-Düzelttiğini Savunarak Bozgunculuk Yapanlara- ÎMAN VİRÜS KABUL ETMEZ!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bazı eğitim kürsülerinde bazı lâkırdılar sakız oldu:

“–Ben dinde reformcuyum!”

“–Ben tarihsel anlayışı benimsiyorum!”

“–Peygamber’e bu kadar muhabbet gereksiz ve aşırı!”

“–Hadiste kimi sahâbîler yalancı!”

“–Mirasta kadınlara haksızlık ediliyor!”

“–Kadınlar, özürlü dönemlerinde de namaz kılabilir, Kur’ân okuyabilir! Yasak masak yok! Önceki ulemâ, sahâbe, fıkıh izin vermiyorsa da bu zamanda ihtiyaç; ben izin veriyorum. Başkası beni ilgilendirmez!”

“–Eski âlimler zaten dîni hep yanlış anlamış ve milleti kandırmışlar!”

“–Allah dostları, evliyâ da neymiş! Bu tabirler şirk dolu! Hepsi masal!”

“–Okunacak bir tane doğru tefsir yok! İçleri İsrâiliyat deposu. Hiçbirine güvenilmez!”

Hâşâ!

Daha neler neler…

Hâşâ!

Nakledilmesi bile insanın idrakini burkan saygısızlıklar, şeytânî cüretkârlıklar!

Kabalıklar.

Âsîlikler. Fitneler.

İyi niyet elbisesi giydirilmiş kötülük hizmetkârlığı.

Bilmeden böylesi gafletlere düşenler, ebedî felâket sabahından önce uyanmalı. Bile bile bu cehâlet yüklü saplantıların, münkirliğin ve hürmetsizliğin girdabına atlamış olanlar ise, yarın eyvaha yuvarlanmadan bugün Allâh’a en doğru şekilde yönelmeyi idrak etmeli, tevbeye sarılmalı…

Belli ki;

Cehâlet ve gaflet lâkırdılarının sahipleri; İslâm’ın temel gerçeğini, açıkça ya anlamamış, ya da unutmuşlar.

Yahut;

Unutmuşlar, anlamıyorlar.

Unutmuşlar da, satır satır hayallerinin uydurduğu fâsit dairede şaşkın şaşkın dolaşıyorlar.

Ancak;

Ebedî gaye ve kurtuluş için hatırlamaları gerek.

Yeniden ulvî hakikati; doğru okumaları, doğru hatırlamaları ve doğru anlamaları gerek.

Malûm:

Allah, önceki semâvî dinleri ve mensuplarının îmanlarını toptan iptal etti.

Çünkü;

Bilgiç insanlar eliyle inancı bozan virüsler, itikadın bünyesinde temizlenmesi imkânsız hâle gelmişti. Âdeta virüslü bir yapı, önceki dinlerin vazgeçilmez sistemi olmuştu.

Bu itibarla;

Kıyâmete kadar, kim ne yaparsa yapsın hiç bozulmayacak şekilde gönderilen son hak din olan İslâm’ın ve onun peygamberi olan Hazret-i Muhammed Mustafa j Efendimiz’in temel vazifesi, o virüsleri tevhidden de, insanların gönüllerinden de süpürmek ve dîne asla sokmamak şeklinde gerçekleşti.

Onun için;

Baştan sona yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim; dinde her türlü nifak, fitne, bozgunculuk, samimiyetsizlik, lâubâlîlik, alay, yalan, iftira ve saygısızlığa karşı keskin retlerle doludur. En şiddetli ret ve azap da, münafıklar hakkındadır.

Nitekim asr-ı saâdette;

Onların, dıştan hayırlı görüntüler ardında içten virüslü bir şekilde oluşturdukları fiilleri ve çalışmaları; daima merdut muamelesi gördü. Bağrı virüs deposu olarak kurulan Mescid-i Dırâr, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından yıkıldı.

