YÜZAKI ŞİİR MAHFİLİ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Varlık, söz ile yaratıldı. «Kün!» yani «Ol!» sözüyle. Âdeta yokluk; «Ol!» sözünü dinleyip varlık oldu.

İnsan için söz daha bir inşa edici. İnsan, ezelde Rabbiyle sözleşti. Ebediyetin başlangıcında yine Rabbinin karşısına hesap vermeye çıkacak. Peygamberler, işte o Allah sözünün hatırlatıcıları. Kitaplar, o ahdin tekrarlanan hitapları.

Tasavvufta sohbet var, camide vaaz, minberde hutbe, meydanda hitabet, mecliste nutuk, idarede dîvan, sınıfta ders, akademide seminer, kıraathânede hasbihâl, beşikte ninni, çocuklukta masal… Öyle ki, ölüye bile telkin…

Mademki söz ile var oldu, nasihatle veya tekdirle yine söz ile terbiye edildi insan.

Edebiyatın da mahfilleri oldu. İster Ali Şîr Nevâîlerin, Molla Câmîlerin iştirak ettiği, Hüseyin Baykara’nın mahfili kadar geriye ve uzağa gidelim, ister Yahya Kemallerin, Neyzen Tevfiklerin uğrak yeri olan Küllük Kıraathânesi kadar mekân ve zaman olarak yakına gelelim; edebiyat, daima sohbet meclislerinden kuvvet aldı.

Konaklarda, kıraathânelerde, bağlarda, bahçelerde, sahaflarda, dergilerde; ezel bezminde kalp kalbe gelmiş gönüller buluştu, söyleşti.

Söz tohumu, yalnız gecelerde, derûna doğru derin ve uzun yolculuklardan ne kadar beslenirse beslensin; bir edebî meclisin baharında tozlaşmaya da muhtaçtı çünkü.

Yüzakı’nın, Bağlarbaşı’ndaki
merkezindeki mahfili, işte tam da böylesi bir neşv ü nemâ merkeziydi. İlk sayısını çıkardığı 2005 yılında, Genel Yayın Yönetmenimiz M. Ali EŞMELİ’nin ev sahipliğinde; Bekir Sıtkı ERDOĞAN, Emin IŞIK, Yaşar FERSAHOĞLU gibi sinn-i kemâlinde şairlerin başköşelerde ağırlandığı; rahmetli Dinçer ARIKLI, Harun ÖĞMÜŞ, Halil GÖKKAYA, Muhammed YETİM, Mahmut TOPBAŞLI, Recep YILDIZ, İbrahim Hakkı UZUN, Mehmet Âkif GÜNAY gibi Yüzakı şairlerinin, taze çalışmalarının üzerindeki örtüyü araladığı bir ortamdı.

Niceler bendeniz Tâlî gibi mahlâsını da bu çalışmalar etrafında aldı. Cârîler, Râvîler, Mecnunlar, Kalbîler yetişti.

İnsanlarda söz nasibi, bir pınar gibi. Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde;

“Allah, İsmail’in annesi Hacer’e rahmet etsin. O, zemzemi kendi hâline bıraksaydı da avuçlamasaydı (etrafını çevirip, «Dur, dur!» mânâsında «Zem, zem!» demeseydi), muhakkak Zemzem akan bir ırmak olurdu.” buyurmuş. Nice söz nasipleri de; eğer doğru mahfillerini bulamazsa, nehir olabilecekken, kuyu kalabiliyor. Bereketli bir kuyu olabilecekken, kuruyabiliyor. Mahfil; hasbî gönüllerin ortamında işte tam da o, inkişâfı engelleyecek taşı, toprağı temizleme, doğru bir mecrâ kazandırmaya hizmet ediyor.

«Eğit» dersin; «Öğüt!» anlar! Okullar per-perîşandır;
Susuz kaldık, yeter yâ Rab, getir dünyâya bayrâmı!
Tohum insan, su Allah’tan; ve toprak yüz akındandır;
Fidanlar serpilir artık, yakındır meyve ikrâmı! (Tâlî)

Neler işlenir mahfilde?

Aruz vezninin incelikleri, meşkler, günlük hayatın tabiîliğinde edebî sanatlar, nükteler, zarif takılmalar…

Birileri; “Aruz vezni Türkçeye uymaz.” diye ahkâm keserken, mahfil ehli tek bir vezinde ve oracıkta belirlenmiş tek bir konu etrafında beyitler, gazeller söyler.

