Îman ve İslâm Güneşimize, KİM, NASIL, NE ÜFLÜYOR?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Meşhur camilerin birinde namaz sonrası mihraptaki misafir imam, gözleri nemli, şöyle hitap ediyordu:

“–Ey muhterem cemaat!

Biliyorsunuz burada 20 yıl imamlık yaptım. Fakat maalesef size ilk defa bugün abdestli olarak namaz kıldırmış bulunuyorum. Çünkü henüz bir müddet önce îmân ettim, daha yeni müslüman oldum. Şimdi; hem çok kederli ve üzüntülüyüm, hem de son derece heyecanlı ve sevinçliyim. Meğer îmanlı bir namaz, ne kadar tatlıymış. Îmân ile edâ edilince namaz ne kadar da huzur verici bir ibâdetmiş. İnançsızlığım yüzünden bu mânevî lezzeti ve huzuru hiç bilmediğim ve tatmadığım için, yazık ki nice yıllar kaybettim!

Maalesef;

Emekli olana kadar kâfir bir kimse idim. Müslüman halkı ifsâd için yetiştirilmiş bozuk niyetli bir yabancıydım. Vazifem de, her fırsatta, yani zemini müsait bulduğum her yerde îmanlar üzerine mikrop saçmaktı. Son ve yegâne, kusursuz ve sapasağlam tek hak din olan İslâm hakkında; virüslü fikirler ve tuzak yorumlar ortaya atıp da saf ve tertemiz müslüman beyinleri ve gönülleri bulandırmak ve böylece dinden uzaklaşmalarını sağlamaktı. Bu yolda neler yapmadım neler! Uydurulmuş yığın yığın iftiralar attım. Oryantalistlerin İslâm’a zarar vermek için asırlarca kafa patlatıp uydurduğu çamurlu lâkırdıları hutbelerime kattım. Özellikle Hazret-i Peygamber muhabbetinden koparmak için çok uğraştım. Çünkü O’nun yaşayışı, hadisleri ve sünnetleri; dînin özüydü, Kur’ân’ın hayat olmuş şekliydi. Bu gerçeği devre dışı bırakmadan, İslâm’a zarar vermek mümkün değildi. Bu sebeple; O’nunla alâkalı her türlü fazîlet, muhabbet, mârifet ve şahsiyet temeli olan en sıhhatli bilgileri de, sevgileri de, güzellikleri de, özellikleri de, hattâ mukaddes ve emsalsiz dengeleri ve mükemmellikleri de zedelemeye çalıştım. En müsbet / olumlu doğruları bile en menfî / olumsuz ifadelerle dile getirdim. Övgülerimin arasına dahî mutlaka zehirli bir tenkit yerleştirdim. O yıllarıma eyvahlar olsun; durmadan çeşitli bahaneler ürettim ve onlarla hiçbir şekilde şeytânî yalanları değil, sadece Rahmânî hakikatleri taşladım. Fakat kendimi taşlamışım, âhiretimi taşlamışım.

En nihayet;

Kim bilir içinizden hanginizin duâsı kabul oldu. Onca günahım ve hatalarım arasında bilmeden de olsa kim bilir belki yüce Allâh’ın hoşuna gidecek küçücük bir doğru davranış, yüce âlemde vesile oluşturdu. Bilemiyorum, fakat tamamıyla Rabbimin fazlı, lutfu ve inâyeti sayesinde bu mücrim kula da, elhamdülillâh, hidâyet kapısı açıldı.

Çok şükür ki;

İş işten geçmeden; gönlü muhabbet, rahmet ve hikmet dergâhı olan bir Allah dostunun sayesinde, îman ve tevbe pınarından kana kana içtim. Sonsuz elhamdülillâh! O pınarlar, işte ebediyet kevseri. Rabbim bu mevzuda susuz kalmış bütün yüreklere de bol bol içirsin. Çorak bağrım, ben o pınarlardan içince cennete döndü. Çöl gibi aklım; hak kevseri tadınca, rahmet deryasına yöneldi. İlk iş olarak da hemen koşup buraya geldim. Sizden helâllik almaya geldim. Samimiyetle ve candan bir tevbeyle îmân eden bu âciz kula hakkınızı helâl edin!

Yüce Rabbimiz ve Hazret-i Peygamberimiz hatrına helâl edin! Âhirete bırakmayın; helâl edin!”

Bu şekilde sözlerini noktalayan emekli imamın boynu öne eğildi, dili ve kalbi sükûta büründü.

Cemaatten;

«Helâl olsun, helâl olsun; mübârek olsun!» sesleri yükseldi.

Gönüller îman coşkusu ile taşmış, gözler yaşarmıştı.

Sayfalar dolusu mesele ve gerçekleri ihtivâ eden bir tarih yaşanıyordu.

Hakla bâtıl arasında asırlar boyu devam eden bir mücadelenin en doğru hakikati ve gerçek neticesi tezâhür ediyordu.

Mihraptaki şahsın yeni hâli; bilginin ve inancın kıblesini gösteriyor, ezeldeki sözü tazeliyordu. Etrafına huzur ve mutluluk vesilesi oluyordu.

Çünkü eski hâli;

Sadece keder ve üzüntüye, kahra sebepti.

Cami çıkışında;

İbret ve Hikmet isimli iki şahıs yeni îmân etmiş tevbekâr hocanın yanına geldiler. Dediler ki:

“–Hocam, sizi tebrik ediyoruz. Îmân etmenizin güzelliğine paralel bir davranış sergilediniz. Buradan hareketle düşündük ki, anlattıklarınızı kalıcı bir derse dönüştürelim. Ne dersiniz?”

Mühtedî hoca;

“–Memnuniyetle…” deyince, hemen hatırı sayılır bir ders halkası kuruldu.

Yaşananlardan çıkarılması gereken bir ders yapılacaktı.

İbret sordu:

“–Hocam, sizin önceki hâliniz üzere -sözüm ona- dîni temsil ediyor görünüp de Kâbe’ye zıt kıblelere hizmet eden başkaları var mı?”

“–Olmaz olur mu ey İbret! Hakikat karşısında âciz kaldığı için kahrolan şeytan boş durur mu?”

Hikmet söze başladı:

“–Hocam, malûmunuz;

Ebedî kazanç veya zararın imtihan yurdu olan fânî dünya, iki zıt kutbun çalkantı ve mücadele meydanı.

Bir yanda hidâyet ve gerçek îmânın hayat ve ilmin hakikat kutbu; diğer yanda dalâlet, sapıklık, zulüm ve küfrün; isyanlar, yanlışlar, sahtelikler, iftiralar ve kötülüklerle dolu yalancılık kutbu.

Her iki kutupta da özellikler, kendilerine göre. Hakikatin temelinde bin bir hikmet, güzellik, ihtişam, müstesnâlık, fikir, ruh, irfan, dirilik ve daima faydalı oluş mevcut. Kötülük ve yalanların temelinde ise ancak bozukluk, berbatlık, gaflet, vesvese, çirkinlik ve daima zararlı oluş var. Bir taraf cennet kutbu, bir taraf cehennem.

Yaşayış ve faaliyetleriyle insanlar, iki kutuptan birine mutlaka dâhil. İnanç, fikir, duygu ve hayat rotalarını belirleyen ve besleyen trafo merkezleri gibi olan bu iki zıt kutup, her hususta birbirine tezat hâlinde. Karşılıklı birer ezelî rakip ve düşman noktalar. Aralarında hiç bitmez bir tenâfür, kesintisiz bir boğuşma yaşanmakta ve bu, varlıklarının zarureti.

Ancak;

Netice her zaman başından belli. Ezelden ebede hakikat kutbu, her dem Cenâb-ı Allâh’ın irade ve garantisi altında olduğundan ve sahtelik ile yalan kutbu da şeytan felâketine dûçâr olduğundan ötürü; Hakk’a ters ve uzak düşen her hamle, nihayetinde daima mağlûp ve zelil olmaya mahkûm.

