NASİPSİZLERİN NASİPSİZ BAHANELERİ

YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

13

İslâm Güneşi her tarafa nüfûz ederek karanlıkları aydınlatmaya başlayınca, karanlık tıynetli müşrikler Dâru’n-Nedve adı verilen meclislerinde toplandılar. Ateşli tartışmalardan sonra, aldıkları kararı uygulamak için hemen bir heyet oluşturup Ebû Tâlib’e gönderdiler.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ı şikâyet edecekler ve amcasından O’nu bu işten vazgeçirmesini isteyeceklerdi. Bu maksatla gelen müşrik heyeti şunlardan oluşuyordu:

Utbe bin Rebîa, Şeybe bin Rebîa, Ebû Süfyân bin Harb, Ebu’l-Bahterî bin Hişâm, Esved bin Muttalib, (Ebû Cehil) Amr bin Hişâm, Velîd bin Muğîre, Nübeyh bin Haccâc, Münebbih bin Haccâc, Âs bin Vâil.1

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı İslâm dâvâsından vazgeçirmek için gelen bu heyet; hiç zaman kaybetmeden Ebû Tâlib’e biraz ihtar, biraz öfke ve biraz da tehditvârî bir tavırla geliş gayelerini anlattılar:

–Ey Ebû Tâlib! Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımıza dil uzattı! Dînimizi yerdi! Akıllarımızı, hafif akıllılık ve akılsızlık saydı! Baba ve atalarımızın da dalâlet ve sapkınlık içinde ölüp gitmiş olduklarını iddia etti! Sen; ya O’nu bizimle uğraşmaktan alıkoyarsın, ya da aramızdan çekilir, bizi O’nunla baş başa bırakırsın! Zaten, sen de bizim gibi muhalifsin! Sen aradan çekilirsen, biz O’nun hakkından geliriz!”2

Ebû Tâlib, gelen bu heyeti dikkatli bir şekilde dinledikten sonra; güzellikle, güler yüzle, yumuşak ve tatlı sözlerle başından savdı!3

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a bu kadar karşı koyan, nasipsiz müşriklerin derdi neydi? Kendilerini haklı saydıkları sebepleri şöyle sıralayabiliriz;

Mekkeliler, yüzlerce yıldan beri putperest idiler. İbrahim ve İsmail -aleyhimesselâm-’ın tevhîd mâbedi olan Kâbe; içine ve çevresine dikilen üç yüz altmış putla, puthaneye çevrilmişti. Evlerinde putu bulunmayan, evlerine girerken de, evlerinden çıkarken de ona el, yüz sürmeyen kimse yoktu. Peygamberimiz -aleyhisselâm- ise onların bu putperestliğini yeriyor; hatıra, gönüle bakmaksızın ve hiç kimseyi istisnâ etmeksizin, putlara taparak küfür ve dalâlet içinde ölüp gitmiş olan baba ve atalarının da cehenneme atıldıklarını, helâk olduklarını söylemekten çekinmiyordu. Oysa müşriklere göre, putlara tapmaktan daha üstün bir din yoktu ve olamazdı!4

Mekke şehri, ilâhî mâbed olan Kâbe ile, Arap ülkesinin biricik dînî merkezi olup, oraya hac mevsiminde hac için, diğer zamanlarda da umre için, her taraftan akın akın gelinirdi.

Bunun için,

• Kâbe’yi açmak, kapamak, korumak demek olan Hicâbe;

• Hacıların su ihtiyacını karşılamak demek olan Sikâye;

• Hacılara yemek yedirmek demek olan Rifâde gibi dînî hizmetlerin yanı sıra,

• Dâru’n-Nedve diye anılan idare meclisi ile;

• Sancaktarlık demek olan Liva;

• Başkumandanlık demek olan Kıyâde gibi askerî hizmetler de ihdas ve kabîlelerin ulularına tevcih edilmiş bulunuyordu.

Babadan evlâda geçen bu hizmetler, kendilerine hem büyük nüfûz, hem de büyük çıkarlar sağlamaktaydı! Bunun için, müşrik uluları, kendilerinin dînî ve ticarî durumlarını sarsabilecek her harekete karşı koymayı çıkarlarının bir gereği saymakta idiler!5

Peygamberimiz -aleyhisselâm, azılı müşriklerin kötülüklerini ortaya döken âyetleri okuyup duruyordu. Müşrik ulularından kimi bu ve benzeri âyetlerde sıralanan kötülüklerin tümünü, kimisi de bir kısmını kendisinde bulup gocunmakta; bu kötülüklerle teşhir edile edile, bir gün gözden düşebileceklerinden kaygılanmakta ve tedirgin olmakta idiler!

Kureyş uluları; kendileri için üstün bir hak tanımayan, herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit tutan ve;

“Sizin, Allah katında en şerefli ve değerli olanınız, Allah’tan (Allâh’ın emirlerini yerine getirmemekten) en çok sakınanınızdır.” (el-Hucurât, 49/13) diyen bir dîni, nasıl benimseyebilirler, içlerine sindirebilirlerdi?! Nitekim, İslâm düşmanlarının en azılılarından olan Ebû Leheb bir gün şöyle haykırmıştı:

“–Ey Muhammed! Ben sana îmân eder, müslüman olursam, bana ne verilir?”

Peygamberimiz -aleyhisselâm- da bu çıkışa şöyle cevap vermişti:

“–Müslümanlara ne verilirse, sana da o verilir!”

Ebû Leheb tekrar sormuştu:

“–Onların üzerinde, benim için bir üstünlük olmayacak mıdır?”