İşte o gün ikram edilmiş incir üzerine söyleyivermişiz:

Kıracak mahfilimiz paslı diken zincirini,
Sunacak millete zevkin bal akan incirini! (Tâlî)

Gözlük meşkinde ise şunlar var:

Hasta göz, gözlükle; sağlam göz de gözlüksüz görür,
Bir de var gözsüz görenler, dağ-bayır dümdüz görür! (Seyrî)

Gözlüğün camdan ibâret, gözlerin bir damla su,
Seyreden, seyrettiren var, işte ibret tablosu! (Tâlî)

Yüzük meşkinden bir nükte:

Yüzük bir halka lâkin başkadır mânâsı dillerde,
Yüzüksüz parmağın mânâsı yalnızlık gönüllerde. (Fatih GARCAN)

Mahfilin can dostu kalem üzerine söylenenlerden:

Kayboldu lisan öyle yalınlaştı kalemler,
Tomruk gibi ellerde kalınlaştı kalemler! (Seyrî)

Mâzîde kalem ney gibi mâmûl idi sazdan,
Neyler gibi inlerdi kalemler de niyazdan…
Naylon ve odundur kalemin aslı bugünse;
Elbette ki mahrûm oluruz önceki hazdan! (Tâlî)

Bazen de «heves» gibi mücerret / soyut bir kavram etrafında:

Kimi şaşkın, kimi üzgün, kimi hasretle yanar,
Boş heveslerde gezenler, dünü «keşke»yle anar! (Mecnun)

Ve yüz akı bir şiirin gaye tahtında oturan Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne:

Ey Fahr-i Cihan, ey Gül-i Rânâ!
Bülbül yine sîmâna vurulmuş…
Sen’den geliyor her yüce mânâ,
Devran Sen’in aşkınla kurulmuş… (M. Âkif GÜNAY)

Mahfil Üsküdar’da olunca, Üsküdar’ın tatlı ezanları da mevzu olmuş mahfile:

Ezânı dinle biraz İskele’yle Vâlide’den,
O karşılıklı sadâlar ki Hakk’a dâvet eder…
Ne hoş ne coşkulu yâ Rab, o yükselen yakarış;
Duyunca onları insan, salâta rağbet eder… (Hârûn)

Kulaklarımda semâvî sadâ… Ezan şimdi!..
Hatırlatır bana Cânân Efendimiz kimdi! (Râvî)

Zikretmede her sâniye seslenmede dağlar,
Irmak gibi göklerde ezan sesleri çağlar!.. (Celil)

Şiir de ezan gibi… Aynı hakikatleri, asla tekrarlanmayan sanat tecellîleriyle seslendirebilmek…

Mahfilimizin nidâsı hâlen devam ediyor. Çarşamba akşamları, kâh Anadolu’dan misafirlerle, kâh biz bize, fakat tatlı tatlı söz baharını yaşatıyor.

Tayinler, vazifeler ile Türkiye’nin hattâ dünyanın dört bir yanına yayılsa da üyeleri, internetin hayırlı kefesi birleştiriyor bizi. Seherlerde, fecirlerde telefon mesajlarında yine müşterek gazeller doğuyor. Sosyal paylaşım sitelerinde hayırlı, anlamlı sözler diriliyor.

Yoğunlaştırılmış mahfil diyebileceğimiz bir haftalık Yüzakı kamplarıyla yetişen velût kalemlerimiz var.

Yayın kurulumuzun, çalışmalarını değerlendirerek cevaplandırdığı, bir usul ve istikamet verdiği yüzlerce internet talebesi oldu.

Mahfilimizin, öğrenci versiyonları da doğdu. Lise öğrencilerine yönelik çalışmalarda da paralel bir canlılık ve başarının elde edilişi, bu geleneğin sürdürülmesinin ne kadar mühim olduğunu göstermekte.

Ruhlar, o ahdin verildiği mecliste, Kālû Belâ’da tanışmışlar. Burada insanların birbirine ülfet edip anlaşmasının menşeinde, oradan tanışmak var imiş. Yüzakı çatısı altına bir bir toplananların iki ortak özelliği var.

Birincisi, daha umumî…

Edebiyat kaleminde iki çeşit insan var:

1. Edebiyatçı, edebiyat tarihçisi…

2. Edip… Sözüyle, eseriyle, sanatıyla, edebiyatı bizzat üreten.

Yüzakı’nda bir araya gelen, eserleriyle Yüzakı’nda yer alan kadro; daha ziyade, ikinci maddeden oluşmakta. Günümüzde diğer edebiyat dergileri ise daha çok ilk maddenin bir yansıması olarak neşrediliyor.

Mâzîmizdeki şairler hakkında incelemeler, değerlendirmeler, tespitler elbette mühim, akademik olarak büyük bir faydayı da hâiz. Fakat bu elit yaklaşım, halkın nabzını tutamıyor. Sözün tercümanı olacağı hakikati; halk için, toplum için, fert için, ilâç kıvamına, lokma hâline getir(e)miyor.

Yüzakı’nın 100 sayıdır bir farkı da bu oldu. Biz dosya konusu olarak işlerken; Yahya Kemal’i «yabancılaşma-öz kültüre dönüş»; Mehmed Âkif’i «merhamet»; Necip Fazıl’ı «çile çekmek» üzerinden ele aldık.

