DÜNYA FETHE MUHTAÇ!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Yeryüzü;

Koca bir imtihan küresi.

Sürekli deverân hâlinde.

İyilikler de revaçta, kötülükler de. Fakat insanlık, her zaman iyiliğe muhtaç.

Adâlet de terazide, zulüm de. Ancak gönüller, adâlete muhtaç.

Tarih, asırlar boyu durmadan değişen coğrafyaların irili ufaklı sayısız haritalarıyla dolu.

O haritaların çoğu; amansız katliamlar, vahşetler, dehşetler, canavardan beter zulümler ve hunharca işgaller yüzünden sadece kan, irin ve kıpkırmızı gözyaşları üstünde şekillenmiş hüsran ve utanç çizgileri. Dünya, bu çizgilerden oluşan yok edici cehennemî haritalara değil; üzerindeki dağ-taş-ova, kuş, ağaç ve insan, yani bütün varlıklarıyla, sadece cennet coğrafyası oluşturacak çizgilerden müteşekkil yeşertici haritalara muhtaç.

Yani;

Fethe muhtaç!

Bütün varlıklar ve dünya, fethe muhtaç.

İnsanlık itibarıyla vicdanlar, gönüller, idrakler, fikirler ve hisler, sadece cennet eksenli bir fethe muhtaç. Cehennemî zulümlerin ortasında inleyen yavrucağızlar, anneceğizler, çaresizler, kimsesizler, güçsüzler, cılızlar, masumlar, mağdurlar; evler, sokaklar, caddeler, şehirler, memleketler ve milletler, semâvî bir fethe muhtaç. Kültürler ve medeniyetler de, fazîlet ve hidâyet elinden fethe muhtaç. Câhiliyye devrinin kılıf değiştirmiş bir şekli hâline gelen modernizm de, asr-ı saâdet isimli bir fethe muhtaç. Kıblesi değişmiş ilimler de, beyinler, bilgiçler de, fethe muhtaç. Sorumsuz yaşayışlar da fethe muhtaç. Ekranlar, kablolar, tuşlar, rakamlar başlı başına fethe muhtaç.

Aileler, evlâtlar fethe muhtaç.

Akrabalar ve komşular fethe muhtaç.

İçeridekiler ve dışarıdakiler fethe muhtaç.

Yakınlar ve uzaklar fethe muhtaç.

Bugünler ve yarınlar fethe muhtaç.

Sadece;

Gönüllere dergâh olacak gerçek mânâsıyla fethe muhtaç.

O fetih;

Yanlışa doğruluk ayarı.

Çirkinliklere güzellik tashihi.

Karanlığı nûra gark ediş.

Gaddarlığa merhamet öğreten kudret.

Kötülükleri iyilikle bertaraf edici dirâyet.

Bâtıla, Hakk’ın galebesi.

Zulmün karşısında adâletin zaferi.

Yani;

Cehennemi cennete dönüştürme hamlesi.

Fatihlik de;

Bunların hepsini gerçekleştirebilecek vasıfta liyâkatli ve müstesnâ bir kimliğin adı. Akşemseddin Hazretleri’nin muhteşem yüreğinde çınar misali ihtişamla yetişmişliğin güçlü bileğine sahip iradeli, dirâyetli, hakikatli, hükümran, muzaffer ve âbide bir şahsiyet olabilmenin ifadesi.

Bu itibarla;

Nesle lâzım olan güç, fâtihlerin bileği,
O bileğe gereken, Akşemseddin yüreği… (Seyrî)

Çünkü şahsiyetinde daima o bileği ve yüreği bir araya getiren fâtihan ecdâdımıza asırlar boyu;

Dedi düşman bile: «Sizden bize öz fethi gerek!»
Şahlanıp coştu fetih sancağı, üç kıt’aya dek… (Seyrî)

Zaten milletlerin ve coğrafyaların tarihinde her problem esnasında öne çıkan iki feryat vardır. Biri; her türlü din, dil ve ırk ayrılığına rağmen muzaffer bir adâletin fetih hamlesine sesleniştir:

–Buyurun, ne olur gelin, bizi sizler yönetin!

