ONLAR BÖYLE KORUDULAR!..

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Dün topyekûn işgaller, istîlâlar yaşadık.

Milyonlarca kilometrekarelik geniş topraklarımız târumâr oldu.

İslâm’ın son karakolu olan cennet vatanımızda mübârek ecdâdımız, muazzam bir kardeşlik ve beraberlik bağları ile din ve îmânı, vatan ve namusu; «Allah!» diyerek muhafaza etti.

Bu hasletlerin yaralı, aksak, kusurlu ve zayıf olduğu nice coğrafyalarda ise büyük kayıplar, katliamlar gerçekleşti. Sömürgeler oluştu.

Yetmedi;

Maddenin yanında mânevî büyük yıkımlar ve kıyımlar yapıldı.

Yetmedi;

Müslümanlara ait tarihler ve medeniyetler yok edildi.

Yetmedi;

Hâfızalar silinmeye çalışıldı.

Yetinmediler;

Nice İslâm coğrafyasında, isim olarak bile mevcudiyete tahammülsüzlükler gösterildi.

Düşman cenahlar, yetinmediler;

İnsanlığa sığmaz şenaatler, cinayetler işlediler.

Hiç yetinmediler;

En vahşî zulümleri sıradan bir tiyatro gösterisi gibi sergilediler.

Hâlâ yetinmiyorlar. Yaptıklarını kâfî görmüyorlar. Müslümanlığın bütün köklerini tamamen kurutmak için yüzyıllardır süregelen hırçın, haksız, hunhar ve mundar mezâlim devam ediyor. Suriye’de devam ediyor. Hiçbir sınır tanımadan, hiçbir ölçüyü umursamadan devam ediyor. Gazze’de devam ediyor. Myanmar’da devam ediyor. Birçok İslâm coğrafyasında devam ediyor. Dayanılmaz sancıları durdurmak bir tarafa, yenilerini hortlatmak çırpınışlarıyla zulümler devam ediyor.

Mazlum beldelerde;

Gönüller yaralı. Her uzuv kan içinde. Emânetler darmadağın. Yavrular perişan. Anneler harap. Yuvalar harabe. Hem bedenler, hem de ruhlar hücum altında.

Muhafaza, bir ıstırap.

Mazlumları koruyabilmek, mesele. Masumları koruyabilmek, çok güç. Tarihî dokular, yerle bir. İnsanlık can çekişiyor. Kitaplar ayak altında. Aileler yetim, cemiyetler öksüz.

Fazîletler savunmasız. Îmanlar korumasız.

Nasıl korunacak?

Çare olacak bir cevap yok mu?

Yığınla yokların arasında kalsa da bir cevap var.

Ümitvar bir cevap.

Tarihin silinmez sayfalarında.

Çanakkale’de.

Bilinen bir hakikat:

I. Cihan Harbi’nde kaç cephede birden sayısız düşmanla çarpışmak mecburiyetinde kalan Osmanlı; büyük kayıplar vermiş, nice coğrafyaları koruyamamıştı. İngilizlerin ve Fransızların başını çektiği yığınla düşman devlet, büyük donanmalarla Çanakkale Boğazı’na gelmişti.

Bu durum karşısında diğer cephelerde yaşananlardan ders almış tecrübeli olan ecdâdımız, Çanakkale’de bambaşka bir basîret ve liyâkat gösterdi. Tüm unsurlarıyla, bütün bir milletçe bayrağı yere düşürmeyecek şu dört özelliğin etrafında kenetlendi:

–Allah,

–Vatan,

–Namus,

–İttihad. (kardeşçe birlik ve beraberlik)

Bunlar, al renk üzerindeki ay yıldızın etrafına işlendi ve Çanakkale’nin burcuna dikildi.

O bayrağın altında sadece asker değil; Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Lâz’ı, Gürcü’sü, Çerkes’i ile bütün bir millet toplandı. Kimi zaman gereksiz ve aşırı zâyiatlara sebep olan askerî hatalara da rağmen bu dört madde, hatasız bir şekilde bayraklaştı ve destanî bir zafere dönüştü.