Fuzûlî’nin nebevî aşkını, Nâbî’nin edep ve hikmetini, Hazret-i Mevlânâ’nın insan rûhunu teşrih eden teşbih ve temsil kılıcını insanımıza taşıdık.

Derdimiz; insanımıza, gencimize, kendimize bir şeyler hatırlatmak idi. Yüzakı; edebiyatın; akademisyenliğinden, tarihçiliğinden ziyade, edipliğiyle yaşatıldığı bereketli bir mecrâ oldu.

Neyi konuşursak neyi anlatırsak edebî, şiirî bir bakış açısıyla söylemeye çalıştık.

İkinci ortak özellik biraz daha hususî… Yüzakı’nda emeklerini birleştiren kadronun büyük ekseriyeti; hâfızlık, İmam-Hatip Lisesi, İlâhiyat Fakültesi mezuniyeti, güçlü ve zengin bir Türkçeye sahip kılacak bir Osmanlıca kültürüne hâiz bir eğitim geçmişi, dînî müesseselerde çalışmak gibi ortak paydalara sahip… Böyle olunca Yüzakı’nın verdiği mesaj hep Kur’ânî mesajlar oldu. Nebevî mesajlar oldu. Muhteşem bir mâzîden beslendi. Ebedî fecre seslendi.

Aynı hakikati, hilkatin her bir ferdine verdiği farklı renk tonlarıyla ifade eden, fakat illâ ki aynı hakikati dile getirenler halkası meydana geldi.

Bu halkanın, bu halka söyleyeceği daha nice hakikatler var. Rabbimiz’e bu fırsatları halk ettiği için sonsuz hamdolsun.

Bu halka, hakikatlerini söylemeye başladığında muhatabı olan kitlenin bir kısmına bir mağlûbiyet hâlet-i rûhiyesi sinmişti. Dînî simge diye başörtüsünün üniversitelerden uzak tutulduğu o günlerde; dînî, mânevî konular, edebiyat ile tenâkuz teşkil ediyormuş gibi hava estirenler vardı. Onlara göre edebî bir dergi, ahlâktan, şahsiyetten dem vuramazdı!

Yüzakı kadrosu bu psikolojiden etkilenmemek için çalışmalarını daha çok yeni nesillere çevirdi. Köklü ve erken yaşlara kadar inen eğitim çalışmalarına katkıda bulundu. Mârifetin hak ettiği iltifatı ve müşteriyi âdeta kendi yetiştirdi. Yansımalı olarak şöyle dediren bir nesil:

Var ümîdim bu çocuklar daha bir gür gelecek,
Bu çocuklar yarın elbet çıkacak zirveye dek,
Daha bir gür çıkacak köklü filiz yükselecek,
Gelecek zirveye dek yükselecek bir gelecek!..

Bugün zamanın rûhu değişti. Mağlûbiyet psikolojisinin mağlûp edilmesinde, zannediyorum, bizim de kendi sahamızda tesirimiz oldu. Cenâb-ı Hakk’ın lutfu.

O zaman Yüzakı, rüzgâra karşı kürek çekiyordu. Şimdi rotasını hiç değiştirmediği hâlde elhamdüllâh yelkenlerine rüzgâr dolduruyor. Bu rüzgârla, bu sıhhate kavuşmuş hâlet-i rûhiyeye daha güçlü mesajlar vermek mümkün.

Artık uydurukçanın, yıkımların bir parçası olan şiir görünümlü felsefî mırıltı ve kırık nesirlerin, tarihe vefâsız saldırıların, istikamete aykırı inhirafların ve hepsinden önemlisi şahsiyet eğitimindeki omurgasızlığın teşhir, teşhis ve tedavisi daha güçlü şekilde yapılabilecek.

Gündemin kuyruğundan değil yelesinden tutan bir hâkimiyetle sözünü daha gür, daha net, yani daha belîğ söyleyecek.

Fakat küçük cihaddaki minik zaferlerin avantajı bundan ibaret. Bir de dezavantajı var.

Hiç bitmeyecek cenk, yani nefsimizle, dünyevîleşmeyle olan büyük cihad için; «Tehlike nasıl olsa geçti!» duygusu sakıncalı.

Bu sebeple Yüzakı son dönemde bu istikamete ağırlık verdi. İstikamet vurgusu, tebliğ gayreti, nesil endişesi, gönül fethi…

Bunun için heves değil aşk lâzım.

«Heves» konulu mahfilimizde karşılıklı söylenivermiş müşterek bir şiirle hitam verelim:

Bir hevesten a gönül farkı nedir aşkın, çöz!
Çöz ki devranda bugün olmayasın şaşkın göz! (Seyrî)

Aşkı zannetme sakın nefsin için kul-kölelik,
Âşık olmak gülünün nârına olmaktır köz! (Râvî)

Heves insanda eser, sonra da bir anda geçer,
Aşk ezel ahdidir ey kul, O’na söz verdin söz! (Tâlî)