Öyle değil mi?”

Mühtedî hoca, hayran hayran dinliyor ve başını tatlı tatlı sallayarak tasdik ediyordu.

Sözü İbret aldı:

“–İşte bu yüzden;

Dalâlet, bozukluk, ifsat, isyan ve zulmün oluşturduğu trafo merkezi; ilâhî doğruya karşı zıtlık mücadelesinde başına gelecek, o azabı çok acı neticeden kurtulabilmek ve sahteliği ile yalanını, yüce hakikat karşısında başarılı kılabilmek için neler yapmıyor neler! Entrika üstüne entrika çeviriyor. Maske üstüne maske kullanıyor. Pusu üstüne pusu kuruyor. Ama ne yapsa bir türlü sarsamadığı ve hiç sarsamayacağı ilâhî hakikatler önünde çıldırma derecesinde çırpınıyor da çırpınıyor. Tabiî ki sadece helâkini artırıyor, alevler ortasındaki ziyan ve hüsranını derinleştiriyor. Yazık ki akıllanmıyor. Hakikate teslîmiyetin ebediyet meyvelerini devşirmek yerine, teslîmiyetsizlik ve düşmanlığın sonsuz azabında kütük olmayı seçiyor. Gazap yalazlarını hissedip acı acı feryat etmekte olan rûhunu dinlemek yerine, nefsinin haksızlık kıskacında kalmasını hazmedemeyişin hırsında ve kibrinde boğuluyor, cüceleşiyor, küçülüyor, kahroluyor. Kahroldukça da maddî ve mânevî nesi varsa her şeyini, hattâ îmânını bile; dalâlet ve haksızlığı savunmaya, yanlışa ve bâtıla hizmete kurban ediyor. Aklını da, kalbini de, ilmini de cehâlete fedâ ediyor. Nefsinin üç kuruşluk bilgisini; şeytandaki şekliyle ispat derdi içinde kavruluyor, kavruluyor.

O sefil kavruluşla tutup da kendisine meslek edindiği yegâne vazife ve iş; şeytana avukatlık ve hakikate karşıtlık olarak tezâhür ediyor. Öyle ki;

İçine yılan gibi çöreklenen duygu;

Âdeta ilâhî hakikatten öç almaya kalkışmak gibi bir şaşkınlık ve ahmaklık sergiliyor.

Durumu;

Bindiği dalı kesen bir akılsız, yediği tabağa tüküren bir nankör, hayat damarı olan kanını kirleten bir mikrop olmayı tercih etmiş bir kafa vaziyetinde. O kafada kütüphaneler dolusu olsa bile, her bilgi; pislik içine düşmüş leblebi taneleri gibi ki, ne sahibine şifâ, ne başkasına.

Ne kadar sefil bir fotoğraf!

Taa;

Asr-ı saâdet döneminde Hazret-i Peygamber’i anlamamış çorak idrakli nasipsiz kimselerin sergilediği bir fotoğraf. Hazret-i Peygamber’e karşı Dırar Mescidi kurmaya yeltenenlerin fotoğrafı. Hakk’ın ve hakikatin çöpe attığı bir fotoğraf.

Bâtıl dünyanın fotoğrafı.

Haçlı seferleri ile yapamadıklarını gerçekleştirmek için çareler peşinde koşanlar, yüzyıllardır oryantalist ellerle o kirli fotoğrafın ressamlığını yapıyor. Yalanın, sahtenin, hainliğin yakıştırma metotlarıyla yeni kareler ekliyor ve cetvelle çizilen coğrafyaların şablonlarına göre ayar çekip pazarlıyor. «Bu mühim fotoğrafa sen de bir kare ekle!» şeklinde, nefisleri okşayan rüzgârlar estiriyor. Dış dünyanın bu furyalarına iç dünyadakiler arasında beyni, ilmi ve dirâyeti, kuru bir yapraktan farksız olan bilgiç tipler de; ne yazık ki o dalâlet, sapıklık ve hüsran rüzgârlarına kapılarak îmânıyla da, ahlâkıyla da, fikriyle de, kalbiyle de oradan oraya savruluyorlar. Zalim fırtınadan kendilerini koruyup öz medeniyetlerinin yeşerten toprağıyla buluşacakları yerde, sefâletlerini saâdet zannediyorlar. Kahpe rüzgârlarda savrulduklarını değil, uçaklar gibi kanatlandıklarını farz ediyorlar. Kimisi İslâm bahçesinde olduğu hâlde îman ve ilmini, ahlâk ve hâlini artık yüce Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e değil de, malûm kirli fotoğrafı çizen ellerin sahte harâmîlerine beğendirme yarışına girişiyor. Hakikatin iki dünyada da reddettiği fotoğrafın yalancılıktan ibaret ressamlığına aldanıyor. Herhangi bir tepki ile karşılaşınca da demagojik çığırtkanlığın arkasına saklanıyor. Yani ağzıyla ilâhî nûrun güneşini söndürmek için üflüyor da üflüyor.

Öyle değil mi hocam?”

Yüzünde nûr-i Hudâ parıldamaya başlamış olan mühtedî hoca, yine derin derin tasdik etti:

“–Evet, Allâh’ın nûru olan güneşler güneşini söndürmek için, var güçleriyle ağız ağız üflüyorlar. Böylece âyette buyurulan şüphesiz bir hakikat durmadan tekrar ediyor:

«Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.» (et-Tevbe, 32)

Zaten;

Yanan bir ateş, üflemekle söner mi? Daha da güçlenir.

Aynı şekilde;

Allâh’ın nûru olan İslâm’ın hakikat güneşine üflemek de, sadece onun önüne biriken bulutları kenara çekip o güneşi daha âşikâr görmeye hizmettir.”

İfadenin burasında İbret, söze girdi:

“–Çok doğru. Güneşler güneşini ağızlarıyla söndürmek isteyenlerin her üfleyişi, onu daha âşikâr hâle getiriyor. Ancak o üflemelerin kaldırdığı tozlar, tedbirsiz kimselerin gözlerine gözlerine doluyor ve kalın bir gaflet perdesi oluşturuyor. Problem burada. Dolayısıyla, meselenin özünü bilmeyen tedbirsiz dimağların, acemî gözlerin, taze beyinlerin, dalgın ruhların ve safdillerin; o üflemeleri idrak etmesi, bilmesi gerekmez mi?”

Mühtedî hoca, daha bir canlandı:

“–Evet evet. Yaşanan tıkanıklıklar, aslında değindiğiniz noktada. Eskiden ben de zaten o yönde manevra yapıyordum. İnsanların tedbirsizliğinden istifadeye çalışıyorduk. İlâhî nûru karartma imkânsızlığını gördüğümüzden dolayı bütün çırpınışımız; aslında güneşi söndürmek değil, insanları karanlığa döndürmekti. Biz, söylenenleri hakikat süzgecinden geçiremeyenleri hedef alıyorduk. Yoksa, bilgili bilgisiz fark etmez, bir kimse kalkıp da;

«Güneşte hiç nur yok!» dese, o hurşidin ışığı zâyî olur mu?

Ya da;

«Güneşin içinde buz gibi sular akıyor!» dese, dediği gibi mi olur?

Olmaz ya, süzgeci sağlam olmayanlar için oluyor. Onlar, bu tür şeyleri duyar duymaz, kendilerine de başkalarına da hayretle; «Yahu biz yanlış biliyormuşuz. Bugüne kadar bilginler bizi aldatmış! Meğer güneşte hiç nur ve ışık yokmuş. İçinde de buz gibi sular akıyormuş!» diyorlar. Kaba tabirle oltaya gelenler bunlar. Üfleyicilerin tozları da gözlerini kapattığı için, görerek idrak etme şansları da olmayınca; yalan ve sahte lâkırdılar, kapısız vaziyetteki içlerine kolayca çörekleniyor. Hakikati kalbe sokmamak için çalışan zehirli bir kilit kesiliyor.”

