«Her geceni Kadir, her gördüğünü Hızır bil!» SEREZLİ HASİB EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

Genellikle çok az yemek yer, hattâ kızarmış ekmek yanında zeytin ve peynirle idare ederdi. Yaşına rağmen otuz iki dişi yerindeydi. Bu durum kendisine sorulduğunda;

“A be, çocukluğumdan beri misvak kullanmışımdır.” cevabını verirdi.

Mahmutpaşa’daki evinden, imamlık yaptığı Şehzadebaşı’ndaki Damat İbrahim Paşa Camii’ne; -ekseriyâ yaya olarak- sabah namazı için gelir, iftarını camide yapar, yatsıyı kıldırdıktan sonra evine dönerdi.

Bir misafirlik esnasında, ikram edilenlerin hepsini yemişti. Müntesiplerinden Prof. Dr. Mazhar ÖZMAN;

«Hocaefendi bu akşam biraz fazla yedi, dokunmasa…» diye içinden geçirince, kendisine dönerek;

“–A be, biz onu zikrullah ile yeriz, o bizim için nur olur, bize dokunmaz!” buyurmuşlardı.

***

Bu ay sizlere, hutbe ve sohbetlerinde bir hadîs-i şerif naklederken veya Peygamber Efendimiz’den bahsederken gözyaşlarını tutamayıp;

«Ağla çeşmim, ağlamaktır âşığın sermâyesi!» mısraını tekrarlayan;

“–Sahâbe ne bahtiyardı, çünkü Râsûlullâh’ı gördü!” dedikten sonra duraklayıp;

“İyi ama vefatlarını da gördüler. İşte ona dayanılamazdı!” diyerek âh ü zâr eden Serezli Hasib Efendi’yi tanıtmaya çalışacağım.

1864 yılında, Rumeli’nin Serez Kazâsı’nda dünyaya gelen Hasib Efendi; orta öğrenimini Serez Rüşdiyesinde tamamladıktan sonra, 19 yaşında İstanbul’a gelip, tahsiline Fatih Çarşamba’daki Mahmud Ağa Medresesinde devam etti, on yıl süren eğitiminin ardından Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den icâzet aldı. Bu sırada Nakşî meşâyihinden Sandıklılı Hasan Hamdi Efendi’ye intisâb etti; ayrıca Arap Hoca’dan «tashîh-i huruf», Hacı Nûri Efendi’den «ilm-i kıraat» dersleri alarak, «kıraat icâzeti»ne hak kazandı. Bu tahsilin ardından Serez’e dönüp, Cami-i Atik’te göreve başladı. Orada Buhârî okuttu, pek çok talebe ve hâfız yetiştirdi, ancak 1924’te 60 yaşlarında iken, «Mübâdele» esnasında yeniden İstanbul’a gelip, Eyüp Sultan semtine yerleşti. Şeyhinin vefatı üzerine Gümüşhânevî Tekkesi postnişîni Mustafa Feyzi Efendi’ye intisâb eden Hasib Efendi; kendisinden icâzet alarak, bilâhare irşad vazifesine başladı.

KUL SIKIŞMAYINCA!

1947 yılıydı… Müntesiblerinden Vedat ÖZMAN; Ticaret Bakanlığında müfettiş olarak görev yapıyor, teftiş vazifesiyle Anadolu’yu dolaşıyordu. Altı aydır taşradaydı. Hem hocası, hem de ailesi burnunda tütüyordu. Bir akşam duygulanmış, gözleri yaşlarla dolmuştu. Kendi kendine;

«Hocam, tahammülüm kalmadı, bizi biraz seviyorsan, artık yanına al!» diye içinden geçirdi. Ertesi gün işyerinde çalışırken, postacı bir telgraf getirdi. Telgraf, bakanlığın Teftiş Kurulu Başkanı’ndan geliyor, kendisinin acele İstanbul’a hareket etmesi isteniyordu. İstanbul’a gelir gelmez, Hasib Efendi’nin ziyaretine gitti, elini öptü. Hocaefendi, gülümseyerek yüzüne baktı ve kendine has şîvesiyle;

“–A be, kul sıkışmayınca Hızır yetişmez!” buyurdular… Çünkü tayini İstanbul’a çıkmıştı.

BU NEFİS, ACAYİP BİR ŞEY!

Müntesiplerinden biri şöyle anlatıyor:

1949 yılıydı… Hasib Efendi bir gün evinde hatm-i hâce yaptırmış, sonrasında çaylar gelmişti. Çay bardakları arasında bir tanesi porselendi. İçimden, şu bardak bana gelseydi, diyordum. Sıra bana gelince fark ettim ki, porselen bardağı kimse almamış, o bana kalmıştı. Fakat bu düşüncem sebebiyle biraz sıkılmış, mecburen almıştım. Birden Hocaefendi şöyle buyurdular:

“–A be, bu nefis ne acayip bir şeydir! Bardağın şöyle ya da böyle olması ne fark eder? Benim gençliğimde de başıma şöyle bir şey gelmişti. Hatm-i hâcede taş dağıtılırken, taşlar arasında renkli bir taş görmüş, onun bana gelmesini istemiştim. Sonra baktım ki taş elimde… Hâlbuki taş, saymak için kullanılır, renginin hiçbir tesiri yoktur, ama nefis böyledir işte!”

CANIMI ZOR KURTARDIM!