Diğeri de; din, dil ve ırk aynılığına rağmen felâket bir zulmün işgalci ve sömürücü hamlesine karşı haykırıştır:

–Defolun! Siz bize lâzım değilsiniz!

Malûm;

İstanbul’un fethi sırasında Fatih’in askerleri surlara tırmanırken Grandük Notaras şöyle feryat ediyordu:

Kardinal şapkası İstanbul’a zulmün çarığı;
Tercihim burda adâlet dolu Türk’ün sarığı… (Seyrî)

Grandük Notaras, Bizans asillerindendi. Hıristiyandı. Düşmekte olan ülkesine yeni çözüm olarak; kardinal şapkasını değil, Türk’ün sarığını arzu ediyordu. Çünkü kardinal şapkasının kendilerindeki zulüm tarihini iyi biliyor, Osmanlı’nın adâlet ve merhamet dolu medeniyet tarihini de iyi biliyordu.

Bu sebeple;

Dostuna bile merhametsiz ve zalim olan kendi dindaşlarına; «Defolun!» diyor, buna mukabil düşmanına dahî eşsiz bir adâlet sergileyen ehl-i İslâm’a; «Buyurun!» diyordu.

Onunla aynı dertler içinde boğuşan Martin Luther de yıllar sonra şu duâyı yapmaktaydı:

“Yâ Rabbî! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..”

Halkına türlü ezâ ve cefâ çektiren kendi idarecilerine karşı da şöyle haykırıyordu:

Gözü doymaz, sayısız burjuva, toprak ağası,
Sizlerin, ben olamam uğruna çöl kurbağası.
Size hüsran yaşamaktansa fakirlerle derim;
Şefkatinden yana Osmanlı’yı tercîh ederim… (Seyrî)

Şüphesiz;

Martin Luther’in böyle söylemesi hamâsî duygularımızı kabartacak vasıfta.

Fakat;

Aslolan, ondaki bu tercihin sebebi.

Ona bu cümleleri söyleten fâtihan ecdâdımızın îman ve şahsiyeti, şuur ve medeniyeti, liyakat ve mahareti, mûtedil duruş ve dirâyeti.

Yani düşmanın bile gönlünü fetheden bir müstesnâlık.

Gerçek bir fetih rûhu ve doluluğu.

Sırf hayran kalınan ve talep edilen bir kıvam.

Hiç pişman etmeyen, daima memnun eden âdil bir muamele ve rahmet özellikler.

İşte fetih bu!

Dolayısıyla;

Her fetih; ancak her yönüyle en güzel özellikler etrafındadır. Hele feth-i mübîn için gerekli her özellikte, bilhassa göklerden onaylanan bir güzellik tarifi içine girebilmek şarttır. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İstanbul fethine dair müjdesi âşikârdır; ancak asıl övgüsü, o müjdeye lâyık bir güzellik içinde olunmasınadır. Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fethi gerçekleştirecek özelliklere dikkat çekmek üzere nebevî müjdesinin övgü noktasını; kumandan ve askerlerin mükemmellik, fazîlet, dirâyet, liyâkat, fedâkârlık, olgunluk, şahsiyet ve hünerlerini, hâsılı müstesnâ güzelliklerini takdir ve tebrik ekseninde ifade buyurmuştur:

“İstanbul elbette fethedilecektir. O fethin kumandanı ne güzel kumandan, o asker de ne güzel askerdir!”

Onlar, haslet haslet, semâvî güzellik tarifi içinde idiler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunda muhteşem bir efendilik sayesinde dünyanın efendisi oldular. Birinci mısraı Yahya Kemal’e, ikinci mısraı İbnülemin Mahmud Kemal İNAL’a ait olan beytin ifadesiyle:

Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine,
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine…

Asırlarca dünyayı yöneten yönümüz, bu olgunluktu.

Bu fâtihan özelliği idi.

Nerde fethe muhtaç bir gönül varsa, bir belde varsa, bir bina varsa, bir kütüphane varsa, bir çarşı varsa, bir sokak varsa, aslında orada beklenen o özelliktir.

Düşmanlarımızın dahî görmezden gelemediği o özellik.

