

Ey tertemiz ve övülmeye lâyık olan has kul! Cehâlet ve gafletim, bana, sana karşı ne kadar saçma sapan sözler söy­letti. Onlardan dolayı beni affet!

Eğer bu hâli birazcık bilmiş olsaydım, o münasebetsiz sözleri hiç söyler miydim?

Fakat sen hastasının şifâsı için ona acı ilâç veren kudretli bir hekim olduğunu gizledin. Bunu bana azıcık açsaydın, sana hakaret değil teşekkür ederdim.

Fakat sen susuyor, coşup köpürüyor ve bir şey söylemeden habire başıma vuruyordun! Neticede başım sersem­ledi, aklım başımdan gitti de bilmeden sana neler söyledim. Beni bağışla; söylediklerimi gafletime ver!»

Mübârek ve firâsetli emîr dedi ki:

«–Eğer ben o vakit, senin iç âlemindekilerden bir parça söyleseydim, ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi. Kedi önündeki fare gibi mahvolur, kurda karşı kuzu gibi fânî olurdun… O kara yılanın dehşetini sana bildirseydim, korkudan o anda perişan olurdun!

Eğer sen içindeki o canavarı bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusarak o kara yıla­nı çıkarmaya…

Ben senden işittiğim uygunsuz sözlere sabrediyor, içim­den de;

‘Yâ Rabbî! Yılanın çıkmasını kolaylaştır! Bu bîçâreyi halâs eyle!’ diye duâ ediyordum. Sen bana acı şeyler de söy­lesen, benim gönlümdeki ilâhî merhamet, seni o hâlde bırakmaya râzı olmadı. Çünkü benim hilkatim mâye-i merhametle yoğrulmuştur.»

Bu Allah dostunun hakikatini anlayan adamcağız, ne diyeceğini bilemiyor mahcubiyet içerisinde şunları söylüyordu:

«–Ey yüce zât! Bu zayıfın sana lâyıkıyla teşekküre mecâli yok! Senin bu hayrını Allah mükâfatlandırsın!..

Anladım ki, ehl-i irfânın verdiği zehir bile canlara safâ, rûha gıda bahşetmektedir.»”

Bütün Mesnevî kıssaları gibi, hikmetlerle dolu bu hikâyede;

İçinde can düşmanını taşıyan insan ve onu, o düşmandan kurtarmakla vazifeli insan terbiyecileri olan enbiyâ ve evliyânın temsili vardır.

İÇİMİZDEKİ YILAN: NEFS-İ EMMÂRE

Hazret-i Mevlânâ’nın hikâyesinde zikri geçen uyuyan insan, insân-ı gāfildir. Ağzına giren kara yılan, nefs-i emmâredir. Emîr ise, mürşid-i kâmildir. Onu uykuda iken kamçılayarak döve döve uyandırıp kırda bayırda koşturması, riyâzat ve mücâhededir. Yılanın çıkışı da, nefs-i emmâreden kurtuluştur.

Nefs-i emmâre, kendisi için, ebedî hayatına kasteden kara bir yılan gibidir. Hâlbuki insan; mâhiyetinde mevcut bulunan ve kendisine arzular ve şehevî duygular telkin eden nefsini, masum ve zararsız zanneder. Peygamberler ve ehlullah hazerâtı ise nefsin kötülükleri hususunda îkāz ederler.

Hazret-i Yûsuf buyurur:

“Nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbimin merhamet ettiği (birtakım nefisler ve hâller) müstesnâ.” (Yûsuf, 53)

En temiz nefse sahip olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle duâ etmiştir:

“Allâh’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma! Her hâlimi ıslah eyle! Şüphesiz Sen’den başka ilâh yoktur…” (Ebû Dâ­vud, Edeb, 100-101)

Hak Teâlâ’nın edeplendirip de parıl parıl eylediği nefsine rağmen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in böyle buyurması, elbette ki bizleri irşad içindir.

Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:

“Her hastalığı tedavi edip iyileştirdim, ancak nefsimi tedavi kadar zor bir şey görmedim. Hâlbuki bana nefsimden daha değersiz ve kolay gelen bir şey yoktu.”

Hak dostları, nefsi terbiye etmenin lüzumunu bizlere hâl diliyle anlatırlar. Eğer onun kötülüklerini bütün açıklığıyla ifade etseler, insanda korku ve ümitsizlikten dolayı, nefsi terbiyeye mecal kalmazdı. Hikâyede emîrin; «Ağzından yılan girdi.» dememesi, bunu ifade eder.