O bayrak altında;

En modern silâhlarla donatılmış kalabalık düşman hattına karşı; bizim cephemizde, kiminin atacak barutu bile yokmuş, ne gam! Her türlü gıda ile beslenen güçlü kâfirlere karşı ehl-i îmânın çoğu kere kuru bir lokma ekmeği bile olamamış, ne keder! Her türlü askerî ve sıhhî teçhizatı yerinde olan işgalcilere karşı göğüs geren kimi kahramanların ayağında postal bile yokmuş, ne dert!

Çünkü;

Her çile, her imkânsızlık, her çaresizlik, her acziyet, her yokluk, her noksanlık, hattâ her hata bile o bayrağın üzerindeki özellikler sayesinde derhal telâfi ediliyordu.

Her şey; muharebe kaidelerindeki matematiği iflâs ettirecek şekilde telâfi ediliyordu.

Nihayet;

Yenilmesi imkânsız görünen koskoca yedi düvel, şanlı ecdâdımıza yenik düştü. Askerî açıdan, dış bakışla belki mutlak sûrette yenecek güçte görünüyorlardı.

Fakat onlar, matematikle hesap edemeyecekleri bir güce yenildiler.

–Ecdâdımızın ittihâdına yenildiler. Milletçe topyekûn bir kardeşlik şuuruyla gerçekleştirilen birlik ve beraberliğe mağlûp oldular.

–Müslümanın namus ve ahlâkına yenildiler.

–Uğrunda canlar fedâ edilen bir vatana yenildiler.

Hâsılı;

–Namaz ve sabırla kendisine sığınan mü’minlerin koruyucusu olan yüce Allâh’a yenildiler.

İşte Hamilton’ın itirafı:

“Çanakkale’de bizi yenen kuvvet, Türklerin maddî değil mânevî kudretleri olmuştur. Ellerinde bize karşı kullanacakları barutun kalmadığı anlarda bizler şahit olduk ki, onlara gökyüzünden yardımcı güçler iniyordu.”

Churchill de, bütün mağlûbiyet gerekçelerini bir tarafa bırakıp açık konuşmakta:

“Çanakkale’de biz, Türklere karşı değil, Allâh’a karşı savaştık. İşte neticesi; mağlûp düştük!”

Hakikaten;

Çanakkale’de gönüller, bambaşka bir kıvamda; «Allah!» diyordu.

Destanlar dolu muazzam bir neticeyi tecellî ettirecek şekilde; «Allah!» diyordu.

Her neferin kalbi, âdeta ashâb-ı kirâmın kahramanlık fazîletleriyle kaynaşmıştı.

Bir tepede yükselen sadâ, Hazret-i Ebûbekir’in «Allah!» nidâsıydı. Bir tepede çağlayan sadâ, Hazret-i Ömer’in «Allah!» nidâsıydı. Bir hücumda meydanları dolduran sadâ, Hazret-i Osman’ın «Allah!» nidâsıydı. Bir başka mevkide dosta şan, düşmana ziyan olacak şekilde kükreyen sadâ; Hazret-i Ali’nin «Allah!» nidâsıydı. Karşı cepheden gelen bombardımanlar, âdeta o sadâlara çarpıp teker teker yere düşüyordu.

Uğrunda canlar verilen o ihlâslı sadâlar, gökyüzüyle kucaklaşırken nezd-i ilâhîde makbul oluyordu. Ve makbûliyet tezâhürü olarak da, nerede bir darlık ve zorluk yaşanırsa, orada ilâhî inâyet imdâda yetişiyordu.

An gelmiş;

Küffârın devâsâ donanmaları, Çanakkale Boğazı’nı daraltmıştı. Yoğun bombardımanlarla nefes aldırmıyordu. Savunma hattımız iyice tahrip ediliyordu. Müstahkem mevki kumandanı Cevat Paşa, yorgun ve endişeli idi. Keder içinde çareler düşünürken bir lâhza uykuya daldı. Rüyasında, sahibini göremediği gür bir sadâ ona dedi ki:

“–Kumandan Cevat! Yüce Mevlâ’nın kitabına sizler ki hürmet ve tâzim ehlisiniz; müjde olsun, ilâhî yardım sizinledir. Deryaya doğru nazar et!”