I. Cihan Harbi’nde İngiliz Savunma Bakanı, bir toplantı esnasında meclisi yöneten L. George’a bir telgraf getirmişti. L. George, okuduktan sonra şaşkın bir hâl içinde itiraf etti:

“–Efendiler, ben anlayamıyorum! Biz medenî milletlerin orduları, savaşta barbarlığa yaklaşıyor. Barbar saydığımız Türk askerleri ise savaşta bile medeniyet sergiliyor. Bakın Irak kumandanımız telgrafta Türklerin onlara esir düşen İngiliz generallere nasıl da fevkalâde şefkatli davrandıklarından ve yaralılarımızı tedavi ettiklerinden bahsediyor. Bunun sebebini anlayamadım…”

Türkleri iyi tanıyan Kont Ostrorog da, şu gerçeği hatırlattı:

“–Biz Avrupalılar, savaşanlar arasında bir harp hukuku olduğunu henüz iki asır önce düşündük ve bugüne kadar ancak bu kadar geliştirebildik. Fakat müslümanlar, asırlar önce bu hakkı çok yüksek seviyede kanunlaştırdılar.” (Ali Himmet Berkî)

Bu hâdise de gösteriyor ki;

Hazret-i Peygamber’in temelini attığı ve Fatihlerin de bayrak gibi ellerinde tutup riâyet ettiği böylesi fetih rûhumuzdaki adâlet tecellîleri, tarihleri hayran bırakmıştır.

Fakat;

Bugün dünyada olup bitenlere bakılırsa; birileri, meselenin özünü anlar gibi olsalar da, hâlâ savaş esnasında zulüm ve barbarlıktan kurtulamamış vaziyettedir. Küçücük çocuklara karşı bile…

Niçin?

Çünkü savaş hukukuna riâyet, olgunluk ister.

Bu olgunluk da, ruhların hidâyet ile fethedilmesini gerektirir. Yani insanları fatih ve muzaffer yapan unsur; silâhla yapılan savaşları değil, gönül ve nefs arasında yapılan savaşları kazanmaktan geçer. Fatih’in hayatı da; nitekim, Akşemseddin gibi en mahir ellerde böyle bir eğitimden geçmiştir. Bu sayede Fatih; padişah olduktan sonra zaruret karşısında padişahlığı iki defa tekrar babasına bırakmayı, yani tahtı terk etmeyi bilmiş ve kalbine asla dünya saltanatını sokmamıştır. Nihayet bu, onu öylesine yoğurmuş ve pişirmiştir ki, artık ebediyen üzerinde oturacağı birçok yüce taht kendisine nasip olmuştur.

Bunlar;

İlim tahtıdır, irfan tahtıdır, söz tahtıdır, öz tahtıdır, gönüller tahtıdır, Peygamber müjdesi tahtıdır, İstanbul tahtıdır ve inşâallah cennet tahtıdır…

Bu bakımdan;

Fetih, ilkönce gönüllerde yaşanan bir canlılık hamlesidir. Eğer içte herhangi bir fetih yaşanmamışsa, dışta ortaya konacak herhangi bir makbul başarı da mümkün değildir. Çünkü içte mağlûp olan insanlar, zâhirde birer cesim dev de olsalar, en küçük bir fethi bile gerçekleştiremezler. Her zaman sormalı:

Dışta her fethe anahtar olacak kıymette,
İçte rûhen kazanılmış zaferin var mı gönül? (Seyrî)

Varsa; o gönül, fetih müjdelerine hazır demektir.

Bu şekilde hazır olan akıl ve gönüllere; başkalarında olmayan ilhamlar, inkişaflar ve tecellîler zâhir olur. Fatih’in döktürdüğü toplar ve gemileri karadan yürütmesi, daha evvelkilerin aklına bile gelmeyen birer dehâ yansımasıdır. Ömürleri gönül fethinde muazzam başarılarla dolu erler ve erenler ile birlikte hareket eden Fatih Han’ın ufku ve aşkı karşısında, İstanbul âdeta hayran kalmış ve; «Buyur!» demiştir. Şirin’e sevdalı Ferhat, dağları deler de; nebevî müjdeye sevdalı Fatih, İstanbul’un kendisini daveti karşısında bütün engelleri aşmaz mı? Hele kavuşmanın seher vakti gelmişse:

O seher vakti ki devran değişir, baht uyanır;
Suya seccâde serenler, suda zincir mi tanır?
Kızak üstünde kayarken tepelerden gemiler,
Bakar ibretle denizler, karalar dalgalanır!..

