MUHABBET İLE

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz buyurur:

“Kim Allah Teâlâ’nın Rasûlü’ne itaat ederse, Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

Rasûlullah -aleyhisselâm-’a itaat etmek, Allah Teâlâ’ya itaat demektir.

Aynı şekilde Nebî-yi Zîşân’a muhabbet de Allah Teâlâ’ya muhabbeti meydana getirir.

Kim kalbinde Peygamberimiz’e muhabbeti hâsıl ederse; istikbâlini sağlama almış olur. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şefâat-i uzmâ sahibidir.

Kimileri şefaate dil uzatıyorlar. Şefaati kabul edenlerin; Rabbimiz’e kulluk etmeyip sadece şefaate güvendiğini, sadece lisanda kalan bir muhabbetle iktifâ ettiğini düşünüyorlar.

Hâlbuki vâkıa böyle değildir.

Efendimiz’in şefaati haktır. Kur’ân ve Sünnet ile sâbittir.

Efendimiz’i derin bir muhabbetle seven ve şefaatine nâil olmayı arzu edenler; bu sevgi ve arzu ile Cenâb-ı Hakk’a daha çok ibâdet etmekte, Rasûlullah ve Rabbimiz’e daha ziyade hürmet ve tâzim etmektedir.

Çünkü Peygamberimiz’e muhabbetin ilk belirtisi, O’nun sünnetlerine dikkat ve riâyettir. -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’e muhabbet eden, iki cihanda sultan olur. Cenâb-ı Hakk’a da gerçek mânâda ancak bu muhabbet ve heyecan ile sâdık ve makbul bir kul olur.

Ey kardeş!

Muhabbetin bu müthiş tesirini anlatan şu iki kıssayı ibretle oku da; Peygamber Efendimiz’e muhabbetini artırmaya, O’nunla beraberliğini çoğaltmaya bak!

Musa -aleyhisselâm- zamanında, şirret mi şirret bir adam vardı. Günün birinde bu adam her fânî gibi öldü. Her türlü şenaati işleyen bu adamı, tabiî olarak kimse sevmezdi. Bu sebeple kendisine cenâze merasimi dahî yapmadılar. Ayaklarından tutup bir çukura atıverdiler.

Allah -celle celâlühû-, Musa -aleyhisselâm-’a buyurdu:

“–O zâtı çukurdan çıkar… Yıka, kefenle, üzerine duâ et ve öylece defnet…”

Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, bu emr-i ilâhîyi aynen yerine getirdi. Halk sordu:

“–Yâ Musa! Bu adam, çok kötü bir kimse idi. Kendisine niçin böyle güzel bir muâmelede bulundun?”

Hazret-i Musa -aleyhisselâm-;

“–Allah -celle celâlühû-, bu adamın bu şekilde defnolunmasını emir ve ferman buyurdu.” dedi ve kendisi de bu emrin çok merak ettiği hikmetini el açıp Cenâb-ı Hakk’a sordu:

“Yâ Rabbî! Emrini yerine getirdim. Fakat, herkes bu zâtın çok kötü bir insan olduğunu söylüyor ve kendisinden şikâyette bulunuyor.”

Allah -celle celâlühû- buyurdu:

“–O zât, gerçekten âsî bir kul idi. Fakat bir gün Tevrât-ı şerîfi okurken, suhuflarımda şânını tebcil eylediğim Habîbim’in evsâfını beyan eden âyetleri öptüğünden dolayı, ona bu muameleyi lâyık gördüm. Habîbim’e muhabbet edene, Ben de muhabbet ederim.”

Şu kıssadaki hikmete bakın!

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevenler, geçmiş ümmetlerden olsalar dahî; böyle ilâhî ikrama erişirlerse; O’nu cân u gönülden seven ümmet-i Muhammed’e ne mertebeler verileceğini, ne gibi ihsan ve ikramlarda bulunulacağını bir düşünelim.

Peygamber-i Zîşân’a muhabbet, niçin bu kadar kıymetli?

Çünkü O’nu sevende, Allah Teâlâ’ya da muhabbet meydana gelir. O’nu sevmeyen, Allah Teâlâ’ya da muhabbet edemez. Allah Teâlâ’ya muhabbet edenler de; dünyada ve âhirette huzura, safâya ve rahata kavuşurlar.

Bu minvalde bir kıssanın da Abdullah bin Tahir zamanında yaşandığı rivâyet edilir:

Gayet âsî ve zalim, azılı bir eşkıya var idi. Dağlarda dolaşır, kervanların yolunu keser, aman vermez, kelle biçerdi. Devlet kuvvetleri, bu şakîyi ve avenesini bir türlü ele geçiremiyorlardı.

Bir sene, gayet şiddetli bir kış olmuştu. Bu azılı eşkıya da, avenesiyle birlikte gizlice bir eve yerleşmiş, orada saklanmıştı.