Peygamberimiz -aleyhisselâm- da;

“–Daha ne istersin?” diye soruya soruyla cevap verince Ebû Leheb deliler gibi haykırmıştı:

“–Benim şu sıradan insanlarla bir tutulacağım bu dîne yuh olsun!”

Bu kadarı ile yetinmeyen nasipsiz amca yine bir gün şöyle zırvalamıştı;

“–Muhammed bana, görmediğim birtakım şeyler va‘dediyor! Onların öldükten sonra olacağını söylüyor! O, bu vaatlerden başka; acaba ellerime, avuçlarıma ne koydu?”

Daha da ileri gidip ellerine üfledikten sonra şunu diyecek kadar alçalmıştı;

“–Yuh sizlere! Ben sizde Muhammed’in söylediklerinden hiçbir şeyin mevcut olduğunu görmüyorum!”6

Kureyş aileleri arasında, öteden beri, birbirlerine karşı çekememezlik huyları ve üstünlük dâvâları vardı. Bunun için, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın, Hâşim oğulları arasından peygamber olarak ortaya çıkmasıyla Hâşim oğulları ailesinin öteki ailelere karşı ezici bir üstünlük sağlayacağını düşünerek bundan telâşlananlar olmuştu. Nitekim, Ebû Cehil bu yoldaki duygusunu açıklamaktan kendisini alamamış ve şöyle demişti:

“Biz ve Abdimenâf oğulları, şeref ve şan hususunda şimdiye kadar çekiştik durduk! Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik. Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk ederek diyet yüklendik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bağışta bulunduk. Onlarla kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince, onlar; «İşte, bizden, kendisine gökten vahiy gelen bir Peygamber de var.» dediler! Biz, bunun dengini nereden bulup onların dengine ulaşacağız? Vallâhi, biz hiçbir zaman O’na inanmayız, O’nu tasdik etmeyiz! O’na vahiy geldiği gibi, bize de vahiy gelinceye kadar!”7

Yıllar sonra İslâm ile şereflenecek olan Muğîre bin Şûbe diyor ki:

Ben ve (Ebû Cehil) Amr bin Hişâm, Mekke sokaklarından birisinde yürüyüp giderken, Rasûlullah -aleyhisselâm- bizimle karşılaştı. Her zamanki gibi güler yüzle bize selâm verdi ve Ebû Cehil’e döndü;

“–Ey Hakem’in babası! Gel, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne tâbî ol da, ben senin hakkında Allâh’a duâ edeyim!”8

“–Yâ Muhammed! Sen ilâhlarımıza dil uzatacak, onlara tapmaktan bizi men edeceksin, ancak tebliğ ettiğin şeylere şahâdet getirmemizi isteyeceksin, değil mi? Vallâhi, ben söylediğin şeylerin hak ve gerçek olduğunu bilseydim, sana tâbî olurdum!”

Rasûlullah -aleyhisselâm- üzgün bir şekilde yanımızdan ayrılınca, ben de dayanamayıp Ebû Cehil’e döndüm ve yanlış yaptığımızı söyledim. O da bana şöyle cevap verdi:

“–Vallâhi, ben iyi biliyorum ki; O’nun söyledikleri hak ve gerçektir!

Fakat, Kusay oğulları;

«Kâbe’nin hicâbe hizmeti bizdedir.» dediler. Biz; «Evet.» dedik.

«Nedve hizmeti bizdedir.» dediler. Biz; «Evet» dedik.

«Livâ hizmeti bizdedir.» dediler. Biz; «Evet.» dedik.

«Hac mevsiminde sikâye hizmeti bizdedir.» dediler. Biz; «Evet.» dedik.

Sonra, onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Öyle ki, at başı beraber oluncaya kadar, onlarla yarıştık durduk. Fakat onlar şimdi; «Bizden bir Peygamber de var.» dediler! Hayır! Vallâhi, işte buna; «Evet.» diyemeyeceğim!”9

Bütün bu bahanelerle yetinmeyen Kureyş ulularının telâkkilerine göre; Kur’ân inecek idiyse, ne diye Kureyş ileri gelenlerinin yaşlı ve zengin olanlarından birisine inmiyordu?

Nitekim, Velîd bin Muğîre şöyle diyordu:

“–Ben Kureyşlilerin seyyidi, ulu kişisi olduğum hâlde nasıl geri bırakılırım da, Muhammed’e vahiy iner? Yahut, Sakîf kabîlesinin seyyidi, ulu kişisi Ebû Mes’ûd Amr bin Umeyru’s-Sakafî de bu hususta nasıl geri bırakılır? Biz, bu iki kentin ulu kişileriyiz!”10

Enâniyetlerinin kulu-kölesi olan bu müşrikler; kendi elleriyle yontup yaptıkları putlara taparak ve taptırarak, hem kendilerini ve hem de kavimlerini helâke sürüklüyorlardı.

Oysa yol birdi, tekti; o da İslâm’dı!

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, öncelikle içinde yaşadığı toplumu, sonra da bütün insanlığı hidâyete davet etmek için gelmişti. Allah ve Rasûlü’ne tâbî olmak gibi bir izzet varken, O’na karşı çıkmak gibi bir zilletin içine düşen müşrikler, gün geçtikçe iyice çıkmaza giriyorlardı.

Peygamber Efendimiz, bütün insanlığa rahmet için gönderilmişti…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

____________

1 İbn-i İshâk, es-Sîretü’n-Nebeviyye, s. 186.

2 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 287.

3 Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 218.

4 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 175-176.

5 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 73.

6 Fahreddîn Râzî, Tefsîr-i Kebîr, c. 23, s. 167.

7 Halebî, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 1, s. 497.

8 Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 206-207.

9 Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 144.

10 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 73.