(Şadi USAL)

O fetih dalgalanmasını tâ Herat’tan temâşâ etmiş olan Molla Câmî Hazretleri, Fatih’e bir şiir yazar ve gönderir. Özetle şunları söyler:

“Ey doğunun tatlı rüzgârı! Kalk da, emellerin Kâbesi olan mübârek yere doğru acele et! Yolun açık olsun. Horasan’ın niyaz yükünü bağla ve Rum iline (İstanbul’a) yönel. Oraya varır varmaz; o büyük padişahın (Fatih’in) makamını sor ve yüzünü, onun pabucunun ayak bastığı yere sür! Huzûruna çıkmak için izin şerefine erersen, edepli bir edip gibi ol ve vazifeni yerine getirerek de ki:

«‒Ey şan ve şerefin yüksekliğine mesned olan Sultan!

Bugün herkes seninle iftihar etmektedir.

Fazîlet ve olgunluğun her bakımdan zirvesine ulaşmış senin gibi bir hükümdar tarihte az görülmüştür. Senin kalbinde parlayan ilâhî hikmet sayesinde, dünyanın yüzündeki karanlık ve zulmet peçeleri düştü. Puthaneler senin gayretinle bir olan Allâh’a secdegâh oldu. Senin karşında küfür ve sapıklık kaleleri sarsıldı, yerlerinden söküldü. Biliriz ki çekinip kaçındığın bir şey varsa, o da kötü ahlâktır. Hasetçilere rağmen; hikmet, iffet ve şecaat sende toplandı. Sen ihsan bakımından deniz ve cevher madeni gibisin, belki daha üstünsün.

Bu dünya durdukça, onun bütün hatt u hareketi, senin görüşlerine göre devam etsin!

Yeryüzünün şerefi, senin ayaklarının tozu ile kāim olsun!»”

Bu güzel tebrik ve takdir cümlelerine vesile olan o günkü şerefin devamı için;

Dünyanın fethe muhtaç olduğu bir hengâmda;

Fethi, onun temel adımlarına dikkat ederek okumak mecburiyetindeyiz. Onun, Fatih’ten istediği ideal ve liyâkati görmeliyiz. Bunu gördüğümüz zaman onun hangi dirâyetle;

“Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni alır!” dediğini idrak ederiz.

Belki bu idrak bize;

“Ya kendi kültür ve tarihimize sahip çıkarak şahsiyet ve kimliğimizi koruruz ya da yabancı kültür ve kimliklerin işgali altında eriyip gideriz.” cümlesini söyletir de milletçe vatan ve varlığımızı, îman ve şahsiyetimizi muhafazada en büyük destek vazifesi görür.

Elbette bu idrak, hünerlerimizi terle sulama gayretine vesile olur. Çünkü bir işin künhüne ustası eliyle bir ayda nüfuz eden kimsenin seviyesi; o işe ustasız, yol-yordamsız yüz sene emek veren kimseden yüz kat daha fazladır.

Yine fethi, ondaki gündemleri fark ederek tekrar okumalıyız. Bir onlara, bir de bizim gündemlerimize bakmalıyız. Acaba gündemlerimizi işgal eden meseleler; gündelik hâdiseler, lâk-lâklar mı, yoksa yüzyılları kuşatacak gaye ve gayretler mi?

Tetkik edelim;

Kendimizi neye vakfettik?

İlme mi, cehâlete mi?

Zulme mi, adâlete mi?

Hasımlığa mı, kardeşliğe mi?

Kendimizi neye vakfettik?

Dünyaya mı, âhirete mi? Doğruya mı yanlışa mı? Dosta mı düşmana mı?

Kendimizi neye vakfettik?

Düne mi, bugüne mi, yarına mı?

Kendimizi neye vakfettik?

Cennete mi, cehenneme mi?

Belki;

Hepimizin sözlü cevabı, sadece müsbet/olumlu tarafta. Ancak dilimiz susup da amellerimiz konuşsa, acaba cevaplarımız nasıl olur?

Mühim olan bu.