Bu hususta Peygamber Efendimiz j, öylesine hassas davrandı ki, bütün sahâbîsi her çeşit münafıklığa ve münafıklara karşı duyarlı bir kıvam içinde yaşadı. Hattâ Hazret-i Ömer’in çok mânidar bir şekilde;

“–Acaba ben münafık mıyım?” diye sorması, gerçekten de ibretler ve hikmetlerle sergilemekte idi.

Bu sual, zira, en güçlü bir ret ve lâ tokadı idi. Böyle bir şuur sayesinde zira, Ömeru’l-Fâruk’a, nifakın tozu bile bulaşamadı. Hilâfeti devrinde de fitne ve nifak, hiçbir şekilde ona ve tebasına yol bulamadı. İnanca da, insanlara da virüsler sirâyet edemedi. Sadece takvâ üzere, adâlet ve huzur hâli yaşandı.

Yaşanan daha nice müstesnâ, güzel neticeleri itibarıyla da bu sual çok mühimdir.

Ayrıca bu sual;

O saâdet devrinde bile pusuda duran bir nifak ve münafık gerçeğini ifade etmesi bakımından da çok mühimdir. Çok açık bir şekilde uyanık olunması ve uyanık bir gönülle yaşanması gerektiğini ikazdır.

Çünkü bu suâlin unutulduğu demler, çok hazin âkıbetlere maruz kalınmıştır. Çok acı felâketler, çileler, musibetler ve iptilâlar, insanlığı perişan etmiştir.

Dolayısıyla;

Bu sual, her devirde, her ortamda, her şartta mutlaka zinde, canlı ve cârî bir mahiyette sorulmalıdır. Kişinin kendi tarafından kendine sorulmalıdır. Bir de özellikle; önceki dinleri bozan bilgiçlerle aynı moda rüzgârına tutulmuş kürsülü bilgiçler hakkında da sorulmalıdır, gerektiğinde on kere daha fazla sorulmalıdır.

Çünkü sorulmadıkça;

Ne olup bittiğine dair oluşan unutkanlıklardan istifade ile günümüzün nifak tuzakları, devreye girmeye fırsat bulmakta. Neticede boylu boyunca itikadı bozulmuş bilgiçler bile kendilerini kolayca bu sualden muâfiyet içinde göstermekte. Yaptıkları tahrif edici pusuları, rahatlıkla örtbas etmekte. Masum görüşler serdediyorlarmış gibi kendilerindeki gizli ve açık nice fitneyi, münafıklığı yok saymakta. Hepsinin hâli, sanki sâfiyâne ve basit bir yorumculuk. Sanki, asr-ı saâdet gibi bir müstesnâ iklimde dahî pusuda duran nifaklar ve münafıklar, bugün yok!

Olmaz olur mu?

Kâh ekranlarda, kâh eğitim kürsülerinde onların taşkın virüsleri, her zaman sahnelere ve sıralara dökülüyor.

Her zaman;

Değersiz oldukları hâlde değerli olabilmek için nefsânî çırpınışlar içinde olan o bilgiç tiplerin, bu virüslü işte muvaffak olabilmek uğruna yaklaşım ve metot nâmına benimsedikleri ortak modaları, hep aynı:

• Fareliklerini büyütebilmek için, dağları küçümsemek!

• Virüse tapabilmek için, sıhhati kötülemek!

• Yalana yer açabilmek için, doğruyu ve hakkı hiçe saymak!

• Çirkini güzel göstermek için, güzele çamur atmak!

• Bilgiçlikte unvan duvarlarının arkasına sığınmış finoların, öbür yandaki aslanları yendiği iddiasıyla kendi kendilerine havlayıp durması…

Bilgili de olsa ehl-i cehâletin hâli bu.

Onlar din hususunda düzmece tipler. Hangi konuma oturtulsalar, aynı virüs hizmetkârlığını yapıyorlar. Kimi, görüntü itibarıyla ilâhiyatta Kur’ân-ı Kerim hocası oluyor, güya âyet okuyor, fakat anlayışı ve gayreti, tamamen şeytâniyet kokuyor.