Hasib Efendi’nin müntesiplerinden biri başından geçen hâtırasını şöyle anlatıyor:

1948 yılıydı, 17-18 yaşlarında bir delikanlıydım. O sırada gönlüme bir ilham gelmiş namaza başlamıştım. Bir gün arkadaşım Mazhar;

“–Necdet! Ben büyük bir hoca tanıdım, gel sizleri de tanıştırayım; bak, okuldaki bunca kişi arasında -kardeşimle beni kastederek- ikinizi seçtim.” dedi. Kabul ettim, okul çıkışı evine gittik. Bizlere gülümseyerek;

“–Hidâyet kalbe inen bir nurdur, rahmettir.” dedi. Hocayı pek sevmiştik, kardeşimle beraber derslerine devama başladık.

Evlerinde her Pazartesi akşamı hatm-i hâcegân oluyordu. O Cağaloğlu’nda, biz Sultanahmet’te oturuyorduk, katılmaya karar verdik… Ama o güne kadar, kardeşimle ben gece vakti hiç dışarı çıkmamıştık. Sohbet ve hatm-i hâcegânın ardından çay ikram ettiler. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamamış, çok geç kalmıştık; koşarak evimize gittik. O günlerde babam Tekirdağ’daydı, evde babaannemle amcam vardı. Kapıyı açan amcam birden parladı:

“–Bu saate kadar neredesiniz?” diye bağırmasıyla, bizi tekme tokat dövmeye başlaması bir oldu. Babaannem onu yumuşatmaya çalışıyor;

“–Vurma onların hocaefendileri var, oradan geliyorlar!” diyerek, ona engel olmaya çalışıyordu. Amcam;

“–Başlarım şimdi hocalarının sakalından!..” deyip, bir-iki tokat daha vurduktan sonra bizi bıraktı.

Sabah oldu… Baktık amcam elini göğsüne koymuş, mutfakta babaanneme bir şeyler anlatıyor. Kulak kabartınca;

“–Bu gece kendimi zor kurtardım!” dediğini duydum. Amcam gibi sert bir adamın böyle ağlar gibi konuşmasına doğrusu şaşırmıştım. Söze şöyle devam etti:

“Rüyamda büyük bir ateş yakılmıştı… Oraya birini sürüklediler. Adam kendini kurtaramamıştı, onu bağıra çağıra ateşe attılar. Sıra bana gelmişti, beni de ateşe doğru sürüklüyorlardı. Ellerinden kurtulmak için çırpınırken uyandım, baktım ki karyoladan düşmüşüm. Anlayacağın canımı zor kurtardım!”

AKLINIZ DÜKKÂNDA KALMASIN!

Hasib Efendi; 40 sene kadar Nuh -aleyhisselâm- gibi, haram günlerin dışında her gününü oruçlu geçirdikten sonra, son zamanlarında bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz olmuş, kendi ifadesiyle;

“A be, artık ihtiyarladık, oruçlarımızı savm-ı Dâvûd’a çevirdik!” buyurmuşlardı.

Bir hutbelerinde de cemaati şöyle ikaz etmişti:

“Şimdi siz Cuma namazına gelirken, caminin berisindeki çay evinin önünden geçersiniz. Orada nargile içip tavla oynayarak camiye gelmeyenleri görüp ayıplarsınız. Düşünmez ve bilmezsiniz ki, onları kahvede tutup, sizi camiye getiren Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-; -Allah göstermesin- onları camiye getirip, sizleri kahveye gönderebilirdi.”

Hutbesinin sonunda, -cemaatinin çoğu esnaf olduğundan- onları şöyle uyarırdı:

“Karakola gitseniz, komiserin karşısına çıkarken ceketinizin düğmelerini ilikler, üstünüzü başınızı düzeltirsiniz. Az sonra namazda Allâh’ın huzûruna duracaksınız. Kendinize çekidüzen veriniz. Akıllarınız da yanınızda olsun, sakın ola dükkânlarınızda kalmasın!”

HAZRET-İ RASÛL İLE TEŞERRÜF!

Hasib Efendi; ahşap, iki katlı eski bir evde oturuyordu. Kendileri ekseriya evin alt katındaki bir odada oturur ve yatarlardı. Yatağı, meyve sandıkları üzerine konulmuş iki parça ot minderdi. Ameliyat geçirdikten sonra rahat etmesi için ot minderlerin üzerine pamuk bir yatak ilâve edilmişti. Yatağa oturduğunda yumuşaklığı fark ederek;

“–Bu nedir?” diye sormuş, ihvânı da;

“–Efendim, ameliyatlısınız, böyle rahat edersiniz.” demişlerdi. Hazret şöyle buyurdular:

“–İyi ama ben bu ot minder üzerinde olduğumda Allah Rasûlü ile teşerrüf ediyorum!”

Hocaefendi’nin bir ihvânı, maddî olarak darda kalmış, eşinin küpelerini satmayı plânlamıştı. Küpeleri cebine koyup, Kapalıçarşı’ya doğru giderken, Hasib Efendi’ye uğrayıp duâsını almak istedi. Hocaefendi’ye bir şey söylenmediği hâlde o;

“–Hanımın küpelerini satmak doğru bir şey değildir. Sen, ikindi namazını Bâyezid Camii’nde kılsan iyi olur.” dedi. O zât bunun üzerine Bâyezîd’e yöneldi… İkindi sonrası camide rastladığı bir dostu, kendisine selâm verdikten sonra, bir zarf uzattı, sonra da izin istedi. Zarfın içinde, küpe satışından eline geçecek paradan fazlası vardı…

Serezli Hasib Efendi, bundan 64 yıl önce bu ay, 15 Mayıs 1949’da İstanbul’da âlem-i Cemâl’e hicret edip, Edirnekapı’da bulunan Sakız Ağacı Şehitliği’nde sırlandılar…