Çünkü ameller; yani yaşayış, gaye ve gayreti itibarıyla kendilerini;

Fethe adayanlar, fatih. İlme adayanlar, âlim. Hayra adayanlar, kerem sahibi. Nefsâniyete adayanlar, müptezel. Allah yolunda vatana adayanlar, gazi veya şehid. Hidâyete adayanlar, gökteki Süreyyâ yıldızları.

Onlar;

Sancılı mevsimler yüzünden kalplerin katılaştığı ortamlarda, derhâl Hazret-i Peygamber’in şu tâlimâtına kulak verirler:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan; fakire yedir, yetimin başını okşa!” (Ahmed bin Hanbel, II, 263, 387)

Bir de, özellikle şu âyeti yaşarlar:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler; iffetlerinden dolayı, onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Âyette övülen fakirlerin sıfatları gayet açık. Onlara hayır işleyenlere de zımnen aynı övgüler var. Çünkü iki taraf da kendilerini Hakk’a vakfetmiş durumda.

Ya biz?

Bin bir feryâdın dünyayı doldurduğu şu demlerde;

Kendimizi neye vakfettik?

Hayra mı şerre mi?

Cimriliğe mi cömertliğe mi?

Rahatlığın felâketine mi, çilelerin bereketine mi?

Fark edenler kavrar ki;

İmtihan dünyasının denklemini iyi çözmeli, anlamalı ve ona göre hayatı en doğru şekilde ve iki âlemi de kapsayacak gerçekçi bir mantıkla tanzim etmeli. Doğru ve mânen faydalı olan çilelerin içinde yoğrulmalı. Asla, adı rahatlık olan bir gafletin sonsuz azap çilesine düşmeyi çilesizlik zannetmemeli.

Çünkü zannedince, maalesef;

Ne dense, ne söylense, kimileri bu zannın kurbanı olmaktan kendini kurtaramıyor.

Sorsanız;

Çileden kaçıyor.

Hâlbuki çilelerin tam ortasına düşüyor. Fakat şimdilik anlamıyor. Anladığını zannettiği de, anlamasını engelliyor. Ayrıca kaçtığı çilelerden sadece geçici bir kurtuluşun, bir teneffüslük geçici boşluğun rehâvetinde yine geçici olarak tattığı haz, ona perde oluyor. Gözlerini ardına kadar açsa da; içine düştüğü kalıcı ve büyük çileleri görmüyor, göremiyor.

Böyle olunca da;

Vaktinde üç damla ter dökmenin çilesinden kaçarken, iş işten geçtikten sonra kazanlar dolusu terlemenin içine düşüyor.

Yorulmaktan kaçarken, yatmanın getirdiği bunalımla yoruluyor ve bu mânâsız yorgunluktan dolayı da çıldırıyor.

Şimdi bu;

Her toplumda meşhur bir netice.

Kaçış var, çözüm yok.

İşte!

Nicesi;

Evlâdın çilesinden kaçıyor, bir köpeğin çilesine saplanıyor. Sağlam bir eğitimin çilesinden kaçıyor, çürük bir cahilliğin sadece ambalâjı ilim olan cilâ ve belâsında helâk oluyor.

Sorumluluk yükünden kaçıyor, onun yüz kat daha ağırının altında eziliyor.

Hangi çileden kaçıyor, hangisine koşuyoruz?

Çileleri doğru okuyabiliyor muyuz?

Ayırt etmek için;

Önce doğru okumalı.

Sonra kendimize seslenmeli:

Ey gönül, hiçbir çile, ezâ gelmesin sana,
Yılanı, yılmayanı çileler söyler bana!
Önceden sonrayı gör; küçük bir fânî keder,
Sonsuz bir kevser olur, içersin kana kana!..

Bugün fânî her neşe, yarın sonsuz endişe,
Bugün fânî endişe, yarın sonsuz bir neşe,
Şu iki hakikati, kuyumcudan hassas tart,
Ölmeden evvel ulaş hiç batmayan güneşe!

Şimdi gaflet uykusu, ey gönül, hiç çekilmez,
Hak çileden kaçırtan bir hâl o, Hakk’ı bilmez,
Elbet karar ateştir, lâkin firar, sırf ateş,
Kül eder cehennemden nefse sızan o körfez!