Hikmet, sordu:

“–Üflenen tozlar neler, muhterem hocam? Nasıl üflüyorlar?”

Mühtedî hoca, dolu bir nefes aldı:

“–Aslında hepsi içi boş üfleyişler.

Sadece tozlarla buluşunca iş değişiyor. Yani tozlu ortamlarda olmayanlara hiçbir sıkıntı yok. Ancak eğer tedbirsiz olurlarsa tozlu ortamdakiler için tehlikeli.”

İbret, mevzunun daha açılmasını istedi:

“–Hocam, üfleyişlerin tozlarla buluşmasını daha açık söyler misiniz?”

Mühtedî hoca, «hay hay» mânâsında bir hareketin ardından, önündeki bardaktan bir-iki yudum su içti ve anlatmaya başladı:

“–Öncelikle şunu ifade etmek gerek:

O üfleyişlerin tamamı, bizim batıda, doğu ile alâkalı, oturduğu yerden yalan haber yazan kimseler gibi. Hani Irak’ta; «Müslümanlar tarafından cânîce boynu kesildi!» haberi yapılıp da o boynu kesilen kimse sonradan başka yerde dipdiri kahkahalar içinde ekranlara yakalandı ya, o şekilde.

Hani çamur at, tutmazsa bile izi kalsın mantığı.

Toz üfle; güneşi söndürmese de birkaç gözü kör etse kârdır, kavgası…”

Hikmet, mühtedî hocadan daha net ve nokta tespitler için sordu:

“–Hocam, meselâ?”

“–Meselânın açılımları çok. Arzu ederseniz, belli başlı olanlarını ifade edeyim.”

“–Buyurun hocam!”

Hoca, İbret ve Hikmet’e kararlı nazarlarla baktı:

“–Ben açıklayayım, ancak birlikte anlatalım. Tâ ki iyice anlaşılsın!

İlâhî nûru söndürmek için üflenen tozlar meselesinde birinci sıradaki hedef; Peygamberler Sultanı Efendimiz, Ebediyet Rehberimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-… Çünkü hayat itibarıyla din demek, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- demek. Çünkü O varsa, O’nun hadisleri ve sünnetleri varsa; dînî bir hayat var, sağlam inanç var, gönüllere, sıkıntılar içinde kıvransalar, hattâ ölseler bile kopmayacakları bir huzur ve rahmet var. Fakat bütün bunlar, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmazsa yok.

İşte bunun için neler üflenmiyor ki!

Güya, bir elin on parmağı kadarı hariç bütün hadisler zayıfmış-mış! Sahih değilmiş-miş!”

Hikmet şaşırdı:

“–Fakat hocam, Efendimiz’e verilen en büyük mûcize, söz mûcizesi. Efendimiz’in sözleri ve sünneti hakkında bu tür iddialar, mûcizenin ne olduğunu idrak etmemek demektir. Kaldı ki hadisler ve sünnet hususunda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha yaşarken başlayan en sağlam şekilde tespitlere, en güçlü usuller içinde kayıt altına alınmış olma gerçeğine aykırı ve temelsiz bir iddia; îman mühürlü değil, inkâr mühürlü bir yaklaşım demektir.”

İbret, târize geçti:

“–Aynen öyle.

Ancak üfleyiciler, yine de konuşup duruyor! Nasılsa dilin kemiği yok. Dîni demagojik zeminde üretilmiş fikirlerle bulamaç yapmaya çalışıyorlar.

Neymiş;

Kudsî hadis yokmuş. Olsaymış Kur’ân dışı vahiy demekmiş, bu da mümkün değilmiş.

Güya, Kur’ân dışında vahiy yokmuş, bu sebeple hadîs-i kudsî de yokmuş-muş!

Bu mantık;

Allâh’ı sınırlandırmaya kalkışan daracık bir idrakin kara cehâleti. Yahu bir terzi yüksüğü, sonsuz bir deryaya hudut belirleyebilir mi? Ne haddine!

En doğru cevap Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den:

«Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan bazı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır…» (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)”

Yüzlerce hadîs-i şerif var ki, hep vahye dayanmakta.

Muhammed bin Cahş -radiyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyorduk. Başını semâya kaldırdı, sonra elini alnına koyup şöyle buyurdu:

«–Sübhânallah! Ne kadar ağır bir hüküm indirildi!»

Sükût ettik ve korktuk. Ertesi gün;

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! O indirilen ağır hüküm ne idi?» diye sordum.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, bir kişi Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse; üzerinde bir borç varsa, borcu ödeninceye kadar cennete giremez.»” (Nesâî, Büyû, 98/4681)

Hikmet sordu:

“–Bu cümleler vahyin dışında mümkün mü?”

İbret, ayağa kalktı:

“–Asla değil. Mümkün demek, başka isnatlar doğurmak isteyen yalancıların işidir. Mümkün demek, Peygamber ifadesine bîgâneliktir, O’nun söylediklerini önemsemeyiştir. O’nun kendine göre konuştuğunu sanmaktır. Daha doğrusu, O’nu kaale almayıp keyfince sapkınlık yapabilmek için bir münkir bahanesidir bu. Asr-ı saâdette de böyle bahanelere bulaşanlar olduğundan, cevabı bizzat Cenâb-ı Hak, yüce Kur’ân’a nakşetmiştir:

«O, hevâsına göre konuşmaz. O (bildirdikleri) kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir.» (en-Necm, 2-3)

Yani;

Ne söylerse O Nebî, devâ,
«Ve mâ-yentıku ani’l-hevâ…» (Seyrî)

Zaten;

«Kim Kur’ân hakkında kendi re’yi yani görüşü ile (hevâsı ile) söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın!» (Tirmizî, Tefsîr, 1/2951) buyurulurken hevâya göre konuşmuşluk olur mu? Zerre kadar olmaz.

Hattâ hevâdaki isabetin bile makbul olmadığı;

«Kim Kur’ân hakkında kendi re’yi ile bir şey söylerse, bu görüşünde isabet etse bile hata etmiştir.» (Tirmizî, Tefsîr, 1/2952) şeklinde vurgulanırken, ilâhî vahiyden kopukluk ne mümkün?

Ey mühtedî hoca, ey Hikmet, bütün bu düsturlara rağmen hadîs-i şeriflerle nasıl oluyor da uğraşabiliyorlar?”

Sözü Hikmet aldı:

“–Hazret-i Peygamber’in hadisleri ve sünneti, dînin hayata yansıyan yönüdür, yaşayış şeklidir, yani hayat olmuş hâlidir. Bu sebeple açık veya gizli bütün din düşmanlarının en büyük hücumu, hadis ve sünnet üzerinde yoğunlaşır. Çünkü onları bertaraf etmeden dîni yıkmak mümkün değildir. Çünkü yaşanan ve hayat olan bir şeyi devre dışı bırakmak, normalde imkânsızdır. Ancak hayat damarları kesildiğinde her bünye gibi din de canlılık ve varlığını kaybedeceği için, saldırılar bu noktada birikir. Dolayısıyla bu yöndeki muârız çalışmalar, yer yer akademik zemini de kullanan absürt fikirler, virüslü tespitler, sözüm ona değerlendirmeler; iyi niyet ambalâjları ve ilmî faaliyet makyajları ile geçiştirilecek basit şeyler değil.

Kur’ân’ı ilk emrine paralel bir mahiyet içinde okuyabilen kimse, orada baştan sona şu temel gerçeği mutlaka görür:

Dînin takvâ eksenli yaşayışını devre dışı bırakacak her yorum, fikir, tespit, teşhis, hüküm ve değerlendirme; kesinlikle merduttur, menfurdur, nifaktır, dalâlettir, cehâlettir. Şeytan cesaretidir. Kalbin mânevî intiharıdır.