Nitekim hadîs-i şerif olarak rivâyet edilen şu ifadeler bu hakikati beyân eder:

“İçinizdeki düşmanı açıklayacak olsam, cesurların ödü patlar; ne bir yolda gidebilir, ne de bir iş becerebilirdi; çaresizlik içinde kıvranırdı. Ne vücutta ibâdete kuvvet, ne kalpte tâkat, ne de seyr-i sülûke mecal kalırdı. O hâlde ben sizi, sükûtla, içinizdekini dışınıza vurmadan terbiye ederim.”

Peygamber Efendimiz; câhiliyye karanlığı içindeki insanları, eğiterek, terbiye ederek, tezkiye ederek ashâb-ı kiram kıvâmına yükseltti. O cinayet, cefâ, zulüm ve taassup cemiyetinden, bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi. Bunu yaparken tedricî usûlle, adım adım hâl ve gönül eğitimi verdi. Onların, cihanı aydınlatan hidâyet güneşine birer mâkes olmalarını sağladı.

O’nun vârisleri bulunan evliyâullah da bildikleri her doğruyu muhatabın menfaati îcâbı söy­lemez ve susarlar. Ayrıca muhataplarının kalplerindekini açığa vurmaz, ayıpları setrederler. Sözden ziyade fiil ve hareketleri ile terbiye ederler. Ehlullah hazerâtı, demir gibi sertleşmiş ve taşlaşmış kalplere de mâneviyâta istîdâdı varsa, Hazret-i Dâvûd’un demiri yumuşattığı gibi tesir ederler.

Fakat taliplerini terbiyeye ve bu yolda zorluklara göğüs germeye iknâ ederler.

Çünkü;

İçte yerleşmiş bulunan nefis yılanını çıkarmak kolay değildir. O bin bir riyâzat ve mücâhede ile çıkarılabilir.

Yine Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya davet ettim, bu zor yolculuk husûsunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de nefsin bütün dünyevî arzularını bertarâf ederek Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna yöneldim!”

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, ilmin zirvesindeki hâlini şöyle anlatır:

“Aklî ve şer‘î ilimlerle iştigaldeydim. Çok talebelerim vardı. Hâlimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli iptilâlar ile sarılmışım. İlimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allâh rızâsı için olmayıp, makam sevdaları ve şöhretlerle karışık buldum. Yakînen anladım ki, helâk edici bir girdaptayım, uçurumun kenarındayım. Kendi kendime:

«Haydi çabuk ol, artık ömründen çok az bir kısım kaldı. Kazandığın ilim hakikate ve tatbikata geçmez ise, bir aldatmacadan ibârettir. Şimdi gereksiz alâkaları kesmez, engelleri kaldırmaz isen, sonun ne olacak?» dedim.

O zaman bir hâl oldu. Dünya ve dünyacılardan kaçmak ile, dünya arzuları ve âhiret isteği arasında hayret vadisinde altı ay şaşkın, inler ve ağlar bir hâlde kaldım. Kalbim muzdarip oldu. Aczimi gördüm ve anladım. İrade ve ihtiyârımın tamamen elimden çıktığını seyrettim. Devâsız derde, çâresiz hastalığa dûçâr olan bir kimse gibi, Allâh’a yalvararak ve sızlanarak ilticâ ve tazarrûda bulundum. Nihayet:

«…Darda kalan kimse duâ ettiği zaman, onun duâsını kabûl edip fenalığı kaldıran…» (en-Neml, 62) âyetinde buyurulduğu gibi, Allah Teâlâ duâmı kabul edip kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal ve makam arzusu kaldırıldı. Hepsinden yüz çevirdim. Zikir, uzlet, halvet, mücâhede, riyâzat, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgul oldum. İlm-i yakîn ile bildim ki, Allâh’a kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk onlardadır. Zira onların zâhir ve bâtınlarındaki hâller, peygamberlik nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde de peygamberlik nûrunun ötesinde bir nur yoktur.” (Bkz. Gazâlî, el-Münkızu mine’d-Dalâl, İst. 1994, s. 35-39)

Bu mücadelede acı reçeteler vardır. Hikâyedeki emîrin muâmelesi gibi lüzumlu, ciddî tedbirler lâzımdır. Ayrıca her derdine ayrı bir ilâç gereklidir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri merhale merhale bu mücadeleyi şu temsillerle anlatır:

“On iki yıl nefsimin demircisi oldum, onu riyâzat körüğüne koyup mücâhede ateşiyle kızarttım. Kınama örsüne koyup melâmet ve mahviyet çekiciyle dövdüm. Sonra beş yıl nefsimin aynası oldum. Yani onu murâkabeye aldım. Türlü türlü ibâdet ve tâat ile bu aynayı cilâladım. Sonra bir yıl ibret gözüyle baktım ve rûhumda, gururdan, ibâdetlerime güvenmekten ve amelimi beğenmekten meydana gelen büyük bir iptilânın mevcut olduğunu gördüm. Bu musîbeti kesip atmak için beş yıl daha gayret ettim ve nihayet îmânım kemâle erdi, İslâm’ın o rûhânî lezzetine yeniden nâil oldum.”