Uyan da hak çileden nâra kaçma ey gönül,
Dopdolu gelen lutfu, boşa saçma ey gönül,
Kıyâmet yaklaşırken, bir an rahatlık için,
Ebedî bir azâba kapı açma ey gönül!

Bu gaflet, kaybettirir iki dünyada bize,
Bu gaflet, en taşınmaz ağırlık iki dize,
Uyan ey Seyrî, hayat, ince köprü çilesi,
Her kaçış, bir düşüştür alev dolu dehlize!..

Düşmemek için;

Uyanmak şart.

Uyanmak ve uyanık kalmak için; fetih aşısına ihtiyaç var. Bir müjde-i Peygamber etrafında pervâne edecek diriliğe ihtiyaç var. Mazlumların yüzünü güldürecek, mahrumları sevindirecek, acıları dindirecek gönül hamlelerine ihtiyaç var.

Fethe ihtiyaç var.

Her yerde, her şeyde.

Ve;

Fetihle birlikte sanattan hayata, mimarîden mûsıkîye, insandan eşyaya kadar her alanda bir fazîletler medeniyeti kuran ve bunun temsilcisi olarak İstanbul beyefendiliği ve hanımefendiliğini doğuran özbeöz mayaya ihtiyaç var.

Fatih’in âdil duruşuna, Akşemseddin’in gönül vuruşuna ihtiyaç var.

Yavuz’un, onu «Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn» eden gayret ve şecaatine; Barbaros’un, İslâm dünyasının bütünlüğü için ferdî saltanatından kaptân-ı deryâlığa ferâgatine ihtiyaç var.

Fuzûlî’nin, Hazret-i Peygamber’i duyuşuna; Ebussuud’un, ilim ve irfanda gerçek sultana gönülden uyuşuna ihtiyaç var.

Sinan’ın sanattaki ince nakışına, aşkını özler özünden alan gözlerin yüce bakışına ve hayatın biz olarak akışına ihtiyaç var.

O zaman nereden nereye düşüşümüz değil, nereden nerelere çıkışımız konuşulur.

Tıpkı dünkü gibi…

İstanbul’u fethettiğimiz ve Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuştuğumuz günkü gibi…

O zaman şairin dili;

Mahvoldu hayâlim bu nasıl korkulu rü’yâ?
Şaştım; neyi temsîl ediyorsun Ayasofya?!. (Ulvî)

demez.

Der ki:

Semâya yelken açan hür limânısın fethin,
Yegâne müjdeye mazhar, lisânısın fethin!

Bu şehri aldığı gün Fâtih’in sadâsı dedi:
Vatanda ey Ayasofya’m, ezânısın fethin!

Görüp de Kâbe’yi tekbîr alan o dil, dedi ki:
Namaz namaz, ebediyyen nişânısın fethin!

Bu can misâli bizimsin, o denli ey mâbed,
Bizimle haşre kadar hak beyânısın fethin!

Şu bağrı cennet eden hüsn-i hatlar altında,
Cemâat olduğumuz öz mekânısın fethin!

Bu özden aykırı her hâle şanlı Fâtih’inin,
Belâ ve lâneti var, çünkü cânısın fethin!

Ne tatlı sen ile Kur’an, salât, selâm, tekbir,
Büyük hidâyete has, mehterânısın fethin!

Şeref bu, ey Ayasofya’m, kıyam ve secde ile,
Ne muhteşem ve mübârek cihânısın fethin!

Görür cihân ile Seyrî de, her vakit, yeniden,
Ezan mühürlü minârenle şânısın fethin!..

Bu mübarek netice;

Fatih Mehmed Han’daki gönül fethinin bereketi.

Zaten;

Nerede fetih misali bir müjdeli netice isteniyorsa, orada önce ve ille gönül fatihliği şart.

Gerçek bir eğitim de, gönül fatihleriyle mümkün.

Temiz bir ticaret, yine gönül fatihleri ile. Bereketli bir hizmet hayatı, yine gönül fatihleri ile. Toplumun toparlanması, yine gönül fatihleri ile. Kötülüklerin, iyiliğe dönüşmesi de gönül fatihleri ile. Aksamaların, ârızaların düzelmesi de hâkezâ. Adâlet ve huzurun mayası da gönül fatihleri. Merhamet ve şefkatin baharı da, gönül fatihleri.

