TANIDIK BİR SESİN DAVETİ

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

“Allâhu ekber! Allâhu ekber! Lâ ilâhe illâllah!”

“–Âmîn! Allâhümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmme”…

Hacı Ömer, ezan duâsını bitirdikten sonra caminin kapısına yöneldi. Tam ayakkabısını çıkaracakken durdu ve geri döndü. Caminin bahçesinde az önce yanında oturduğu, değişik giyimli, saçı-sakalı birbirine karışmış, bakımsız adama baktı. Adam hiç istifini bozmadı. Hacı Ömer, biraz da gerginliğini hissettirir bir üslûpla adama çattı:

–Namaza gelmiyor musun? Ezan bitti, hadi!

–Siz buyurun, ben burada bekleyeceğim.

–Allah Allah gelsene be adam! Hazır ezan okunmuş, buraya kadar gelmişsin, geç kıl işte namazını…

–Hacı ağabey siz buyurun. Beni içeri salmıyorlar. Gelemeyeceğim…

–Tövbe tövbe… Allâh’ım ne cins adamlar var. İyi be! Ne hâlin varsa gör.

Hacı Ömer, buğz ederek namaza durdu. İçi hiç rahat değildi. Kendi kendine;

–Bir insanı kim, niçin namaz kılmak üzere camiye salmaz ki? Ne demek; «Beni salmıyorlar!» Yanında kendinden başka da kimse yoktu! Allah Allah…

Hacı Ömer, namazı nasıl kıldı bir kendi biliyordu, bir de Allah. Namaz biter bitmez, soluğu caminin imamı Mehmet Hoca’nın yanında aldı.

–Hocam az dur hele, bir şey söyleyeceğim.

–Buyur Hacı ağabey. Hayırdır! Betin benzin atmış…

–Hocam, namazdan önce bahçede oturuyordum. Bilirsin senin ezan okuyuşunu dışarıdan dinlemek çok hoşuma gidiyor.

–Estağfirullah ağabey.

–Neyse, yanıma acayip bir adam geldi oturdu. Pür-edep ezanı dinledi; ama namaza gelmedi. Üstelik çağırdım da…

–Allah Allah… Belki de yorulmuştur. Az nefes almaya gelmiştir. Allâh’ın evini kimden esirgeyeceğiz. Oturmuş, gitmiştir.

–Ha bir de şey dedi: «Beni içeri salmıyorlar…»

Tam o sırada Mehmet Hoca, tâ talebelik yıllarına gitti. Yıllar önce hocası, bir namaz sonrasında bir efendi-köle hikâyesi anlatmıştı:

“Oradaki efendi, müslüman köleyi camiden almaya gitmişti. Köle; uzun bir süre dışarı çıkmayınca efendisi caminin kapısına kadar gelip köleyi çağırınca, köle şöyle dedi:

–Efendim salmıyorlar, gelemiyorum.

–Hayırdır oğlum, kim salmıyor?

–Seni içeri salmayanlar, beni de dışarı salmıyorlar…”

Bu arada Hacı Ömer caminin bahçesini yoklayıp geldi.

Telâşla;

“–Mehmet Hocam, bu adam hâlâ kapıda…” dedi.

–İyi o zaman, gidip konuşalım. Neyin nesiymiş bir bakalım.

–Hocam! Hocam! Adam art niyetli biri olmasın, akşam akşam dikkat et istersen… Benim gözüm pek tutmadı bu adamı!