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de bir mektubunda, ibâdet ve tâatlerde nefsin hilelerinden sakınmanın ehemmiyetini şöyle dile getirmiştir:

“Kalbî ve bedenî ibâdetlerde tüm kuvvetini sarf et. Bunun yanında nefsine; «Hiçbir zaman makbul olacak hayır işlemedim.» düşüncesini kabul ettir. Çünkü ibâdetlerin rûhu niyettir. Niyet ise ancak ihlâs ile mümkündür. Senden daha büyük olanlara ihlâs gerekirse sana nasıl gerekmesin?!. Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.

Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma.”

Nefs öyle bir belâdır ki, onun şerrinden muhafaza olmak, ancak böylesi ağır, yoğun ve büyük gayretler ister. Kolayca bertarâf edilecek basit ve önemsiz bir gāile değildir.

Yine unutmamak gerekir;

ZAFERİN ŞEREFİ…

Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve yaşanan bediî heyecanlar nisbetindedir. İnsanın; nefsin ve şeytanın esâretinden kurtulup, rûhunun hürriyetini kazanması için katlanacağı her türlü meşakkatte aslında asil bir zevk vardır. Bunu idrâk edenler, irfân ehlinin acı ilâçlarını zevkle içerler.

Bu idrâki kolaylaştıracak bir hakikat de, iki dünya mukayesesidir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtereme kızları Hazret-i Fâtıma’ya;

“Kızım, her iki dünyada saâdet yoktur. Bu dünyada katlanacaksın ki, ukbâda saâdet ve huzûra eresin!” buyurarak, âhiret yurdunda bayram etmenin, bu cihanda çilelere, zahmetlere katlanmaktan geçtiğini hatırlatmıştır.

Diğer yandan, cennet gibi bir mükâfat yurduna kabul edilmek için; insanın çeşitli olgunlaştırıcı, ikmâl edici tahsil ve terbiyelerden geçmesi zarûrîdir.

Nitekim çileler insanı pişirerek olgunlaştırır. Sahildeki taşlara bakın… Asırlardır üzerlerinde şaklayan dalgalar neticesinde hiçbir sivri tarafları kalmamış ve granit misâli kırılmaz hâle gelmişlerdir.

İnsan da nefsi terbiye gayretiyle, zorluklar çeker, sonunda kolaylığa erişir. Zahmetler çeker, neticesinde rahmet tecellî eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gerçekten her zorlukla beraber (katlanılan zorluğun neticesinde) bir kolaylık vardır. Hakikaten her zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 6-7)

İşte asıl bayram budur. Asıl bayram, «mârifetullâh»a ve «muhabbetullâh»a erebilmektir. Asıl bayram; haşrin ve neşrin korkunç merhalelerinden geçip, cennete ve Cemâlullah’a vâsıl olmaktır. Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin ifadesiyle Yâr ile olmaktır:

Bayrâmım imdi, bayrâmım imdi,
Bayrâm ederler Yâr ile şimdi.
Hamd ü senâlar, hamd ü senâlar,
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm.

Bayram; nefsin bu dünyada rahata ermesi, yiyip-içmesi, eğlenmesi değildir. Dünya vazife yurdudur; âhiret bu vazifenin edâsına göre, mükâfat yahut mücâzât mekânıdır.

Cennet müjdesini almadan, kendini kaybedercesine sevinmek, sere serpe yaşamak, eğlence ve oyunların girdaplarında tükenmek; ağacın altında uyuyan adam misâli, kara bir yılanı yutmak demektir ki, âkıbet hüsrandır.

Bu sebeple bayramlar ayrı bir dikkat ve ihtimam ister. Çünkü meselâ Ramazan Bayramı; bir aylık bir ibâdet, tâat ve hizmet dersinin ve fedâkârlığının sonunda bir teneffüs gibidir. Fakat o teneffüs de, Ramazân’ı da bayramı da lutfeden Hak Teâlâ’nın rızâsı ve arzusu istikametinde yaşanmalıdır.

Bayram; sevinç günü ise, nefsiyle mücadele hâlindeki mü’min bunu, sevindirme günü olarak hayata geçirmelidir. Yetimleri, kimsesizleri, gözünün önündeki ve dünyanın bir ucundaki bütün mü’min kardeşlerini sevindirmek, yüzlerini güldürmek hamlesi olarak değerlendirmelidir.