Çünkü Kur’ân’ın her âyeti, her vurgusu, her beyânı dinde takvâlı ve doğru bir yaşayışı gerçekleştirmekten ibarettir. Îmanla beraber mutlaka amel-i salih, yani dîni, takvâ ekseninde yaşayış; yegâne şart, yegâne farz. Peki, olmayan bir yaşayış, farz olur mu? O yaşayışı ortadan kaldırmaya yönelik değerlendirmeler, ilim sayılır mı? Akademik çalışma kabul edilir mi? Edilirse bu kimin kabulü olur? Dostun mu, düşmanın mı? Rahmân’ın mı şeytanın mı?”

Mühtedî hoca; «Daha neler var!» dercesine elini salladı ve açıkladı:

“–İfade ettiğiniz hakikatlere itiraz edemeyecek vaziyete düştüklerinde de farklı bir hücumları var üfleyicilerin.”

İbret sordu:

“–Nedir?”

Hoca, şahâdet parmağının orta boğumuyla başına tık tık dokundu:

“–Kafadaki sihri keşfetmişler. Artık;

Hadis ve siyer rivâyetlerini de akıl süzgecinden geçirilmeliymiş-miş!

Öyle ya;

Bir üfleyicinin aklı, hadislere süzgeçlik yapabilecek bir çapta. Sanki Hazret-i Peygamber’den daha çaplı. Ne kolay; boş bir lâf edip de dopdolu bir; «Vay be!» çektirme çalışması. Fakat ne mümkün! Hele hak ettiği, sadece; «Yuh!» iken?

Bir kere;

Her şeyden önce aklı iyi bir süzgeçten geçirmeli ki işe yarasın. Bilhassa hadislerin ve siyer-i Nebî’nin süzgecinde aklı iyice süzmeli. Yoksa süzülmemiş olan bir akıl, elindeki zekâ çokluğunda aşırılaşmakta, bilgi küpü olabilmesine rağmen kendisindeki basiret yokluğunu giderememekte ve bal ile tuvalet atığının arasında fark görmeyen bir ahmağa dönüşmektedir. Tutup da onu terazi, ya da süzgeç olarak kullanmak, nasıl bir mantıktır? Aklı aldatan bir mantıktır. Bu bir sineğin; güç gösterisi adına, üzerine yüz tonluk bir kaya koydurmasına benzer. Neticeyi söylemeye gerek yok.

Peki?

Hadiste ve siyerde süzgecin lâzım olduğu yerler yok mu?

Var. Gerek süzgeççiler yüzünden var, gerek hasımlar, gerekse menfaatperestler yüzünden var.

Ancak;

Onları süzmenin yolu, sahâbeden beri en doğru şekilde mevcut. Hadis Usûlü ilmi.

Onun orijinal ve samimî erbabı olmayanlar, aklın sığ damlası içinde gaflet çalkantıları sergiliyorlar ve bunu da okyanus kabarması zannediyorlar. Böylece; «Ya hayr söylemek yahut susmak» fazîletini sergileyemiyorlar. İç gelgitleri arasında lâkırdı üstüne lâkırdı yapıyorlar. İşte bir lâkırdı daha:

Güya, İsrâ ve Mîrac hâdisesi rivâyetlerdeki gibi değilmiş. İsrâ hâdisesinde Hazret-i Peygamber, yürüyerek güya Mekke’deki bir mescide gitmiş-miş!..

Yahu;

O mûcizenin yaşandığı demde Mekke’de Kâbe’den başka mescid var mı?

Kaldı ki, İsrâ ile alâkalı bilgiler mütevâtirdir. Onu rivâyet eden sahâbe sayısı 40’ın üzerindedir.” (Kettânî, Mütevâtir Hadisler, no: 259)

İbret, yine hatırlattı:

“–Unutmamalı;

Nassların zâhirî mânâlarını bir kenara itip de Bâtınîlerin uydurduğu yalan yanlış sinsi mânâlar türetmek, küfürdür.”

Hikmet, mevzuu biraz daha derinleştirdi:

“–Bazıları bir türlü anlamıyor;

Var olan hiçbir şey; aklı ermeyen ve anlamayan kimselerin yok demesiyle, yok olmaz. Bilâkis inkâr ederek yok deyişler bile, var olduğuna işarettir. Nasıl ki Allâh’ın var oluşu; O’na yok diyen ateistin inkârı sebebiyle asla yok olmuyorsa; her yüce hakikat de, bilgi makinelerinde aşk elektriği bulunmayan kimselerin ağzıyla var veya yok olmaz.

Yine de;

Konuşan konuşuyor.

Özellikle de;

Efendimiz’e kalpleri yaklaştıracak olan yüce aşka uzak düşenler, aldandıkları cüce ve yabanî bir hissiyatın psikolojisi iddia ediyor:

Güya, Peygamber Efendimiz’in alnındaki nûrun ve iki omzu arasındaki peygamberlik mührünün aslı yokmuş-muş!

Bunu;

Eğer bir kimse, sevgisizliği veya îmansızlığı sebebiyle söylüyorsa; onunla hakikat konuşulmaz. Çünkü o kimse, kendini idrake değil inkâra göre kodlamıştır. Fakat mü’min olduğu hâlde aynı hataya düşenler bilmeli ki, Buhârî ve Müslim dâhil bütün hadis kitapları şu malûmatı verir:

Pek çok sahâbî, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvet mührünü gördü, fart-ı muhabbetle öpmek için gayret sarf etti. Devamlı O’nun yanında bulunmuş ve O’nu görmüş gözlerden Ebû Hüreyre -radiyallâhu anh- diyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha güzel birini görmedim, sanki mübârek yüzünde güneş akıp gidiyordu…” (Ahmed, II, 380, 350)

Hind bin Ebî Hâle – radiyallâhu anhâ-’nın ifadesi de şöyle:

“Mübârek yüzü dolunay gibi parlardı… Burnunun üzerinde her tarafını kaplayan bir nur vardı.” (Tirmizî, Şemâîl, no: 7)

Görenler, bizzat O’nun yanında yaşamış olanlar; böyle anlatıyor.

Hâl böyleyken;

O’nu hiç görmemişlerin bu hakikatlere zıt bir itirazcı dille konuşması, imkânsız olmasına rağmen, sırf hafife almak için çırpınan bir adam tarzında iddialarda bulunması; akademik bir bilgiyi mi ifade eder, yoksa haddini bilmemeyi mi, ya da sinsi virüs gibi kötü bir ârızayı ve hastalığı mı?”

Mühtedî hoca da, gittikçe daha barizleşen bu gerçeklerin derinliği ve güzelliği karşısında coştu:

“–Dostlar!

Her zaman şahit olmuşumdur ki;

Âşıklar zirvesindeki gözlerle değil, karşıtlar dehlizindeki gözlüklerle bakanlar; daima yersiz ve gereksiz hatalara sürükleniyorlar:

Güya, melekler, Bedir’de ve diğer muharebelerde yardıma gelmemiş-miş! Âyetlerde geçen meleklerle yardım meselesi, sadece psikolojik yardımmış-mış!

Zamanın hastalığı.

Kişiye özel masal yorumculuğu ve «bence»lere alışa alışa, neticede en alâkasız gerçeği bile psikoloji ile açıklamak. Psikoloji, kendi sınırları içinde bir vâkıa. Fakat o sınırlar dışındaki sahaların temel gerçeği değil. Hele ki hakikatleri yanlış yönlere çekmek için kullanılabilecek bir bahane sistemi değil.

