YAKILMAKTAN KURTULAN ESER

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, 18. asrın mutasavvıf, şair ve âlimlerindendir. 18 Mayıs 1703 Cuma günü Erzurum Hasankale’de dünyaya geldi. Nesebi, muhtereme vâlideleri tarafından Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e dayanır. Bulunduğu çevre ve ailesi, onu ilme yöneltti. İlk hocası; çevresinde dindarlığı ve takvâsıyla bilinen, babası Derviş Osman Efendi’dir. İbrahim Hakkı Efendi, İsmail Fakîrullah Hazretleri ile ilk defa 9 yaşında Siirt Tillo’da görüştü ve o Allah dostunun mâneviyâtından çok etkilendi. Eğitimine burada devam edip babasıyla beraber Muhammed Sıhrânî’den ilm-i heyet / astronomi okudu. 1728’de şeyhinin vefatının ardından, irşad hizmetlerinde onun vârisi oldu. 1747’de çeşitli ziyaretler gerçekleştirmek ve önemli eserleri incelemek için İstanbul’a gitti ve Sultan I. Mahmud’la görüştü. Bizzat Sultan’ın izniyle, saray kütüphanesinde araştırmalar yaptı. Bu çalışmaları neticesinde, 1757 senesinde meşhur Mârifetnâme adlı eserini vücuda getirdi. Bu büyük Hak âşığı, 22 Haziran 1780 tarihinde rahatsızlanarak Rabb-i Rahîm’e kavuştu. Türbesi, Siirt Aydınlar’dadır.

***

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, İstanbul yolculuğunda yanındakilerle birlikte gece bir kahvehanede konaklar. Kahveci, oradakilere lüzumundan fazla izzet ve ikramda bulununca yolcular, kahvecinin çok iyi bir adam olduğunu düşünürler. Ancak ilm-i kıyâfet konusunda engin bilgi sahibi olan ve bu mevzuda eşsiz bir kitap da kaleme alan İbrahim Hakkı Hazretleri; kahvecinin gözleri, vücut yapısı ile davranışlarının birbirine uymadığını düşünerek, onun hakkında farklı bir kanaate varır. Bir taraftan da adamın iyilikleri karşısında, bilgilerinden şüphe etmeye, bu konudaki çalışmalarının boşa gittiğini düşünmeye başlayıp, gece boyu uyuyamaz.

Sabah hesabı görmek isteyen Derviş Efendi; kahvecinin yüksek fiyat istemesine itiraz edip, hesapta bir yanlışlık ve haksızlık olduğunu ileri sürer. Kahveci sinirlenir hiddetle bağırıp çağırmaya başlar. Âdeta bambaşka biri olur. Duruma muttalî olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri;

“–Ver baba ver! Ne istiyorsa ver. Bu adam az daha bana eserimi yaktıracaktı!” der. (Bkz. Esen DOĞANAY, YL Tezi – Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Rûhu’ş-Şürûh)

DUÂSI MAKBUL PADİŞAH

Orhan Gazi’nin oğlu Sultan I. Murad, 29 Haziran 1326’da Bursa’da doğdu. «Hüdâvendigâr» ve «Gazi Hünkâr» nisbeleriyle anılır. Bursalı âlimlerden tahsil gördü. Lala Şahin Paşa, Şehzade Murad’ı idarî ve askerî konularda ihtimamla yetiştirdi. Bir süre sonra Rumeli ordu kumandanlığına getirildi. 1360’ta babasının vefatıyla padişah oldu. 1362’de Edirne’yi fethederek başşehir yaptı. Bu fetih, Osmanlı’nın Avrupa ortalarına doğru ilerlemesini ve Balkanlara İslâm’ın ulaşmasını sağladı. 1364’te elde ettiği Sırp Sındığı zaferiyle tarihe mühür vurdu. Fethettiği yerleri zâhirî olarak medreselerle, bâtınî olarak da adâlet ve huzurla tezyin etti.

Sultan I. Murad’ın idaresindeki Osmanlı ordusu 9 Ağustos 1389 tarihinde Kosova meydanında haçlılarla karşı karşıya geldi. Sultan’ın Berat Kandili’nde yaptığı duâların neticesinde Allâh’ın nusretiyle müslümanlar zafere kavuştu. Zaferin ardından harp meydanında gezen padişah, bir Sırp tarafından hançerlenerek şehâdet şerbetini içti. Şehid edildiği yerde makamı, Bursa’da kabri vardır.

Sultan Murad Hüdâvendigâr, derviş meşrepli bir padişah idi. Bunun için elinden gelen her türlü gayreti sarf ettikten sonra her işin sonunu Allah Teâlâ’ya havale eder, duâ ve niyazdan hiçbir zaman fâriğ kalmazdı. Nitekim Plevne’yi on beş gün muhasara ettiği halde fethin bir türlü müyesser olmaması üzerine oraya bir miktar asker bırakarak geri çekilmişti. Ancak o kadar emeğe rağmen geri çekilmesi kendisini son derece üzdü ve;

“Hâlık Teâlâ Hazretleri, bu yıkılası kaleyi kahreyleyip vîran eyleye!” diye duâ ve ilticâda bulundu. Bu esnada bir haberci geldi ve kalenin bir duvarının yerle bir olduğunu bildirdi. Oysa kalenin yıkılmasını icap ettiren bir sebep yoktu. Cenâb-ı Hakk’a şükrederek o yıkık duvardan kaleye giren İslâm askeri, kısa bir müddette orayı fetheyledi.