Baktı;

Deryanın üzeri nurdan bir başka deniz gibiydi. Ortasında «ك / kef» ile «و / vâv» yazılıydı. Gördüğü manzarayı hayretle seyir hâlinde uyandı. Değişik bir muammâ idi. Yorumlayamadı.

Derken;

Bir gün sonra bir kabir başında Fâtiha okumakta iken aynı sesten bir hitap daha duydu:

“–Kumandan Cevat! Depolarınızda 26 mayın var. Onları Boğaz’a döşettir!”

Heyecan ve merakı bir kat daha arttı. Kendisine verilen mânevî işaretler, acaba neyi ifade ediyordu? Okuması bittiği için elini yüzüne sürdü. Başını kaldırdı. O da ne? Gözleri, az ileride dikkatlice kendisine bakan nur yüzlü, mübârek bir zât ile buluştu. Karşısındaki esrarengiz şahıs, ağır adımlarla Cevat Paşa’nın yanına geldi. Sıcak bir sesle sordu:

“–Bu derin dalgınlığının sebebi nedir kumandan?”

Cevat Paşa, gördüğü rüyayı ve duyduğu hitapları aktardı. Kendisini dikkatle dinleyen mübârek zât, mütebessim bir çehre ile bir müddet sükût etti. Sonra muammâ gibi görünen mânevî işaretleri şöyle açıkladı:

“–Kumandan! Derya üstündeki nur denizi, muzaffer olacağımız mânâsına gelir. Bu demektir ki, düşmanlar bu toprakları ele geçiremeyecekler. Nur denizinde gördüğün «ك / kef» ile «و / vâv» ise, ebced değeriyle 26’dır. Bu da, elinizdeki 26 mayının gerçekleşecek galibiyette mühim bir iş göreceğine işarettir.”

Mübârek zâtın diyecekleri bitmişti. Tekrar derin bir bakışın ardından sırra kadem bastı.

Böylece;

Cevat Paşa, muammâyı çözdü. Şükretti. Vakit geçirmeden 26 mayınının suya yerleştirilmesi talimatını verdi. Yüzbaşı Hakkı Bey’in kumandasında Nusret Mayın Gemisi ile geceleyin bismillâh çekildi ve sessiz tekbirler eşliğinde her mayın denize döşendi. Vazifesini başarıyla tamamlayan Yüzbaşı Hakkı Bey, sabahleyin ânî bir kalp krizi neticesinde ve âdeta elde edilecek muzafferiyetin fedâkâr kurbanı hükmünde şehâdet şerbetini içti.

Gündüz vakti, beklendiği üzere, düşman donanması fütursuzca hücuma geçti. Sahillerde, daha önceki bombardımanlar dolayısıyla altüst olmamış yer yok gibiydi. Denizde ise zaten onlara mukavemet edebilecek bir güç mevcut görünmüyordu. Bu sebeple rahatça ilerleyen dev zırhlılar, hiçbir ciddî engelle karşılaşmadan İstanbul’a kadar gideceklerini düşünüyorlardı. Lâkin tam Boğaz sularına girdikleri esnada, ilâhî işaretle geceleyin yerleştirilmiş olan mayınlar birer birer; «Allah!» diye haykırdılar ve âdeta; «Çanakkale geçilmez!» diye gürlediler. Her gürleme tekbir sadâlarıyla doluydu. Her ses; bir düşman zırhlısını darmadağın etmeye yetiyor, zalim rakîbi, denizin dibinde boğuyordu. Koca düşman donanması, ağır bir zâyiatla geri çekildi.

Kapkara zulmün ve küfrün hücumu kırılmıştı.

Bu bir ilâhî yardımdı.

Sevdiği kulunun başı darda kaldığında Hızır’ı gönderen Allah; o zor anlarda sayısız te’yîd-i ilâhî yanında, bir de bu şekilde nusret eylemişti.