Günlerden bir gün, şakîlerin barınağı olan bu evin kapısı çalındı. Gelen; güzel yüzlü, tatlı sözlü bir hanım sultan idi. -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in nesl-i pâkinden olduğunu, yardıma muhtaç bulunduğunu söylüyor, fakat zekât ve sadaka alamayacağını, ancak hediye kabul edebileceğini bildiriyordu. Şakîlerden birisi, kendisini içeriye davet etti ve;

“Buyurun, içeriye girin! Hava soğuk, kapının önünde üşümeyin.” dedi.

Böylece seyyide hatunu içeri aldılar. Fakat, kendisine yardımda bulunacak yerde; utanıp sıkılmadan evlâd-ı Rasûl’den olduğunu söyleyen hatuna tecavüze yeltendiler. Namusunu çiğnetmemek için feryat ile karşı koyan hatun ile bu azgınlar arasında bir patırtı başladı. Şakîlerin reisi, gürültüleri duyarak yanlarına geldi ve bu azgın kurt sürüsü ile tek başına mücadele eden hatunu, onların elinden kurtardı.

Seyyide hatuna hâdiseyi sorup, öğrenince kan beynine sıçradı. O zalim ve azılı şakî, etrafındakilere haykırdı:

“Bugüne kadar, her türlü kötülüğü işledik. Yarın, kendisinden şefaat umduğumuz Rasûl-i Zîşan -aleyhi ve âlihî salevâtullâhi’l-Mennân- Efendimiz’in evlâdına da hıyânet mi edeceğiz? Dünyada adımız şakîye çıktığı ve yüzümüz kara olduğu gibi, yarın âhirette de mi şakî olacağız? Orada da mı yüzümüz kara olacak? Server-i Enbiyâ’dan hangi yüzle şefaat umacağız?” dedi.

Seyyide hatundan bin bir özür dileyip, gönlünü hoşnut etmeye çalıştı. Kendisini uğurlarken;

“Var git, sağlıcakla kal, selâmette ol. Cedd-i mükerreminden, bizlere de şefaat ve şefkat iste!” demeyi de ihmal etmedi.

Bu hâdiseler olup biterken, devrin emiri Abdullah bin Tahir de, peşinde olduğu bu eşkıya çetesinin bu evde saklanmış olduğu haberini almış ve askerleriyle evin etrafını kuşatmıştı.

Mukavemetin faydasız olduğunu gören eşkıya teslim oldu. Yapılan muhâkemede hepsi idama mahkûm edildi.

Hükmün infaz olunacağı gece, emir Abdullah bin Tahir; -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i rüyasında gördü. Efendimiz, kendisine;

“–Yâ Abdullah! Hapiste bulunan eşkıyanın reisini affet ve serbest bırak!” buyurdu.

Emir, korku ve dehşet içinde uyandı. Kendi kendine;

“Fesübhânallah!” diyordu. “Bu rüya elbette haktır ve gerçektir. Zira şeytan; rüyada, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeklinde görünemez. Fakat nasıl olur da, böyle azılı bir şakînin affedilmesi için, Efendimiz şefaat eder?”

Saatlerce düşündü, işin içinden çıkamadı. Bu his ve düşünceler içinde yine daldı, aynı rüyayı tekrar gördü. Uyanır uyanmaz derhâl emir vererek hapishanedeki şakîyi huzûruna celbettirdi. Sordu:

“–Ey eşkıya reisi! Senin, Allah Rasûlü’nü hoşnut edecek bir amelin oldu mu?”

Eşkıya reisi, evlerine gelen seyyideyi tasalluttan nasıl muhafaza ettiğini anlattı. Abdullah bin Tahir, rüyanın hikmetini idrak etmişti. Şimdi, emri yerine getirme zamanıydı:

“–Bu gece, iki defa Peygamber Efendimiz’i rüyamda gördüm. Her ikisinde de senin serbest bırakılmanı ferman buyurdular. Evlâd-ı Rasûl’e dünya hayatında ettiğin bu hizmet ve iyilikten dolayı, idamdan kurtulduğun gibi inşâallah âhirette de şefaatine nâil olur ve azaptan halâs olursun. Var git, serbestsin!” dedi.

Harâmî bu haber üzerine derhâl tövbe ve istiğfar eyledi. Islah-ı hâl eyledi. Kalan ömrünü, üzerindeki kul haklarını ödeme gayretine adadı.

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevenlere lâzım olan da; O’nun getirdiği dîne ve sünnet-i seniyyesine riâyet etmek, böylelikle ebedî saâdete erişmektir. Yoksa; şerîatsız, tarîkatsız, muhabbetsiz hiçbir şey ele geçmez. İllâ muhabbet, illâ muhabbet…

İllâ hizmet, illâ hizmet… Vesselâm…

Muhabbetin şevki ile yâr iste,
Ticaretin güzel ise kâr iste…
Gönlün ise Lyon ile Paris’te,
Gel, Mevlâ’dan azcık sen de âr iste!..

(Gülzâr-ı İrfan)