YENİ BİR MÜSLÜMAN GİBİ!

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

İslâm, nevi şahsına münhasır bir şahsiyet üretmek ister. İslâm’a göre bu şahsiyet, kitâbullah ve sünnet-i Rasûlullah’tan beslenmek zorundadır. Bu iki kaynaktan beslenmek; ayakları sağlam yere basan, bir ayağı dünyada, bir ayağı ukbâda İslâm şahsiyeti inşa ederken; bu iki kaynağı ihmal etmek ise, güdük şahsiyetler meydana getirir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yirmi üç senelik vahiy hayatında, sahâbesini ilmek ilmek İslâm şahsiyetiyle ikmal etmiştir. Günümüzün tabirleriyle söylersek; dünyevîleşmiş, materyalistleşmiş, kapitalistleşmiş bir toplumun insanlarını; yirmi üç senede İslâmlaşmış, mü’minleşmiş, diğergam olmuş, kendi dünyada, aklı ukbâda olacak hâle getirmiştir.

Din ile yeni tanışmış bir insan düşünün. Bu insan dîne açtır. «Nasıl dindar olurum?», «Nasıl mü’min olurum?» suallerinin telâşı içindedir. Din ile ilgili her çağrıya kulak verir, her fiiliyatı kendi iç dünyasında hissetmek ister. Tarif edilemez bir telâş ve heyecan içerisindedir. İşte bu heyecanı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün ashâbına hissettirmiştir. Öyle ki ashab, yeni biri gelse de, Nebi -aleyhisselâm-’a İslâm’dan bir şeyler sorsa, biz de ondan hisseyâb olsak diye, doyumsuz bir hissiyat içinde yaşamışlardır.

İşte İslâm bunun için kendi şahsiyetini inşa etmek ister. Bütün âzâları İslâmlaşmış, bütün fiiliyatları İslâmlaşmış, gönlü İslâmlaşmış, her şeye İslâm muhayyilesinden bakan bir insan. Çünkü bu insan, toplumun kurtuluşu demek. Bu insan, İslâm’dan nasiplenememiş gönüllerin İslâm’la tanışması demek. Örnek demek; yaşantısıyla, duruşuyla, vakarıyla. İslâm, bunun için ister insan inşa etmeyi. İslâm, Kur’ân’la hemdem olmuş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le kucaklaşmış, O’nu canından çok sevmiş bir insan ister. Kur’ân ne derse;

«Başım gözüm üstüne! Rasûlullah için anam-babam, her şeyim fedâ!» diyen bir insan inşa etmek ister. Bu inşaya gönül vermiş bir mücâhid ister. Allah yârânı, Rasûlullah sevdalısı ister.

Bu istek asr-ı saâdette şekillenmiş, orada ilmek ilmek dokunmuştur.

Öyle ki, helvadan yaptığı putu yiyen, evlâdını diri diri toprağa gömen Ömer; bu inşaya gönül verince, Hak’la bâtılı ayırmada kâbına varılmaz bir derecede ihtimam gösteren, Dicle’de bir koyunu kurt kapsa; «Onu, Mevlâ’m benden sorar.» endişesine sahip hâle gelmiş, adâletiyle asırlar sonrasına ışık tutmuş, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- oluvermiştir.

Materyalistleşmiş, kapitalistleşmiş devrin müşrikleri tarafından tahkir edilen, yerilen Bilâl; Peygamber’in müezzini, gönüllerin ferahlatıcısı Hazret-i Bilâl oluvermiştir.

Çoban diye itilip kakılan Abdullah bin Mes‘ud; fakihlerin üstâdı olmuştur. Ve onlar gibi yüzlerce örnek İslâm insanı… Vahşîlikten medeniyete, azgınlıktan gönül inceliğine, kapitalistlikten, diğergamlığa, bütün menfîliklerden, İslam’ın murad ettiği hayat tarzına ulaşmak şeklinde neticelenen mâneviyâtın doruklara ulaştığı bir insanlığın inşası.

Ya bizler… İslâm’ı tevârüs etmiş bizler… İslâm fıtratı üzere dünyaya gelmiş, müslüman topraklarda gözünü açmış bizler… Bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkında mıyız? Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin ikaz ettiği gibi, Sibirya’da bir domuz çiftçisinin evlâdı olarak da dünyaya gelebilirdik. Avrupa’da hıristiyan bir ailenin ferdi olarak da dünyaya gelebilirdik. İsrail’de Yahudi bir annenin evlâdı olarak da dünyaya gözlerimizi açabilirdik. Hindistan’da Hindû bir babanın sulbünden neş’et edebilirdik. Gözümüzü böyle bir dünyaya açmadığımız için ne kadar hamd etsek azdır. Dille hamd edebiliriz ama bununla birlikte fiilî olarak da hamd etmek gerekiyor. Fiilî hamd ise, müslüman şahsiyetimizi tıpkı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in inşa ettiği neslin şahsiyetiyle aynîleştirmekle mümkün olacaktır.