Bu; yüce kudretin, ehl-i îmandan yana zafer kararıydı.

Bu; «Allah!» diyerek can veren yiğitleri teselli idi. Kanlarıyla vatan topraklarını sulayan şühedâyı tebcildi. Namusunu çiğnetmeyen Âsım’ın o mübârek gazi neslini takdirdi. Îman kardeşleri olarak birlik ve beraberlik içinde çarpan yüreklere rahmetti.

Hâsılı bu;

Her siperde şanlı askerlere telkin edilen;

“Silâhınız gibi dîninize, îmânınız gibi silâhınıza sarılınız! Beş vakit namazınızı kılınız; Allâh’ın yardımına mazhar olursunuz!” cümlelerini doğrulayan bir tecellî idi.

Bu cümleler, bir Çanakkale gazisi olan dedem Mehmed Kâzım Efendi’nin defterinde; «Ordu-yi Hümâyun Mücâhidîn-i Kirâmına» başlığıyla kayıtlı. Tamamı şöyle:

“Ey Mücâhidler!

Cen­âb-ı Hak ve Peygamber -aleyhisselâm-, sizden fedâkârlık istiyor!

Kabirde şehidler, intikam bekliyor!

Gençler, ihtiyarlar, yiğitler; sizin fedâkârlığınıza, kahramanlığınıza güveniyor.

Düşmanların kanlı pençelerinde saçları yolunan esir hemşîreler size bakıyor!

Düşmanın murdar ayakları altında ezilmek istemeyen mübârek vatanımız, dindar askerlerin demir pençeli pulat bileklerinden imdat gözetiyor!

Yırtılan perdeler, yıkılan kalpler, yağma edilen haklar, sizin gayretinize arkalanıyor!

Nişanlı kızlar, kınalı gelinler, ak saçlı analar, öksüz ve yetimler; hep sizden, kahraman askerlerden zafer umuyor!

Ey mücâhidler!

Cihâdınızı Allah mübârek etsin!

Yapacağınız fedâkârlıkları; Allâh’a göstermek, Peygamber’i beğendirmek, müslümanları memnun etmek, esirleri kurtarmak, düşmanları ezmek, yaralı gönüllere şifâ vermek için yapınız!

İki cihanda şerefler, saâdetler sizindir!

Ey Mücâhidler!

Cenklerinizi böyle yapınız! Ashâb-ı kirâmın muhârebelerini, kahramanların hikâyelerini düşününüz! Hazret-i Ali, Hazret-i Hamza, Hazret-i Hâlid ve Hazret-i Mikdâd gibi büyük mücâhidleri hatırlara getiriniz!

Silâhınız gibi dîninize, îmânınız gibi silâhınıza sarılınız!

BEŞ VAKİT NAMAZINIZI KILINIZ; ALLÂH’IN YARDIMINA MAZHAR OLURSUNUZ! Abdest için su bulunmazsa yahut kullanacak kadar olmazsa, husûsiyle kışın ziyade soğuklarında sıhhatinizi muhafaza için sıcak yer bulunmazsa, gusül yerine temiz toprakla teyemmüm ediniz! Bu da; «Niyet ettim teyemmüme!» diyerek, ellerinizi temiz toprağa vurduktan sonra evvelâ yüzünüze, ikinci defada kollarınıza sürmekle olur…

Ey er oğlu erler!

Sizin atalarınız, dedeleriniz; dindarlıkla, fedâkârlıkla şanlı sancaklarını şereflendirdiler. Siz de onların evlâdı, milletin arslanlarısınız!

Muhârebede demir gibi sert, arslan gibi ciddî, kaplan gibi saldırıcı, tilki gibi hîlekâr, karınca gibi çalışkan, deve gibi sabırlı, gelin gibi itaatli, horoz gibi uyanık olunuz!