Bedir’e katılanlar, o muharebeyi hayallerinde yaşamadılar ki! Can verdiler, can aldılar. Allâh’ın yardımına zâhiren şahit oldular. Efendimiz; onlara bu ilâhî yardımı, âyetin diliyle şöyle ifade etti:

«…İndirilmekte olan üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi kifâyet etmez mi? Evet, siz sabır gösterir ve takvâ üzere hareket ederseniz, onlar da (müşrikler de) hemen şu anda üzerinize geliverirlerse; Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.» (Âl-i İmrân, 124-125)

Sahâbîlerden Ebû Davûd el-Mâzinî ve Huveytıb – radiyallâhu anhümâ-, meleklerin Bedir’de savaştıklarını gözleriyle gördüklerini bildirmişlerdir. Huveytıb diyor ki:

«‒Ben Bedir’de müşriklere karşı savaşmış, ibretli hâdiselere şahit olmuş ve melekleri görmüştüm. Onlar gökle yer arasında yakaladıkları müşrikleri öldürüyor ve esir alıyorlardı. Kendi kendime; ‘Bu Peygamber mutlaka Allah tarafından korunuyor.’ dedim.» (Hâkim, Müstedrek, III, 562/6084)

Ebû Davûd el-Mâzinî de şöyle anlatıyor:

«‒Bedir savaşında müşriklerden bir adamı yakalayıp öldüreyim diye takip ettim; yakaladığımda daha kılıcımı ona dokundurmadan kellesinin yere düştüğünü gördüm. Anladım ki onu benden başka biri (melek) öldürüyor.» (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 450)

O günü yaşayanların anlattıkları gerçekler çok.”

İbret, vurguyu tamamladı:

“–Yaşamayanların da oradaki ulvî hakikatler gönülleri yeşertmesin diye, ağızlarıyla üflediği lâkırdılar çok…”

Mühtedî hoca, eliyle önündeki kitaba dokundu:

“–Tamamen öyle.

Aslında üfleyiciler, köşeye sıkışmamak için her güçlü hakikati, hattâ mûcizeleri bile inkâr yolunu seçiyorlar. Kirli ağızlarıyla üflüyorlar:

Güya, mûcize diye de bir şey yokmuş-muş!

Oysa;

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlere ait mûcizelerle dolu. Yüce kelâmda, Peygamber Efendimiz’e ait mûcizeler de geçiyor. Üstelik Efendimiz’in mûcizeleri, sahâbe tarafından da tevâtür derecesinde nakledilmiştir. Yani yanındakiler onlara net bir şekilde şahit. Fakat kem bakışlılar; bunu görmezden gelerek yine de yalanlarını üflüyorlar, göremeyecek birkaç kurban avlamak için.”

İbret yine hatırlattı:

“–Şu hükmü tekrarlamak lâzım:

Kur’ânî hakikatleri inkâr, küfürdür. Te’vil ve yorum gibi lâkırdılara sığınarak da olsa, âyetlerin aslına ters düşmek de; inkârın farklı bir şeklidir, küfürdür.

Mütevâtir sünnet de, kesinlik ifade eder. Onun da inkârı küfürdür.”

Mühtedî hoca, bir meselenin altını çizdi:

“–Ancak onlar, küfür görünmeyecek şekilde kılıflar üretiyorlar. İnkâr eder gibi değil de, tevhîdi ikāme ediyor, doğruyu yerli yerine oturtuyormuş gibi üfleme yapıyorlar. Bu şekilde «-mış gibi»lik, onlara cesaret veriyor. Küfür ile itham edilmekten kurtaracak şekilde tedbirli olmayı elden bırakmıyorlar. Âyetleri kabul ediyor, sıralamayı hatalı buluyorlar. Şunu da üflüyorlar:

Güya, âyetlerin sıralaması yanlışmış-mış!..”

İbret, istihzâ ile güldü:

“–Haydi oradan şaşkınlar!

Âyet Allâh’ın da, sıralama sizin mi? Bir harfle bile bütün dilleri âciz bırakan ilâhî kudret, en ufak tahribi kabul etmeyen ve beşerî parantez girdiği için kaç tane kitabını nesh eden irade; kıyâmete kadar bizzat koruyacağını beyan ettiği son yüce kitabını, tutup da sıralama yanlışına kurban verdi, öyle mi? Hey gidi densizler! Hey gidi sinsi düşmanlar! Zavallı cahiller!”

Bu defa hükmü, Hikmet hatırlattı:

“–Doğru bilgi sahibi olan herkesin bildiği bir gerçektir bu: Âyetler, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle tertiplidir. Aksini iddia, O kusursuz Kādir-i Mutlak’ın, kusursuz kitabını, kusurlu kulların redaktesine bıraktığını söylemek kadar ahmakça olur. Böyle bir hatayı insan kendi eserinde bile yapmıyor. İşinin ehli bir kimse; yazdığı eseri, onun ehli olmayan birine redakte ettiriyor mu? Asla! Kaldı ki, hak olan ilâhî kitapta redakte edilecek en küçük bir kusur olabilir mi? Asla! Elbette olamaz da, bunu anlamak hususunda redakteden geçecek bilgiçler her zaman olur. Fakat unutmasınlar ki, Kur’ân’ın tertibi, mantık itibarıyla da âşikâr bir şekilde Allâh’a ait, bilgi bakımından da tevâtürle sabit. Dolayısıyla inkârı, küfürdür. İlâhî iradeye hata isnadıdır, îmandan kopuştur.

Bu husustaki tevâtüre bir misal:

Hazret-i Osman -radiyallâhu anh- şöyle buyurur:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, birçok âyet birlikte nâzil olunca, vahiy kâtiplerini çağırır, onlara;

«−Şu âyeti, şu şu meselelerin zikredildiği sûreye koyun!» diye emrederdi. Bir veya iki âyet geldiği zaman da aynı şekilde talimat verirdi. (Ebû Dâvûd, Salât, 120-121/786; Tirmizî, Tefsir, 9/3086. Ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr, 2/45)

Eğer tertip, insanların elinde olsaydı, nüzul sırasına göre yazılırdı. Fakat öyle olmamış, ilâhî talimata göre bir sıralama gerçekleşmiştir. Bu sebeple aynı sûrede bazı âyetler Mekkî’dir, bazı âyetler de Medenî.”

Mühtedî hoca devam etti:

“–Bunlar haklı gerçekler ve yanlışı hemen süpüren bilgiler. Biz, eski durumda iken bu bilgiler karşısında âciz düşer, vaziyetimiz belli olmasın diye susmayı tercih ederdik. Sonra cahil bir muhatap bulduğumuzda da aynı lâkırdıları yine söylerdik.

Toz üfleyicilerin tek avantajı bu:

Cahil muhataplar.

Gerçekten onlar;

Kendi lâkırdıları için, daima cahil muhataplar ararlar. Tıpkı kötü satıcıların, malzemeden anlamaz müşteriler araması gibi. Her zaman öyledir. Art niyetli fikir adamları, sinsi niyetli yoz inançlar; kendi pençeleri için daima meseleye hâkim olmayan acemî ve zayıf lokmaları tercih ederler. Tâ ki, rahatça avlayabilsinler.

Bir de;

Zaaflar oluşturup onları kullanmak çok öndedir. İnsanın en mühim zaafı da, kendi «bence»leridir. Onlar bu sebeple sürekli «bence»ler üflerler ve hakikatlerin imza yetkisini o «bence»lerin pençesine takarlar. Sonra da istedikleri gibi kendi avuçlarına düşürürler. Bir insanı hakikate itirazlarla doldurup da kendini onaycıbaşı görmenin şeytânî gururuna düşürdüler mi, zaten, artık o iflâh olmaz. Zavallı şaşkın, artık kalbini uyandırmaya vesile olabilecek ne kadar acı gerçeklerle de karşılaşsa, kendine şöyle diyemez:

«Sen kim oluyorsun da kendini Allâh’a karşı onay makamında görüyorsun?!. Bir bak, insanoğlu bile kendi yaptığı bir icadı ve harika eserleri, bir böceğin onayına ve aklına sunar mı? Bilgisayar hususunda meselâ bir kargadan vize almaya kalkışır mı? Binlerce yıl bilgisayarı kargaya anlatsan, bir gram mesafe alması mümkün mü? Sen de kulsun, karga da kul. Buna rağmen arada dağlar kadar fark var. O hâlde düşünsene;

Yaratan ile kul arasındaki kudret farkı acaba ne kadardır?