Bayram; yiyip-içme günü ise, nefsinin dizginlerini bırakmayan kul, her lokmayı helâliyete son derece ihtimam, paylaşma, infak ve hâsıl olacak enerjiyi kulluğa sarf etmek heyecanıyla yemeyi düstur edinmelidir.

Bayramları tatil olarak telâkkî edip, anne-babalardan, akrabalardan, konu-komşudan ve kabir ziyaretlerinden uzaklaşmak yerine, onların hâl ve hatırlarını sormanın bir fırsatı olarak değerlendirmelidir.

Hâsılı;

Nefse bir an bile göz açtırmamalıdır. Nitekim hadîs-i şerifte Efendimiz’in bir duâsı şöyle bildirilmiştir:

“Al­lâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müs­lim, Zi­kir, 73)

Bu ilticânın bir mânâsı da şudur:

TEZKİYE ANCAK HAK’TAN…

Kişi ne kadar riyâzat ve mücâhede ile meşgul olursa olsun, nefsini asıl tezkiye edecek olan Allah Teâlâ’dır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“…Eğer üstünüzde Allâh’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla tezkiye olamaz, temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” (en-Nûr, 21)

“Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” (en-Nisâ, 49)

Çünkü; Allâh’a sığınmaksızın, O’na ilticâ etmeksizin nefse karşı elde edilen istidraç misâli muvaffakiyet, nefsin bir başka aldatmacasına dönüşür. Çünkü kişi, kendisinde varlık vehmetmeye başlar. Nitekim; bazı Hint fakirleri, manastırlara kapanmış bazı keşişler ve benzeri îtikāden Hakk’ın rızâsından uzak kişiler de nefis mücâhedesiyle bazı kabiliyetler elde edebilmektedirler. Fakat nefis mücâhedesinden maksat, nefsin kabiliyet ve kibrini artırmak değil, onu Rabbin kulluğuna inkiyâd eder hâle getirmektir.

Bu sebeple, nefisle cengin nihâyeti yoktur. Kulluk, son nefese kadardır. Bunu idrâk eden ehlullah, nefsin kemendini asla ellerinden bırakmamışlardır.

NEFSİM UNUTMASIN DİYE!

Büyüklerden biri; arkasına odun yüklenmiş, güçlükle yürüyen bir ihtiyara rastladı. Onun hâline bakarak;

“–Ey ihtiyar! Senin Rezzâk olan Allâh’a îtimâdın yok mu ki, şu yaşında hâlâ bu mihneti çekiyorsun? Yoksa sana bakacak kimse yok mu?” dedi.

İhtiyar oduncu, yalnızca muhatabının mânevî idrâk eksikliğini gidermek niyetiyle gözlerini semâya kaldırıp ellerini açtı:

“–Yâ Rabbî! Şunları altına dönüştür!” dedi. Dediği anda da odunlar altına dönüşüverdi.

Bu müthiş kerâmete şahit olan adamı bu kez bir başka şaşkınlık sardı;

“–Böyle bir mertebeye ulaşmış bir kimse, niçin odun taşıyor?” diye sordu.

İhtiyar oduncu dedi ki:

“–Evlâdım, bunu nefsimin beni kul olarak bilmesi ve kulluk dairesinin dışına çıkmaması için yapıyorum. Zira Hak katında makbûliyet, kulluktaki istikamet nisbetindedir…”

Varlığın en hayırlısı Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, enbiyâdan sonra en hayırlı insanlardan biri olan Hazret-i Ebûbekir Sıddîk -radiyâllâhu anh-’a öğrettiği aşağıdaki duâ bunun ne güzel bir şahididir. Onlar derece ve makamlarına hiç bakmadan, nefisle mücadelelerini dâimâ sürdürmüş ve bu mücâhedede zafer için Hakk’a ilticâ etmeyi bir an olsun bırakmamışlardır.

Hazret-i Sıddîk bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den talep etti:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana bâzı mübârek kelimeler öğretseniz de onları sabah-akşam okusam!”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sabah, akşam ve yattığı vakit okuması için şu duâyı tâlim buyurdu. Bizler de bu nebevî duâ ile yazımıza hitâm-ı misk dileyelim:

اَللّٰهُمَّ فَاطِرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ عَالِمَ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ، رَبَّ كُلِّ شَىْءٍ وَمَل۪يكَهُ، اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ، اَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ نَفْس۪ى وَشَرِّ الشَّيْطَانِ وَشِرْكِه۪

“Gökleri ve yeri, görünen ve görünmeyen âlemleri yaratan Allâh’ım! Ey her şeyin Rabbi ve sahibi! Sen’den başka ilâh bulunmadığına kesinlikle şahâdet ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden, onun Allâh’a şirk koşmaya davet etmesinden Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101/5067; Tirmizî, Deavât, 14/3392)

Âmîn!..