Biliniz, îtikād ediniz ki, aldığınız nefesler, defterinize ibâdet yazılıyor! ATTIĞINIZ KURŞUNLAR MESAFESİNCE HER ADIMA BİR KÖLE ÂZÂD ETMİŞ OLUYORSUNUZ! Bir defa harp etmek, altmış aylık ibâdetten fazladır.

Cenâb-ı Hak, âhirette mücâhidlere yüz derece ihsân edecek! Bu derecelerden birinin öbürüne mesafesi, yer ile gök arası kadardır. Şimdi kazanır âhirette nâil olursunuz!

Cenâb-ı Hak; din ve namusları uğrunda çalışan mücâhidler hürmetine, mübeccel ordumuzu mansur ve muzaffer buyursun!..

Ey mücâhidler!

Bu sözleri can kulağıyla dinleyiniz! Belleyiniz, tamamı tamamına yapınız!

Sizlere binlerce selâm ve ihtiramlar olsun!”

İşte Çanakkale zaferinin kalbi!

İşte ifadelere sığabildiği kadarıyla oradaki nabız atışları!

Yedi düvelin topyekûn saldırıp da yok edemediği can damarı. Kanın sel gibi aktığı bir savaşta bile; «bir adıma bir köle âzâdı müjdesi»ni ölçü yaparak, öldürmeyi değil, ihyâ etmeyi düşündüren bir hayat şuuru.

İşte maddî gücü dize getiren mânevî kudret. Bunun ferdî çapta misali de, işte;

Seyyid Onbaşı…

Efsanevî kahraman.

Bu yiğit, bir hamlede 215 okkalık (takriben 276 kg) mermiyi sırtladığı gibi demir basamaklardan çıktı ve topun ağzına sürdü. Dilinde «Allah!» sadâsı, kalbinde; «Yâ Rabbî! Güç ve kuvvet Sen’den. Şu ağır mermileri kolayca kaldıracak bir kudret ve hedefe isabet nasîb eyle!» duâsı vardı. Bunu üç kez gerçekleştirdi. Sonuncu atış, İngilizlerin «Ocean / Oşin» isimli harp gemisine isabet etti. Savaşın seyri değişti.

Bedir Harbi’ndeki ilâhî yardımı ifade için buyurulan;

“Attığın zaman sen atmadın, Allah attı…” (el-Enfâl, 17) âyeti tekrar yaşanmaktaydı.

Te’yîd-i ilâhî âşikârdı.

Çünkü Seyyid Onbaşı, sonradan aynı ağırlıktaki bir başka mermiyi kaldıramadı. Dedi ki:

“–Mazhar olduğum muvaffakıyet, maddî gücüm sayesinde değildi. O gün bende başka bir hâl vardı. Mermiyi tutan bendim, kaldıran ise ilâhî kudretti.”

O gün, bu semâvî inâyet;

Hazret-i Ali’nin Hayber fethinde yaşadığı tecellîden bir nasipti.

İslâm ordusunun bayraktarlığını yapan Hazret-i Ali, düşman kalesi önünde öyle bir; «Allah!» demişti ki, bambaşka bir kuvvete nâil olmuştu. O kuvvetle, Hayber’in dağ gibi kapısını tutmuş koparmıştı. Sonradan o kapıyı tekrar kaldırması istendiğinde ise buna gücü yetmemişti. Böylece, Allâh’ın yardımı açıkça temâşâ ve idrak edilmişti.

Mûcizevî bir yardımdı o.

O yardım Allâh’a yönelişin bir bereketiydi. Bilhassa namaz ile yönelişin inâyetiydi.

Çanakkale’deki Mehmetçik, işte bunu düstur edinmiş ve;

“Beş vakit namazınızı kılınız; Allâh’ın yardımına mazhar olursunuz!” ifadesini, en çaresiz durumlarda da yegâne çare olarak bellemişti. Çünkü Allah buyuruyordu ki:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin!” (el-Bakara, 45)

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin!” (el-Bakara, 153)

Elbette;

Âyet-i kerîmelerin tecellîleri sayısız.