Sonsuz değil mi?

Peki;

Kim kimin onayına muhtaç?

Kim kimin kudretine muhtaç?

Kim kimin yardımına, ikramına, takdirine muhtaç?

Kabre girmeden tefekkür gerekmez mi?

Gerekir elbette…»

Ancak;

Üfleyiciler, doğru tefekkürü de hor görüp bâtıl tefekküre revaç vermeye çalışırlar. Sağlam, yerli yerinde ve köklü tefekkürlere; «Eski düşünce, dedelerin fikri!» diye bakarlar ve başıbozuk absürtlüklere de; «İşte orijinal düşünce bu!» diye hayranlık belirtirler. Yücelere yönelik idrake dudak bükerler, cüce bir böcek gibileşenlere alkış üstüne alkış patlatırlar.

İnkârcılıklarını gizlemek için aynı zamanda rakkaseci bir metotla da hareket ederler. Şu ifadeye dikkat buyurun:

Güya, Allâh’ı değil, kaderi inkâr ediyorlarmış-mış!

Kader kimin?

Îmânın şartlarından biri de kader ve kazâya inanmak değil mi? Maalesef, üflemecilere göre değilmiş-miş!”

İbret, ünlemi yapıştırdı:

“–Behey gafiller!

Size neyin ne olduğuna hükmetme hakkını kim verdi? Allah mı, şeytan mı?

Söyleyin;

Hazret-i Peygamber’e Cebrâil’i gönderip de Cibril hadîsinde (bkz: Müslim, Îmân, 1; Nesâî, Îmân, 6; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Îmân, 4) kaderi de îman esasları arasında takdir eden yüce Allah, gafillere tam aksi bir hakkı verir mi?”

Mühtedî hoca da, aynı idrak içindeydi:

“–Öyle bir hak yok tabiî. Fakat gafiller vehmediyor. Sonra vehim ve vesveselerini bilgi ve belge sanmaya başlıyorlar. Sonra da sınırları çiğniyorlar. Duymuşsunuzdur:

Güya, ihtilât ortamları mahzurlu değilmiş-miş! Kadın ve erkek arasındaki mahremiyet ölçüleri de beraber gezip tozmaya engel değilmiş-miş! Hadislerde beraber gezmeye, birlikte yemek yemeye dair bir yasaklama yokmuş-muş!”

Bu defa Hikmet ayağa kalktı:

“–Olur mu? Kur’ân’ın temeli, terazidir; her türlü zıt kutuplar arasındaki doğru çizgileri en belirgin şekilde koymak ve muazzam bir âhenk kazandırmaktır. Çünkü bunun aksi, dengesizlik ve bozukluk meydana getirir. Yani denge şarttır. Huzur ve şifâ ondadır. Haramla helâlin arasındaki çizgi kalkarsa hakikat kalmaz. Nasıl ki, mutfakla tuvaletin arasındaki duvar kalkarsa, insanın sıhhati mikroplara emanet olursa; İslâm’ın mahremiyet ölçülerini terazisiz, sınırsız ve duvarsız bir yapıya dönüştürmek de, kadın-erkek münasebetlerini şeytan virüsüne emanet bir hâle dönüştürür. Günümüzde yüzde ellileri bulan aile yıkımları niye?

Şüphe yok;

Haram ve helâl gerçeği, fıtrata uygun yegâne hakikattir.

«Onda mahzur yok, şunda mahzur yok!» derken sonunda; «Haram da. helâl de yok-muş!» noktasına doğru sinsi bir gidiş başlar. Bu vaziyeti cahillere ve gafillere şırınga edebilirler ancak; İslâm’ın özü, buna hiçbir zaman müsaade etmez. Zaten o öze müdahaleyi Cenâb-ı Hak, bizzat engellemiştir. Herkesin anneleri hükmünde olan Peygamber Efendimiz’in muhtereme hanımlarına bile bu hususta geniş davranma izni verilmemiştir:

«Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın! Sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Mâruf üzere, uygun, ciddî ve ağırbaşlı bir şekilde konuşun! Evlerinizde oturun, eski câhiliyye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın! Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.» (el-Ahzâb, 32-33)

Kadın-erkek her iki tarafın riâyet edeceği ilâhî ölçüler, çok açık:

«Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Dışarıda kalanlardan başka süslerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, hizmetlerinde bulunan köleler ve câriyeler, cinsî arzu taşımayan, ailede barınan erkekler, kadınların cinsî hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklar dışında, kimseye süslerini göstermesinler. Yürürken, gizledikleri süsleri bilinsin diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler! Hepiniz Allâh’a tevbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz!» (en-Nûr, 30-31)

Hadîs-i şerifte buyurulur:

«Harama bakış, iblisin zehirli oklarından bir oktur. Her kim Allah korkusu sebebiyle bunu terk ederse, Allah ona kalbinde halâvetini hissedeceği bir îman bahşeder.» (Hâkim, IV, 349/7875; Heysemî, VIII, 63)

Nasıl ki kaygan bir yokuşta tedbirsiz gidişin neticesi, acı bir musîbettir. Aynı şekilde şeytanın tuzak ve pusu kuracağı münasebetlerde ilâhî ölçülerle tedbir almadan hareket ediş de, ebedî acı azaplara dûçâr eder.

Bir gün Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Hiçbir erkek, (mahremi olmayan) bir kadınla baş başa kalmasın! Hiçbir kadın yanında mahremi olmadan yolculuk yapmasın!» buyurmuştu.

Bir kişi kalkıp sordu:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben falan gazveye gitmek üzere kaydoldum, hanımım da hacca gitmek üzere yola çıktı, (ne yapayım?)»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

«–Git, hanımınla birlikte haccet!» buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 140; Nikâh, 111; Müslim, Hac, 424; Ahmed, I, 222. Ayrıca bkz. Tirmizî, Radâ’, 15-17; Fiten, 7)

Ümmü Seleme -radiyallâhu anhâ-’nın şu rivâyeti, ihtilât mevzuunda nasıl bir hassâsiyet gerektiğinin delilidir:

Peygamber Efendimiz’in yanında bulunuyordum. Meymûne de oradaydı. Âmâ sahâbî İbn-i Ümm-i Mektûm çıkageldi. Bu hâdise, örtünme emri geldikten sonra idi. Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize;

«–Perde arkasına çekilin!» buyurdu.

Biz dedik ki:

«–O âmâ biri değil mi ey Allâh’ın Rasûlü, bizi göremez ve tanıyamaz!»

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«–Siz de mi âmâsınız, onu görmüyor musunuz?»” (Ebû Dâvûd, Libâs, 34)

İbret, yine hatırlattı:

“–Mevzuları konuşurken, insanlar onların herhangi bir cezaî hükmü ve yaptırımı yok sanıyorlar bazen. O yüzden benimsemek, kendi keyiflerine kalmış sanıyorlar. Dolayısıyla işin gerçeklerini konuşurken, onun hakkındaki hükmü de hatırlamak gerek. Yani şunu da unutmamalı:

Haram bir fiilin haramlığını inkâr, küfürdür. Haramı helâl, helâli haram saymak da küfürdür…”

Mühtedî hoca, eski günlerini düşünüp kederlendi:

“–Bunları tam kavramalı.

Küfür, yerdeki paspas. Kimse onu tâc etmez. Ama üzeri susamlı bir simide döndürülünce, tâc etmekten de öte, bilmeyenler onu kendilerine can ediyorlar.