–Hacı ağabey müsterih ol sen…

Mehmet Hoca, otuz yıl mihraba hizmet etmiş, son derece hassas ve rakîk gönüllü bir hizmet ve gönül adamıydı. Emeklilik başvurusu yapmaya gittiği gün, şehrin genç müftüsü onu vazifeye devam noktasında ikna etmiş ve o gün bugündür hizmete aşkla devamını sağlamıştı. Müftü Bey;

–Mehmet Hocam! Siz ömrün kemal yaşlarındasınız. Şimdi sizin için mihrabın hakkını vermenin zirve dönemleri… Eğer herhangi bir sağlık probleminiz yoksa, devam etmenizden yanayız. Bu ümmet sizden ve yetiştirdiğiniz hâfızlardan daha çok istifade edecek inşâallah…

Hoca, bu hoş teklif üzerine;

–Müftü Hocam, eğer siz, vazife yaptığım yeri işgal değil, ihyâ ettiğim kanaatinde iseniz; ben bu vazifeye aşkla devam ederim. Büyüklerimden öğrendiğim, hayatıma yön veren önemli bir kilit taşı da; bu tür hizmetlerin emekliliğinin ancak teneşirde olacağı, gerçeğidir. Teşekkür ederim…

Bu hoş teklifin üzerinden beş sene geçmiş, bir dergâh misali cami, hizmetine aynen devam etmişti.

Caminin bahçesine çıktıklarında Mehmet Hoca, bu acayip adamı tanır gibi oldu; ama çok eski bir tanıdık olmalıydı ki ismi zihninde yankılanmadı:

–Beyefendi hoş geldiniz. Ağabeyler uzun süredir beklediğinizi ilettiler. Yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı?

Adam biraz boğuk, biraz da donuk bir ses tonuyla cevap verdi:

–Hoş bulduk Mehmet Hoca!

Bu arada bu acayip adam Mehmet Hoca’yı baştan aşağı şöyle bir süzdü…

–Mâşâallah Mehmet Hocam; yıllar senin o güzel gönlüne, yüzüne sadece güzellik ve nur eklemiş. Senden hiçbir şey götürmemiş. Böyle biri olacağın kırk yıl öncesinden belli idi.

Mehmet Hoca’nın yüzü bir anda nar gibi kızardı. Bu yabancı adamın sözleri hocayı çok şaşırtmıştı. Kimdi bu adam?

Adam devam etti:

–Hocam seni çok şaşırttım herhâlde. O güzel sesini ve sana mahsus nağmeleri nerde duysam tanırım. Bilirsin…

–Bana mahsus nağmeler…

–Abi nağme yarıştırdığın kaç kişi vardı Allah aşkına?

–Tam hatırlayamadım; ama sesi güzel kendi güzel bir Necati kardeşim vardı…

–Aynen öyle kardeşim. Bir zamanlar öyle olan bir Necati kardeşin vardı…

–Eee ne oldu ona? Maâzallah.

–Yok ölmedi! Hoş ölse daha mı iyi olurdu bilmiyorum ama…

–Eee ne oldu o zaman? Bu arada sen kimsin be adam?

–Ben, bir zamanlar o tarif ettiğin kişiyim. Şimdi ise sefih ve tam mânâsıyla müflis bir Necati…

–Necati! Sen ha! Vay be, dediğin gibi tam kırk yıl oldu.

Necati, o kırk yılı dört dakikada özetledi. Caminin çay ocağında demlenen hasret dolu sohbetin nihayeti çok acı idi. Necati, hâfızlığını bitirdiği gün yurttan ayrılmıştı. Bu kaçarcasına bir ayrılıştı ve kaçış o kaçış… Hâlâ daha Kur’ân’a ve Allâh’a yönelemeyen, boş arzuların zebûnu olmuş koskoca bir kırk yıl. Nesini anlatacaktı ki? Sanki başkaları ona zorla yaptırmışlardı o hâfızlığı… O uzaklaştıkça Kur’ân-ı Kerim daha da uzaklaştı ondan. Hâlbuki Kur’ân’ın kendine bir adım atana, misliyle mukabelede bulunduğu gerçeğini lâyıkıyla bir idrak edebilseydi, bir ömür kaçar mıydı ondan?

Sükûneti Mehmet Hoca bozdu:

–Peki, seni buralara getiren şey nedir kardeşim?