CAMİ DERYA ÜZRE OLA!

Kılıç Ali Paşa, 1500 yılında İtalya Kalabriya’nın bir köyünde dünyaya geldi. Papaz olmak üzere Napoli’ye giderken Berberî korsanları tarafından esir alındı. Uzun süre kadırgalarda çalıştıktan sonra müslüman olup «Ali» adını ve «Uluç» nâmını aldı. 1548’de Turgut Reis ile Trablus’un fethine katıldı. 1551’de İstanbul’a gelerek tersane reisliği vazifesinde bulundu. 1560’ta Piyâle Paşa ile Akdeniz’e açıldı. 1565’teki Malta kuşatmasına katıldı. İnebahtı Deniz Savaşı’nda mes’ul bulunduğu sol cenahta haçlı donanmasını çökerterek Malta şövalyelerinin kaptan gemisini ele geçirdi. 80 gemiyle İstanbul’a ulaşması II. Selim’in mağlûbiyet acısını biraz olsun dindirdi. Padişah tarafından Kaptan-ı Deryâlığa getirildi ve ismi «Kılıç» olarak değiştirildi. Sokullu Mehmed Paşa ile birlikte kısa sürede iki yüz elli parça donanma gemisiyle tekrar Akdeniz’e açılarak Osmanlı bayrağının Akdeniz’de bir asır daha hâkim olmasını sağladı. Kılıç Ali Paşa, 21 Haziran 1587 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Kabri, Tophane’de adına yaptırdığı caminin yanındadır.

***

Kaptan-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa, bir gün zamanın padişahı III. Murad Han’ın huzûruna çıkarak, kendi adına bir cami yaptırmak için müsaadelerini ister. Şair ruhlu ve aynı zamanda nüktedan padişah;

“–Sen ki deryaların serdarısın. Muktedir isen camini derya üzre inşa et! Sana karada bir karış yer yoktur.” diye ferman buyurur.

Kılıç Ali Paşa soğukkanlılıkla;

“–Hünkârımız doğru derler. Bizim evimiz de, mekânımız da deryalardır. O hâlde mâbedimizin de derya üzre inşası münasiptir.” deyip huzurdan çıkar.

Derhâl Mimar Sinan’ın yanına giderek durumu ona anlatır. Tophane açıklarında bu inşaatın yapılabileceğini söyler. Koca Sinan inşaat yerini görüp beğenince hazırlıklar başlar.

Kılıç Ali Paşa, kadırgalarla Anadolu sahillerinden iri kayaları taşıtıp caminin inşa edileceği yerde denizi doldurtarak küçük bir ada meydana getirir. Bu ada sahile ahşap bir köprü ile bağlandıktan sonra, Mimar Sinan camiyi bu ada üzerine inşa eder. Kılıç Ali Paşa’nın bu gayret ve muvaffakıyeti, Osmanlı devlet adamlarının engin ufkunun bir misalidir.

«HAK YOL İSLÂM YAZACAĞIZ!»

Abdurrahim KARAKOÇ, 7 Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş Elbistan’da doğdu. Ailesinde şairlerin bulunması, onu küçük yaşta şiire yöneltti. 1958’de belediye mes’ul muhasibi olarak girdiği memuriyetten 1981’de emekli oldu. İlk kitabı «Hasan’a Mektuplar»ı 1964 yılında bitirip yayınladı. 1985’te Ankara’da gazeteciliğe başlayan Karakoç, bir ara politikaya girdi. Politikaya niye girip niye çıktığını soranlara;

“–Allah rızâsı için girmiştim, Allah rızâsı için ayrıldım.” derdi.

Anadolu kokan «Mihriban»ın güftesini yazan Abdurrahim KARAKOÇ, 7 Haziran 2012 tarihinde vefat etti.

***

Abdürrahim KARAKOÇ, meşhur «Hak Yol İslâm Yazacağız!» şiirinin hikâyesini kendi diliyle şöyle anlatır:

“1960 yılında, 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra yazdığım bir şiirdir. Bazı yerlerde o zaman Türkiye’de İslâm’a karşı menfî bir tavır vardı. Ben o zaman, o şiiri yazdım. Çünkü lüzumluydu. Bazı mesajların önceden verilmesi faydalıydı. Rahmetli Bekir BERK vardı, Said-i Nursî’nin avukatlarından. Bizim oraya bir dâvâ için gelmiş, beni de gıyâben tanıyor:

“–Karakoç!” dedi. “Marş olabilecek şiirin yok mu?”

“–Yeni yazdığım bir şiirim var. İster marş yapın, isterseniz öyle okuyun.” dedim. Rahmetli bir okudu ve çok sevdi. Ve onun üzerine marşlar yapıldı. O dönemlerde otobüslerle Anadolu’da dolaşırken bu marşlar çalındı.

Mektuplar, 27 Mayıs’la beraber çıktı. Ben yazıyordum fakat öyle an geldi ki 27 Mayıs darbesi oldu. Birine yazmalıyım, mesaj göndermeli, Türkiye’ye gitmeli o mesaj. Fakat o günün şartlarında suç unsuru taşımamalı. Adını Hasan koydum. Bunu da ilk mektupta belirttim:

Mektup yazdım Hasan’a,
Ha Hasan’a, ha sana!..

(Bkz. Üçgen Piramidin Zirvesindeki Cihan Şairi Abdurrahim KARAKOÇ – Hayrullah ERASLAN)