Bütün dünyada inleyen kötürüm hastaların, gariplerin ve kimsesizlerin yegâne çaresi, yine gönül fatihleri. Kan gölüne dönen mazlum coğrafyalarda cennet çiçeklerinin açması için tek çözüm, yine gönül fatihleri.

Çünkü dünya şahit ki;

Gönül fatihleri olmadan giderilen ihtiyaçlar bile, ölümden de beter acılarla dolu.

Gönül fatihleri kim?

Gönül iklimlerinde hüküm sürenler mi?

Değil.

Onlar,

Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın mukaddes adına ve hayatına yaraşır bir şekilde gönüllere hizmet edenler!..

Yalnız dilleriyle değil, yaşayışlarıyla da kelime-i şahâdet getirenler…

Bu kıvamdaki bir gönül fatihine Allah, İstanbul’u nasip etti.

Ayasofya Camii’nde ilk namazı kıldırmaya muvaffak etti. Mihrabında tekbir alınca perdeleri açtı, Kâbe-i Muazzama’yı gösterdi. Kıblenin doğruluğu böyle tescil edilmiş oldu.

Hâsılı;

Ayasofya’nın îmân ile nurlanmak, ezan ve namaz ile Hak’la buluşmak için yıllardır bağrını tutuşturan hasreti, bir fetih davetine dönmüş ve nihayet fethin sembolü vasfında bir cami-i şerif olmuştu. O da artık elif minareleriyle kelime-i şahâdeti haykıran mesrur bir gönüldü. Davet eden ve yüce daveti duyuran bir gönüldü. Hak’la buluşan ve buluşturan bir gönüldü.

Mesele, o gönlü yaşatmak.

Fethin mânâ ve güzellikleri içinde yaşatabilmek.

Dün onu güzelleştiren fethe, bugün dünyanın her yerinde ihtiyaç var.

İslâm coğrafyalarının ve başka coğrafyaların içinde nice acılı ve sancılı problemler var. Hepsi de çare için gönül fethine muhtaç. Nerede çözüme muhtaç bir yer varsa, bir gönül varsa, bir iklim varsa, bir insanlık fecaati varsa; orada gönüller fethi devreye girmeli. Mazlumlara ve masumlara sahip çıkan gönüller fethi.

Çünkü;

Düzeltme hakkı, ancak gönülleri îmân ile kucaklayan güzel ellerin hakkıdır. Yanlışı gidermek hakkı da, ancak gönülleri İslâm’ın hakikati ile kucaklayan doğruluğun hakkıdır. Bâtılı temizlemek için yetki de, ancak hakkındır. Zulmü bertaraf etmek hüneri de, sadece ilâhî eksenli gerçek adâlete mahsustur.

Bu itibarla;

Mazlum kanlarına bulanmış kirli eller; niyet etseler bile, dünyayı sulh u sükûna erdiremezler. Öyle eller; düzeltmek istedikleri ortamları, maalesef ki eskisinden daha berbat bir hâle getiriyorlar. Dünyadaki feryatlar artıyor.

Tarihe bakıp öyle sormalı:

Çaresiz ve perişan vaziyetteki insanlık ve problemler, hangi gönülleri çağırıyor?

Sesli ve sessiz feryatlar, kimleri bekliyor?

Bizler;

O vasıfta mıyız?

Gittiğimiz yerlere çil çil kubbeler serpebilecek, gönülleri ihyâ edecek, İslâm’ın güzelliğini ve ahlâkını ikāme edecek, Hazret-i Peygamber’i en güzel şekilde temsil edebilecek bir liyâkatte miyiz?

Değilsek, eyvah problemlere!

Fakat;

Ne mutlu, o liyâkatin fetih gönülleri isek!

O zaman;

Dünyanın duyacağı yankı yine şu olacaktır:

Yâ İlâhî, yine lutfeyle, gönül fâtihini,
Tâ adâletle donatsın yine İslâm dîni… (Seyrî)

Çünkü dünya, fethe muhtaç!

Gönül fethine…