Müslüman bir toplumda dünyaya gelenlerin iki handikabı mevcuttur. Birincisi, içinde bulunulan nimetin kadr u kıymetini bilmemektir. İslâm’la şereflenmiş olarak dünyaya gelmek bir nimettir. Bu nimetin şükrünü edâ etmek ise zordur. Bu zorluk ise kıymet bilmemekle, insanın kendi kendisine zulmetmesiyle hâsıl oluyor. İnsan, kolay kazandığı şeylere değer vermekte tembel davranır. Oysa sonradan zorlukla elde edilen şeyler, insan için taviz verilmez kıymettedir. İslâm’ı doğduğu andan itibaren elde eden insan, onu kolaylıkla bulduğu için, değerini çok fazla anlamaz. Ama sonradan İslâm’ı tanıyan bir insan, İslâm’ın kıymetini iç dünyasında o kadar çok hisseder ki; «Elimden çıkıp gidecek!» endişesiyle, ona daha fazla sarılır. Hiç bırakmamacasına, hiç yorulmamacasına, İslâm’ı özümseyerek okur, onun değerini, eski günlerinden, geçen hoyratça vakitlerinin muhasebesiyle anlar. Zira İslâm; kendisini tâbîsi kucakladıkça, sarıldıkça, o tâbîsini daha sıkıca sarar ve kendi tadını ona hissettirir. İslâm’ı tevârüs edenler ise; onu vazgeçilmez bir unsur olarak değil de, nasıl olsa müslümanız tavrıyla okurlar. Böyle bir okuma ise ne bir tat verir ne de gönüllere inşirah.

Müslüman bir toplumda dünyaya gelenlerin ikinci handikabı ise, maddîleşmektir. Maddîleşmek; bir anlamda, durumlara fayda gözüyle bakmak hastalığıdır. «Şöyle yaparsam şu faydayı elde ederim.», «Şöyle davranırsam şu konuma gelirim.» gibi. İslâm’ı faydacı okumak; yapılan her ameli, karşılığında bir şeyler beklercesine okumak demektir. «Şu kadar Kur’ân okursam, şu menfaati elde ederim, işlerim açılır, çok para kazanırım…», «Şöyle davransam, meselâ; elime tesbih alsam veya kollarımı abdest alacakmış gibi sıvasam, terlik giysem… müşteriye güven veririm, satacağım emtiayı satarım.» kabîlinden. Bu tür bakış, riyânın en üst mertebesidir. Ve bu, İslâm’ı yanlış okumak ve ona değer vermemek demektir. Maddîleşmenin diğer bir tezâhürü de, İslâm’ı, kendi düşüncesine göre şekillendirmektir. Kendi inandığı, bağlı olduğu ekole İslâm’ı uyarlamak… Âyetleri öyle te’vil etmek, hadisleri öyle yorumlamak… Böyle bir bakış açısı, İslâm’ı değişik mecrâlara sokmak demektir.

Velhâsıl, İslâm bizden; kendisini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbına okuttuğu gibi okumamızı istiyor. Acele etmeden, tıpkı kendisiyle yeni tanışmış gibi…

Yeni tanışan bir Ebûbekir gibi, bir Ömer gibi dikkat kesilmemizi, Bilâl gibi taviz vermememizi istiyor.

Mus‘ab gibi her türlü maddeden sıyrılıp, kendisi için çilelere katlanmamızı istiyor. -radıyallâhu anhüm ecmaîn-

Sa‘lebe gibi, sonradan maddeye dalıp, helâk olmamamızı istiyor. Aşk istiyor, kendisine sevdalanmamızı istiyor. Ferhat gibi yalın ayak, başı çıplak, kendi yoluna girmemizi istiyor. İşte o zaman, İslâm şahsiyeti ortaya çıkıyor. İslâm’ın arzuladığı sağlam karakterler inşa ediliyor. Bu kutlu yolculuk, İslâm’ın dünya ve ukbâ için çizdiği aydınlık yolda ilerliyor.

Bu yola girmek için ise; «Babamdan böyle gördüm, dedemden böyle gördüm…» şeklinde değil; «Yeni müslüman oldum!» şeklinde hareket etmek gerekiyor. «Yeni müslüman oldum!» demek, zor değil, yeter ki İslâm’ın hayat veren sesine kulak verilsin. O ses, İslâm’ı; nakış nakış dokuyarak kulağa, sonra beyne, sonra da kalbe sirâyet ettirecektir. Ne mutlu bu kutlu yolculuğa başlamaya karar verip, yola revan olanlara…