Cömertliğin Böylesi! HANGİSİ DAHA CÖMERT?

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Kâbe’nin avlusunda hurma satan üç kişi aralarında konuşuyorlardı. Söz, döndü dolaştı; ihsana, iyiliğe, mertliğe ve cömertliğe geldi.

Bunlardan birisi;

“–Devrimizde insanların ihsan ve iyilik bakımından en üstünü, en cömerdi Arabetü’l-Evsî’dir.” dedi.

Diğeri buna itiraz etti:

“–Hayır, en cömert kişi Kays bin Sa‘d bin Ubâde’dir.” dedi.

Üçüncü şahıs, kestirip attı:

“–Hayır; ne o, ne öteki… Bugünün en iyilikseveri ve en cömerdi Abdullah bin Câfer’dir.” dedi.

Sonunda bizzat tecrübe ederek görüşlerini ispatlamaya karar verdiler. Her biri, adını verdiği iyiliksevere gidecek ve ondan bir şey isteyecekti. Sonunda tekrar bir araya gelerek, hangisinin daha cömert olduğunu ortaya çıkaracaklardı. Dedikleri gibi de yaptılar.

Birisi Abdullah bin Câfer’e gitti ve;

“–Ey Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcaoğlu; çok fakir ve muhtacım. Lutfet, bana bir şeyler ihsan eyle ki, onunla kendimi idare edeyim…”

Abdullah bin Câfer, çok kıymetli bir Arap atına binmek üzere ayağını atının üzengisine geçirmek üzere idi. Abdullah bin Câfer; hiç düşünmeden ayağını üzengiden çıkarıp, kendisine müracaat eden kişiye;

“Ey yolcu! Benim yerime sen gel, ayağını su üzengi kayışının üzerine koy, bineğime bin ve bineğim, yükü ile birlikte senin olsun. Heybedeki mal da senindir, yalnız şu kılıç hakkında seni aldatmasınlar çünkü bu kılıç Hazret-i Ali’nin kılıçlarındandır.” dedi ve yürüyüp gitti.

At ve kıymetli eşyadan başka, heybede dört bin altın bulunduğu görüldü.

İkinci zât, Kays bin Sa‘d’e gitti, kapısını çaldı. Bir câriye çıkarak ne istediğini sordu:

“–Garibim, yolda kaldım. Kays’tan bana biraz para vermesini isteyecektim.” deyince câriye;

“–Senin ihtiyacını karşılamak, efendimi uyandırmaktan daha kolay.” dedi ve ona içinde yedi yüz altın bulunan bir kese getirip verdi. Bunun Kays’ın evinde sahip olduğu bütün malı olduğunu da ekledi.

Kays uykudan uyanınca meseleyi öğrendi. O kadar sevindi ki, sevincinden ve kapısına gelen kişiyi boş çevirmediğinden dolayı kölesini âzâd etti ve şöyle dedi:

“Keşke beni uyandırsaydın da o adama ömrünün sonuna kadar yetecek mal verseydim. Umarım ona verdiğin mallar, onun ihtiyacını gidermesine yardımcı olmuştur.”

Üçüncü zât, Arabetü’l-Evsî’nin evine yöneldiğinde, kendisinin iki kölesinin koluna girmiş, camiye gitmekte bulunduğunu gördü. Zira bu zât âmâ idi. Ancak iki kişinin yardımıyla camiye gidebiliyor ve işlerini görebiliyordu. Kendisine yaklaştı, selâm verdi:

“–Yardım ve himmetine muhtacım.” dedi.

Arabe, derinden bir «âh» çekti;

“–Eyvah, bize eyvah!” diye inledi. “Sana verilecek bir dirhemim dahî kalmadı. Ama şu iki köleyi sana hibe ettim. Al, götür.” dedi.

Üçüncü zât her ne kadar;

“–Onlar senin hem gözlerin hem de dayanakların… Sana benden daha çok lâzım, alamam.” dediyse de Arabe;

“–Eğer sen almazsan, onları âzâd ederim.” mukabelesinde bulunarak kölelerin kolları arasından çıktı ve başını duvarlara çarpa çarpa evine döndü. (Belâzurî, Ensâb, II, 51-53)

Aziz okurlarım, kararı size bırakıyorum; hangisi daha cömert?

İşte ihsan budur. İyi olmak, iyiliksever olmak budur. Cenâb-ı Hak, cümlemize amellerimizi ve ahlâkımızı güzelleştirmeyi nasip eylesin.

İbrahim bin Edhem Hazretleri; mahallenin en fakir berberine tıraş olurken, berbere acıdı ve içinde beş yüz altın bulunan bir keseyi kendisine verdi.

Berber, teşekkür ederek aldığı keseyi tezgâhın bir köşesine koydu ve işine devam etti. Tam bu sırada berber dükkânına kıyafeti perişan, avurtları çökmüş, yaşlı ve hastalıklı bir fakir geldi ve;

“–Allah rızâsı için bana bir yardımda bulunun.” diye inledi.

Berber, kesenin içindekinin ne olduğuna bakmadan, keseyi tuttuğu gibi fakire verdi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Berberin altınlara itibar göstermediğini gören İbrahim bin Edhem Hazretleri;

“–Ben hayatımda bu berberden daha cömert bir insan görmedim.” buyurdular.

İşte meselenin cevabı; muhtaçken muhtaca veren kimse.

MUHTACI MUHTACA MUHTAÇ ETME YÂ RABBÎ!

Abbâsî Halîfelerinden Harun Reşid, eşi Zübeyde Hatun’a, kapağı; elmas, zümrüt ve yâkutlarla süslenmiş, murassâ, çok büyük maddî ve mânevî değeri olan bir Kur’ân-ı Kerim mushafı hediye etmişti. O cennet hatunu Zübeyde -rahmetullâhi aleyhâ- paha biçilemeyecek bu mushaf-ı şerîfi, büyük bir memnuniyetle almış, yüzüne-gözüne sürüp, öpmüş, başına koymuş ve okumak üzere bir sahifesini açıp bakmış; Âl-i İmrân Sûresi’nin 92. âyetini, yani;

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, hayrın kemâline nâil olamazsınız.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca hiç tereddüt etmeden;

“Sevdiğim Rabbimin rızâsına, ancak sevdiğimi vermekle nâil olabileceğime göre;

«Al bu Kur’ân-ı Azîm’i sana hediye ettim.»” diyerek onu kölelerinden birine hediye etmiş ve üstelik kölesini de âzâd etmiştir.

Allah dostlarından birisinin evine dilenci gelerek;

“–Allah için bir şey ver!” deyince, Hak dostu ona;

“–Kardeş, Allah için verecek bu evimden başka bir şeyim yok. Ben çıkıyorum, bu ev bundan sonra senin olsun!” diyerek çıkıp gidivermiş…

Ey kardeş! Biraz düşün ve karar ver. Sen mi daha cömertsin yoksa bunlar mı?..

Yâ Rabbî! Bizleri ihsandan, muhsin kullarından ayırma. Îmânımızla biliriz ki, Sen, Sen’den korkanlarla, sabredenlerle ve muhsinlerle berabersin. Ahlâk ve amellerimizi güzelleştir. Cimrilikten bizleri kurtar. Sevdiğin kulların zümresine bizi de ilhâk eyle. Cennet ve cemâline eriştir. Âşıkları, sâlihlerle ve âbidlerle birleştir. Yâ Rabbe’l-Âlemîn…