Bu yüzden;

O virüslü tipler, şeytan ağzıyla konuşuyorlar. Bu yüzden; «hayızlı bir kadının Kur’ân okuyabileceği ve namaz kılabileceği»ne dair hürmetsizlik ve saygısızlık dolu yorumlar yapıyorlar. Bu yüzden onlara göre, âdetâ Rahmân’ın değil şeytanın sevinmesi daha mühim. Bilgiçliklerinin gizli ve kararlı durumu, hattâ saldırgan ve kavgacı vaziyeti, hep bu yüzden…

Yüce Kur’ân’ı da o gafiller; şeytan ağzıyla okudukları için hadîs-i şeriflerle alâkalı ilâhî emirleri görmüyor ve Allâh’a bile din öğretircesine bir tavırla Hazret-i Peygamber j’i kendi hayallerine göre, üstelik çizgi film mantığı ile anlatmaya kalkışıyorlar. Peygamber düşmanı karikatürcülerin soldan yaklaşımlarını, sağdan yaklaşımla sürdürmeye çalışan yüzsüzlükler sergiliyorlar.

Güya din anlatıyorlar.

Dîni anlatmak, Hazret-i Peygamber muhabbetini yıkmaya uğraşmak mı? Dîni anlatmak, İslâm’ı çarpıtabilmek için kırk şekle yamulmak mı?

Dîni bilmek, Hazret-i Peygamber’e bile saygısızlıkla dolmak mı? O’na ve ashâbına iftiraya bile yeltenmek mi? Akademik faaliyetlerini de bu işe adamak, din adamlığı mı? Israrla İslâm büyüklerini karalamak ve onlara çamur atmak için gece-gündüz şeytan balçığında çalışmak; hangi liyâkat, hangi ehliyet, hangi ilim, hangi îman, hangi müslümanlık?

Böyle tipler; tarihten beri olagelmiş. Her zaman problem; onların bütün şenaatlerine, cehâletlerine ve ihânetlerine rağmen, sûret-i haktan görünmeye kalkışmaları. Bir bakıma buna mecburlar tabiî. Yoksa tutunacakları hiçbir dal yok. Tutunamasalar, sinsi vazifelerini icra edemeyecekler. Dolayısıyla sûret-i haktan görünmek, onların en temel prensibi.

Ancak;

Ehl-i îman ve ehl-i istikametin bu hakikati iyi bilmesi ve îmânı da bilgisi de virüslü olan tipleri doğru tanıması lâzım. Onun için yüce Allah; bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’in daha başında, onların içyüzlerini, hâllerini, reflekslerini, kullandıkları metotları, yaklaşım tarzlarını ve hedeflerini her şeyiyle ortaya koyuyor ve açıkça beyan buyuruyor:

“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”

“Onlara; «Yeryüzünde fesat çıkarmayın!» denildiği zaman; «Biz ancak ıslah edicileriz.» derler.” (el-Bakara, 10-11)

Îmânı ve bilgisi virüslü tiplerin işte, ilk üç özelliği:

• Kalpleri hastalıklı, virüslü ve bozuk,

• Marazlarının sebebi, bilgi nâmına söyledikleri yalanlar,

• Fesatçılıklarını ıslah göstermeleri, bozgunculuklarını düzeltme diye savunmaları…

Onlar böyle iddia ededursunlar; Hazret-i Allah, bütün ehl-i îmâna, onların gizli durumlarını da fâş ederek özel bir ikaz ve tembihte bulunuyor:

“Haberiniz olsun ki; onlar bozguncuların/fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.” (el-Bakara, 12)

Bu fark edemeyişlerine rağmen, kendilerini farklı göstermeye çalışmak da onların bir başka belirgin özellikleri. Onlara göre; ehl-i İslâm arasında herkes îmânında yanlış, bütün fazîletli ulemâmız yanlış, sahâbe-i kiram yanlış, hattâ Hazret-i Peygamber de yanlış, bir kendileri doğru. Kendileri îmanlarında akıllı. Diğerleri akılsız.

Yüce Allah, onları bu yönleriyle de sarih bir şekilde tanıtıyor:

“Onlara; «İnsanların inandıkları gibi siz de inanın!» denildiğinde; «Biz de akılsızlar gibi îman mı edelim?» derler.

İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir.

Fakat bilmezler.” (el-Bakara, 13)

Böyledirler.

Yine de mü’minler arasında dururlar. Îmân ehli olduklarını söylerler. Bilgiçtirler. Fakat devamlı olarak, yüksek hakikatlerle alay edici bir vasıftadırlar. Peygamber muhabbeti ile alay ederler, Allah dostları ile alay ederler, tertemiz îmân ile alay ederler, sünnet-i seniyye ile alay ederler, âyetleri çarpıtarak doğru ve hak bilgiyle alay ederler, İslâm’ın âbide şahsiyetlerine iftira ederek alay ederler. Bütün sermayeleri de zaten budur.

Hazret-i Kur’ân, onların bu yönlerini de fâş ediyor:

“Îmân edenlerle karşılaştıkları zaman; «İnandık.» derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman; «Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz.» derler.” (el-Bakara, 14)

Onların bütün bu hâlleri karşısında azamet ve kudret sahibi yüce Allah, son noktayı şöyle koyar:

“Gerçekte ise, Allah onlarla istihzâ (alay) eder! (İmtihan sebebiyle de) azgınlıklarında onlara fırsat verir; bu şekilde onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” (el-Bakara, 15)

“İşte onlar, hidâyete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (neticede) doğru yolu bulamamışlardır.” (el-Bakara, 16)

“Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada; Allah, ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.” (el-Bakara, 17)

“Onlar; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.” (el-Bakara, 18)

Artık;

Îmanına da bilgisine de Allâh’ın sağır dediği, dilsiz dediği, kör dediği kimselerin ne hükmü olur?

Karanlıklar içinde ışıksız bir kimsenin dinde rehberlik yapmaya kalkması sadece ve sadece abes değil midir?

Öyledir de.

Mesele, onları iyice tanımak. Çünkü virüs, gözden kaçtığı zaman nasıl vücuda dâhil olup da hastalıktan hastalığa, hattâ ölüme sebebiyet veriyorsa; böyle tipler de îman ve irfan gözünden saklı kalarak inançların içine dâhil olduklarında, Ebû Cehil gibi iş görmeye başlıyorlar.

Âşık Paşa, onlardan «aldatıcı tipler» olarak bahseder:

Kavl içinde dosta benzer birliği,
Fi‘le baksan işi düşman dirliği…

“Konuşmaları, dost görüntüsü verir. Fakat yaptıklarına dikkat et, düşman gibi çalışmakta.”

Şair Bâkî de onların sinsi manevralarına dikkat çeker:

Bâtıl hemîşe bâtıl u bîhûdedir, velî,
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ide…

“Bâtıl olan şey, her zaman bâtıldır ve boş bir şeydir. Ancak o, hak sûretinde ortaya çıktığında, işte bunu ayırt etmek çok müşkil bir iştir; bu hususta son derece dikkatli ol!”

Bu müşkilin tipleri, her zaman aynıdır. Dünkü ile bugünkü arasında hiçbir fark yoktur. Onlar; dün, asr-ı saâdette bile, sûret-i haktan görünüp Hazret-i Peygamber’le dahî çekişen tiplerdir. Bu çekişme; onların metot ve yaklaşımlarını tanıtmak ve onlara karşı aldanışların önüne geçmek açısından, âyetlere de mevzu olmuştur:

“(Rasûlüm!) Onlar her türlü mûcizeyi görseler bile, yine de ona inanmazlar, nihayet Sana geldiklerinde de Sen’inle çekişirler. O inkâr ediciler; «Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir!» derler.” (el-En‘âm, 25)

Yani onların özellikleri:

• Peygamber’le çekişmek,

• Hakikate masal yaftası vurmak.

“Bununla beraber, eğer Sen onlara bir mûcize getirmiş olsan da, o (gizli veya açık) inkâr edici tipler; «Siz ancak bâtıl şeyler ortaya atanlarsınız!» derler.” (er-Rûm, 58)

Ne garip bir sûret-i haktan görünüş:

Hazret-i Peygamber’in mûcizelerine bâtıl suçlaması… Hem de Peygamberler Sultanı’nın yüzüne karşı… Ahmakça bir gaflet ve aymaz bir cehâlet!