Yani;

Üfleyicilerin her daraldıklarında çıkış yolu olarak en çok başvurdukları çare, kötü sîretlerini sûret-i hak ile süslemek. Bu, pek çok meselede kendini gösteriyor. Şefaat meselesinde de aynı gafleti görüyoruz. Güya tevhîdi ve Cenâb-ı Hakk’ın hükümranlığını daha güçlü ifade için ve kulların O’nun kudretini paylaşan putperestler olmaması için gösterilen ihtimamlardan biriymiş gibi bir tablo sergileniyor. Hâlbuki bu tablonun arkasında sûret-i haktan oluş metodu, Cenâb-ı Hakk’a rol belirlemeye varıyor. O’nun kullarına bahşettiği vesile oluş iradesine itiraz ediliyor, istediğine istediği lutfu verme hükümranlığına karşı çıkış sergileniyor. O’nun bizi yaşatmak iradesinde suyu vesile olarak yaratması, hükümranlığına ters mi? Yoksa sanatının ve kudretinin ne kadar engin, çok ve sonsuz olduğunun izahı mı? Biz su ile hayatta kalsak da, bizi yaşatan O değil mi?

Şefaat bahsi de bunun dışında değil.

Affedecek olan elbette Allah. Ancak kullarının arasında muhabbet bağları kuvvetli olsun diye, onların birbirlerine karşı vesile olmalarını irade buyurmuş. Bu sebeple insanların hayatları sayısız vesilelerle dolu. Mevlâ; bilhassa sevdiği kulları, diğerlerine güçlü örnekler olsun, böylece herkes sevilen kul olmaya özensin diye; o velî kulları şefaat hakkı gibi daha özel lütuflarla, vesilelerle donatıyor. Buna hükmeden de, bizzat kendisi. Affedecek olan da kendisi. Ne yani, bize suyu vesile yaptı diye susuzluğumuzu gideren O olmuyor mu?

Aslında problem; kulların vesileyi gaye, gayeyi de vesile zannetmelerinde. Gafiller kendilerinin bu yanlış zanlarını düzeltecekleri yerde, aksaklığı Cenâb-ı Hakk’ın iradesine biçmeye yelteniyorlar. Bunu doğrudan yapamayacakları için, güya tevhîdi ve Allâh’ın hükümranlığını koruyorlarmışçasına bir kılıfa sarılıyorlar. Fakat kime karşı? Allâh’ın bizzat kendisine karşı tevhid koruyuculuğu yapmak cür’eti, ne berbat bir îman şekli. İşte o berbat inanışa göre;

Güya, şefaat de yokmuş-muş!”

Hikmet, mevzua parantez açtı:

“–Şu sırrı her zaman haykırmaktayım:

Sûret-i haktan görünmek, her yanlışın çaresizliği ve hainliğidir. Onun görüntüsü, ancak terazide belli olur.

Bu bakımdan;

Hakk’ı tam idrak ve onu doğru ifade için bizim değil, O’nun kendi terazisi şart.

İslâm’ın terazisi, işte o terazi. Yani İslâm’da her şey, Hakk’ın o hassas ve şaşmaz terazisi üzerinde.

Malûm;

Nikâh helâl, zinâ haramdır. Görünüşte ikisi de aynı fiil. Fakat mahiyeti itibarıyla birbirine tamamen zıt iki farklı uygulama. Biri; Hak katında makbul, hattâ neslin devamı için yerine getirilmesi gereken sevap bir emir. Diğeri ise yüce terazide asla kabul görmeyen, mutlaka kaçınılması gereken bir yasak, tamamen merdut.

Bunda dikkat edilmesi gereken bir hakikat de, şu:

Aynı fiildeki haramlık noktası, onu kötülüğe bulaştırmamak ve hüsrandan muhafaza içindir. Yoksa o haram vurgusu, helâli de devre dışı bırakmak için bir bahane ve dengesizlik sebebi değil.

Bu hikmet, şefaat bahsinde de aynı.

Hak katında izin verilen şefaat hakkı da var, izin verilmeyen de. Makbul olan da olmayan da mevcut. İkisini aynı şey olarak değerlendirmek; hakikate âmâlıktır, ârızadır. İnkâr etmek ise; insanlara değil, ilâhî hükme karşı tehlikeli bir zıtlıktır, cehâlettir, ziyandır. Çünkü beyân-ı Hudâ apaçık:

«De ki bütün şefaatler Allâh’ındır.» (ez-Zümer, 44)

Bu vurgu, Cenâb-ı Hakk’ın kendi murâdı üzere izin verdiği şefaatlere de sahip çıkmasıdır. Şu âyetler daha bariz ifade ediyor:

«Rahmân nezdinde söz ve izin alandan başkası, şefaat hakkına sahip olamayacaktır.» (Meryem, 87)

«Allâh’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik eden kişiler müstesnâ!» (ez-Zuhruf, 86)

Şefaatte ölçü, ilâhî izin. O da ilâhî çerçevede oluştur. Bunu anlamayıp şefaati inkâr edenler, Hâricîler ve bazı Mûtezile erbabıdır. Ehl-i sünnet ise, ilâhî ölçüdeki şekilde şefaat bahsinde ittifak hâlindedir.”

Mühtedî hoca, dağarcığından bir mevzu daha çıkardı:

“–Üfleyicilerin lâkırdıları; makbul bir ilim değil, kâh anlayışsızlık, kâh nefsâniyet, kâh vesvese, kâh gevezeliktir. Bilgi sanılarak konuşulan kısım; sadece görüntü, daha evvel ifade ettiğimiz sûret-i hak kısmı.

Metot değişmiyor:

Nasıl ki zehri, lezzetler arasında saklıyorlarsa, çirkinliği de güzellik kılıfı ile gizliyorlar. İslâm karşısında oryantalist ârızalar da, aynı şekilde hareket ediyor. Kendi çirkin üretimine yine kendince mantıklı bir güzellik kılıfı uydurdukları an, arka plânda gizledikleri çirkinlikleri ve düşmanlıkları daha kolay bir şekilde meydana döküyorlar. Sözüm ona hakikatin çığırtkanı kesiliyorlar. Sanki hayırlı bir maksadı gerçekleştiriyormuş gibi görüntü veriyorlar. Şifâ reklâmı yaparak hiç çekinmeden zehirlerini kusuyorlar.

İşte örneklerden biri;

Güya, âyet-i kerîmeler, maslahat dolayısıyla zamana göre değiştirilebilirmiş-miş!

Güya çözümcü bir yaklaşım: Zaman değişiyormuş, maslahat da değişiyormuş ya, bu durumda âyetler de o maslahata göre değiştirilebilirmiş!

Öyle ya;

Âyetler de elbiseler gibi -hâşâ- eskiyor da değiştirilmesi gerekiyor. Ne kadar masum bir fikir değil mi?

Heyhat!

Tamamen dalâlet yansıması, Yahudilik ve Hıristiyanlığı bozmuş olan sapkın anlayışlara özenti, eğriyi doğru gösteren gözlükle bakarak özenti. Tam şeytanın aradığı bir hâl. Haksızlığını masum görüntü ile örtbas edip de haklıymışlık rüzgârı estirmek. Sonra da o rüzgârı tahrip kasırgasına dönüştürmek.

Sağlam bir binanın perdesi, tülü, boyası, badanası değişir. Kapı ve penceresi değişebilir. Bunlar zaten esnek, geçici ve değişmeye yöneliktir. Ama binayı ayakta tutan temel ve sütunlar asla değişmez. İslâm da temel itibarıyla böyledir. Dînin beyni, kul müdahalesi kabul etmez. İnsanlar dîne ve peygambere rol biçemezler.”