–Tamamen tesadüf desek yanlış olmaz. Ben çok büyük paralar kazandım. Uzun yıllar sosyetenin zirvesinde yaşadım. Ama o paralara haram karışmıştı. Çok kazanıyordum. Gün geldi, senin bir yılda alamadığını ben bir gecede kumar masalarında bıraktım… Ama Kur’ân’dan hep kaçtım. Sanki bir şeylerden intikam alıyordum. İnanır mısın hocam, her akşam vicdanım bir zebanî gibi başıma dikilir, bana yanlışın zirvesinde yaşadığımı söylerdi… Nedense o vicdanımın ağzını hep tıkadım. Sonunda eşim ve çocuklarım gibi, o da kesti ümidini benden… Şimdi eskiden iş verdiğim adamlardan birinin yanında, inşaat işlerinde karın tokluğuna çalışıyorum. Hoş, ona da borcum var. O da ödeyeceğimden ümidi kesince, beni karın tokluğuna işe aldı. Bu şehirde bir otoyol ihâlesi almış! Derken senin ezan okuyuşunu duydum. İnanır mısın ilk seferde tanıdım. Bugün akşam ezanı idi… Hemen yetişemedim. Üzerimi falan değiştireyim derken yatsıya anca hazır oldum. İnan ardınca namaz kılmak için neler vermezdim. Hoş, verecek bir şeyim de yoktu, Cenâb-ı Hakk’a karşı ilticâ edecek yüzüm de… İçeri girmeye cesaret edemedim. Şimdi o intikam duygusundan eser yok; ama bir şeyler beni içeri salmadı işte, salmadı… Belki de…

Vefâ âbidesi Mehmet Hoca, bu hakikaten müflis arkadaşına yardım etmek istiyordu; ama nasıl ve nereden başlayacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Bu acı tablo ciğerini dağlamıştı âdeta… Bir şeyler söylemeliydi:

–Öyle deme be kardeşim. Ne demişler: «Çıkmadık candan ümit kesilmez!» Tevbe kapısı ecel ânına kadar açık. İstersen geç sen imam ol, Hacı Ömer Ağabey ile ben de cemaat. Yıllar önceki gibi… Abdest aldın mı?

–Almaz mıyım… Ama olur mu öyle? Yıllar var imamlık yapmadığım…

–Olur tabiî.. Senin için farzı edâ, bizim için nâfile. İki taraf için de kâr… Hem her şeyin bir ilki olur elbet.

Necati, yılların hasretini ilk defa hissetti iliklerinde. Meğer bu ânı ne kadar özlemiş… Necati’nin bu namazı âdeta onun necâtı olmuştu. Ölmeden evvel bu fırsatı lutfettiği için şükür secdelerine kapandı Rabbine… Namazdan sonra raftan kemâl-i edeple bir Kur’ân-ı Kerim aldı eline. Defalarca öptü ve sıkıca bağrına bastı:

“Allâh’ım ne olur hâfızlığımı kurtarmadan canımı alma! Allâh’ım ne olur…”

Onun bu ibret dolu hâli, tam mânâsıyla ayân olmuştu Mehmet Hoca’ya. O da hayatın bu çıkmaz sokaklarından kendini koruduğu için kapandı şükür secdelerine…

Hacı Ömer; zengin bir sülâleden gelen, hatırı sayılır bir ticaret erbabı idi. Şimdi söz sırası ondaydı. Bu tabloya şahit olup da gafil kalmak olmazdı… Elini Necati’nin omzuna koydu ve yanına çömeldi;

–Kalk bakalım Necati kardeş! Öncelikle seni şu borç batağından nasıl kurtarırız bir hâl çaresi bulalım; gerisi Mehmet Hoca’nın gayretine ve senin nasibine kalmış…

Necati, daha önceleri çok duyduğu; ama hiç kulak asmadığı, yeniden doğmanın ne demek olduğunu ilk defa bugün, altmış küsur yaşında anlamıştı. O da kendisine aralanan bu fırsat kapılarından bir an önce nasibdâr olmak istiyordu. Belki bu, son şansı olabilirdi…