Bizzat Allâh’ın itiraz edip reddettiği ve ağır bir şekilde cezalandıracağı bir suçlama!

Onlar; onca mûcizelere, ilâhî hakikatlere ve îmâna rağmen, niçin bu hâllere düşüyorlar?

Cevap, yine Cenâb-ı Hak’tan:

“(Rasûlüm! Sana;) «Peki» derler. Fakat Sen’in yanından çıktıklarında; içlerinden bir takımı, geceleyin Sen’in dediklerinden başka bir şey kurarlar…” (en-Nisâ, 81)

Demek ki problem;

Hazret-i Peygamber’in dediklerinden başka bir şey kurmaları. Allâh’a ve Peygamber’e peki deyişlerini, kendi içlerindeki karanlıklarda kendi kurdukları pekilerle bozmaları. Nefislerinin ve şeytanlarının virüsüne teslim olmaları.

Fakat;

Îman virüs kabul etmiyor.

Etmez de.

Çünkü virüs demek, hastalık demek, ölüm demek.

Buna rağmen kimileri virüsü seviyor.

Fark etmez.

Onlar; ister cami kürsüsüne otursun, ister üniversite-ilâhiyat kürsüsüne otursun; fark etmez:

Yılanın, gömleği hâriç satacak bir şeyi yok,
Zehri mâlûm, bize içten katacak bir şeyi yok!

Çamur atmak moda olmuşsa şaşırmam.. Zîrâ,
Eli balçıkta rezîlin atacak bir şeyi yok!

Yalanın sözcüsü elbette kızar gerçeğe hep,
Doğru anlat deseler, anlatacak bir şeyi yok!

Kimi nefsinde saraylar çatıyor kendisine,
Ama kalbinde perîşan, çatacak bir şeyi yok!

Yaslanır koltuğa keyfince bugün ey Seyrî,
Şu mezarlıkta sefîlin yatacak bir şeyi yok!..

Îman ve ilminde bu vaziyette olanlara çok yazık!

Unutmamalı:

İlimde iki rota var. Her ikisinin üretimi ve neticesi de ayrı:

Biri, insanı mağrurluk ve abusluk koridoruna sokar ve sonunda Kārûn-i sefil, ukalâ-yı rezil eyler.

Biri de takvâ ve tevâzu köprüsünde âgâh yaşatarak âlim-i fâzıl, ârif-i kâmil eyler.

Bu itibarla;

Âlimin îtikadı, yani îman ve inancı, ancak ihlâsına bağlıdır. İhlâsı bozulan her âlim, sapkın bir bilgice dönüşmeye başlar. Bugünün bile bile câhil-i küstâhı, yarın mahşerin gāfil-i eyvâhı olur.

Çok yazık!

Onlara aldananlara da çok yazık!

Allah hidâyet versin!

Fakat ne mutlu;

Îmânın virüssüz bülbülü olanlara!

Bilginin cennete götürecek güllerini devşirebilenlere ne mutlu!

Onlara meth-i peygamber var:

“(İhlâslı gerçek) âlimin âbide karşı fazîleti / üstünlüğü; benim, içinizden en alt seviyede olana fazîletim gibidir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)

Bu fazîletin şartı da;

İhlâs üzere sırât-ı müstakîm!

Ehl-i sünnet bir çizgide dosdoğru îman ve dosdoğru ilim.

Özellikle şu âhirzamanda;

İlâhî aşkın, îmânın ve ilmin kıblesinden sapmadan yaşayanlara ne mutlu!

Bir sünneti ihyâ edip de yüz şehid sevabı elde edebilenlere ne mutlu!

Aşk-ı Muhammedî ile coşkun bir gönül ikliminde; dîn-i İslâm’ı hürmet, edep ve ihlâs içinde yaşayarak Hakk’a dost olabilenlere ne mutlu!

İşte;

Mahşerde ancak onların yüzü ak olacak!

Ne mutlu!