İbret, tam burada bir dörtlük okudu:

“–Dostlar,

İslâm’ın binası Hakk’ın sarayı,
Öyle sağlamdır ki haktan dolayı;
Kim dokunsa onun bir tek taşına,
Çekmiştir başına sonsuz belâyı…” (Seyrî)

Dost yürekler, vecd ile çarpmaya başladı. Hikmet, sordu:

“–Ey mühtedî hocam,

Saymakla bitmez. Her gün bir yenisini duyuyoruz. Zaman zaman bazı cami ve üniversite kürsülerinden de nice üfleyişler temâşâ ediyoruz. Siz, iki ortamı da yakından izlediniz. Onların temelinde neler saklı? Herhangi bir değerlendirme ve özet yaptınız mı? Nasıl yorumladınız?”

Mühtedî hoca, mânidar bir sükûta daldı. Bir müddet bekledi. Sonra geniş dağarcığındaki özel bir heybeyi tane tane kelimelere yükledi:

“–Evet, üzerinde uzun uzun düşündüm, derin tahliller yaptım. Görebildiğim kadarıyla şu neticeye ulaştım:

Konuştuğumuz problemleri üretenler, daha doğrusu üfleyenler, bunları; misyoner ağızlı, oryantalist gözlüklü, ateist kulaklı bilgilerle, virüslü vesveselerle yapıyorlar. Onların bu şekildeki bütün yorumlarında, çalışmalarında, fikirlerinde, değerlendirmelerinde ve hükümlerinde birçok satır arası açık ve gizli vurgular var. O vurguların dış kelimeleri ve kılıflı mevzuları ne olursa olsun; iç kelimeleri ve iç mevzuları, aslında dile getiremedikleri fakat açıkça îmâ ettikleri gizli zehirleri şırınga etmek. Eğer mevzuları ele alış şekillerine ve o şekillerin yapılarına dair net omurga röntgenleri dikkatle incelenirse; açıkça zâhir olur ki, aslında şunları demek istiyorlar:

-Hâşâ, Allah âciz,

-Dinde sağlamlığı oluşturan temel direkler sökülmeli,

-Dînin yaşayış yönü olmamalı,

-Dinde Allah değil, şeytan eksenli bilgiçler belirleyici olmalı,

-Ârifler ve sâlihler değil, gafiller söz sahibi olmalı,

-Bütün yüce meseleler, süflî ölçülerin cüce kontrolünden geçmeli,

-Dînin ulvî keyfiyeti, süflî bir nefse zebûn olmuş tiplerin keyfinden vize almalı.”

İbret, dayanamadı:

“–Eee?

Daha başka arzuları?

Yahu;

Hakikate kim rol biçecek?

Dînin gerçek sahibi mi, yoksa onu yaşamak istemeyenler mi?”

Hikmet, bu meselede yaptığı bir tespiti dile getirdi:

“–Batıda;

İslâm’ın ilerleyişini durdurmak için yüzyıllardır çirkin çalışmalar yapıldı. Haçlı seferleri, soykırımlar, katliamlar. Bin bir türlü zulüm.

Bir de;

Fikir ve inanç sömürgeciliği.

Bir de;

Tahrif ve tahrip faaliyetleri.

Kendi dinlerini bozmuş olan ârızalı beyinler, kendi dinlerine yaptıklarını İslâm’a da yapabilmenin çalışması içine girdiler. Kaç yüzyıldır müslüman memleketlerde önce İslâm’ı gönül kapılarını kapatarak bir robot misali okudular. Sonra da edindikleri bilgilerle gaflet ve cehâlet lâbirentleri oluşturdular ve onların arkasına saklanarak zehir sunabilmenin çarelerini aradılar. İslâmî bilgiyi ekmek niyetine kullanıp içine kendi virüslü gıdalarını kattılar. Fikirler pompaladılar. Anlayışlar sergilediler. Duruşlar empoze ettiler. Yer yer de, her tarafıyla İslâm’ı dert edinmiş görünüp tam viraj noktalarda uçuruma yuvarlayabilecekleri tuzaklar kurdular, pusular oluşturdular.

Onlar düşman!

Her şey beklenir.

Fakat o düşman yaklaşımlarının oluşturduğu zehirli fikirleri benimseyip, üstelik îman gibi kabullenip de oryantalistleşenlere ne demeli? Ya da, daha mahir olduğunu göstermek için onlardan daha fazla virüs üretmeye çalışan gafillere ne demeli?

Güya Allâh’ı ve Peygamber’i anlatıyormuş gibi davranıp da aslında gizlice ve sinsice yüce Allâh’a ve Ulu Peygamber’e iftira atan ve bu hususta ehl-i küfürden daha aşırı bir çalışma sergileyenlere ne demeli?

Onları adam yerine koyup da rastgele ortaya savurdukları her lâkırdıya cevaba hâcet yok!

Çünkü çoğu, gökten melekler gelip de kendileriyle konuşsa bile yine de anlamamaya kurulmuş beyinler! Peygamber’i üzmeye, ebterleri sevindirmeye şartlanmışlar! İslâm’ın fazîlet âbidesi müstesnâ şahsiyetlerini karalamayı gaye edinmiş, sadece nefislerindeki puta ve erbab-ı dalâlete kurban olmuş kimseler onlar!

Böylelerinin gerçek ilimden nasipleri ne kadar olur ki?!.

Bilgilerinin kıblesi Hazret-i Allah ve Hazret-i Peygamber olmayan kimseler, kimi ve neyi temsil ediyorlardır? Dostluğu mu, düşmanlığı mı?

Hâsılı;

İlme de, ibâdete de, ahlâka da, her şeyden doğru bir kıble gerek. Beşerî değil, ilâhî bir kıble. Tâ ki; ilim de, ibâdet de, ahlâk da Allâh’ın huzûruna yükseltsin, Hazret-i Peygamber’in mübârek eşiğine çıkarsın…”

Mühtedî hoca, ilâve etti:

“–Din sahasında bir kimsenin söz sahibi bir âlim olabilmesi için takvâlı olması şart. Çünkü ilim erbabının îtikādı, ihlâsı kadardır. İhlâslı âlim ise, yüzüne bakıldığında bile Allâh’ın hatırlandığı kıvamda; îman, amel-i sâlih ve ahlâk-ı hamîde sahibi kimse demektir.”

İbret de ilâve etti:

“–Yani;

Demek istiyorsunuz ki;

Yüzü gaflet erbabını hatırlatan, özü vesveseler üfleyen, sözü de misyonerleri aratmayan bir kimsenin dîni temsil noktasında olması, sadece tuhaflık. Kesinlikle onlar dinde söz sahibi değil, bilâkis, sadece vesvese hamallarıdır.

Yine demek istiyorsunuz ki;

Kendileri bunu tercihte elbette serbesttirler, ancak başkalarına da aynı hamallığı yaptırma hakları hiçbir zaman yoktur.

Malûm;

Peygamber zamanında da muârızlar ve münafıklar vardı. Olur olmaz itiraz ederlerdi. Bilgileri de nifaktı, yaşayışları da. Daima Peygamber karşısında yer aldılar. Yetinmediler ve Mescid-i Dırar kurdular. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, onların mescidini başlarına yıktı. İtirazlarını da, ilimlerini de, nifaklarını da tamamen süpürdü.

Ancak sonraki asırlarda ortam bulunca o muârızların ebter soyları yine türedi, yine türedi. Şimdi de kimi mihraklarda ders-i dırar hâlinde. Nice güzel müesseseleri de çapsızlıklarına bakmadan mekteb-i dırâra dönüştürmek için boşuna ömür ve nefes tüketiyorlar.

Şaşkın şaşkın;

Îman ve İslâm güneşine kirli ağızlarla üfleyip duruyorlar…

Fakat;

«Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.» (et-Tevbe, 32) hakikati her zaman tecellî hâlinde.

Onun için;

Yine onlar tükenecek.

Dünyaları gibi âhiretleri itibarıyla da tükenecek.

Ne zavallı bir tükeniş!”

Son cümle mühtedî hocanın oldu:

“–O tükenişten benim gibi kurtuluş ise ne muazzam bir nasip!”