Kendisini râzı eden bir kulluğa Cenâb-ı Hakk’ın yardımı sonsuz. Tarih sayfaları bunun misalleriyle dolu. Çanakkale Harbi’nde Mehmed Kâzım Efendi’nin de şahit olup defterine kaydettiği mânidar bir hakikat şöyle:

“5 Ağustos, sene 331, Çarşamba günü.

Sabahleyin alaturka saat 2’de düşmanın 3 adet tayyâresi gelip; 8 adet iskeledeki vapurlara, 7 adet dahî topçularla iskele yanındaki iâşe anbarı önüne bomba attılar. Hafizanallah. Ehl-i İslâm’ı din gayret ve cesareti ihsânıyla kazâlardan muhafaza eden ol Pâdişahlar Pâdişâhı, bizi ve dünyayı ve cümle mahlûkatı yoktan var eden Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ne günde dakika ve saat bin kerreler şükürler olsun!

Hiçbir zerre kadar kazâ olmadığını gözlerimle gördüm. İşbu deftere kaydediyorum ki;

Ey ehl-i İslâm kardeşlerimiz!

Rızâ-i Hak için vatanımız ve dînimiz uğruna sıdk u sadâkatle yekvücut olup daima çalışmalıyız. Cenâb-ı Hakk’a her an duâ edelim; ordularımızı düşmanlar üzerine galip eylesin. Âmîn. Muzafferiyeti Cenâb-ı Hak’tan temennî ve niyaz edelim.

Ey kardeşlerimiz!

Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin inâyetiyle 15 mermiden hiçbirisi ehl-i İslâm’a zarar vermedi. Ve bunu aynı zamanda işbu deftere kaydeyledim.

Bu defteri kırâat eden efendiler!

Gerek bizzat kendiniz ve gerekse evlâtlarınız yetiştiğinde askerlikten hiç sakınmayınız. Dünyada askerlik vazifesi gibi leziz bir şey yoktur. Fakat askerlik, kadrini bilene. Bilmeyenlere pek güç gelir. Heyhat güç gelmesin. Pek şerefli ve pek fazîletli bir meslektir. Hoca efendilere suâl ediniz: Bir kimse harp zamanında düşman karşısında bir saat nöbet bekleyip vazifesini îfâ ederse yedi kere hacc-ı şerîfe gitmiş kadar sevaba muvaffak olur.”

Görülüyor ki:

Çanakkale’de dikilen bayraktaki şartlar yerine geldiği müddetçe ardından mutlaka ilâhî yardımlar ve neticesinde de başarılar ve zaferler geliyor.

Birlik ve beraberlik ile vasıflı, namus ve ahlâk ile muttasıf şekilde vatana sahip çıkarken; gerçek mânâda «Allah!» diyen yürekler, âbideleşiyor. O uğurda cılız bedenler bile aşılmaz ruhlar hâlinde müstesnâ bir kuvvete dönüşüyor. Yûnus’un ifadesindeki şu gerçek yaşanıyor:

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere,
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu…

Doğru. Küçücük bir sinek, koca Nemrud’u yere çalmadı mı?

Evet;

Kalbiyle gerçek mânâda Allah diyebilen ufacık bir sinek, Allah diyemeyen koskoca Nemrud’u mağlûp etti, onun Azrâil’i olup canını aldı. Yani; iki parmak arasında basit bir sıkıştırmayla ölüveren zavallı bir sinek, Allah demeyi bildi de, dağ gibi Nemrut’tan daha güçlü hâle geldi.

Aynı şekilde;

Abdullah İbn-i Mes’ud da, cılız bir sahâbî idi. Mekke döneminde Ebû Cehil, onun kulaklarını patlatmıştı. Fakat Bedir Harbi’nde o cılız sahâbî, Ebû Cehl’in kellesini kopardı. Yine;

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere!..

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (kâfirlerden) iki yüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allâh’ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfâl, 66)

Takvâ durumuna göre bir önceki âyette ise şu hakikat var:

“Eğer sizden sabırlı yirmi kişi olsa, iki yüz (kâfir)e galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (el-Enfâl, 65)

Mesele;

Çanakkale’de bayrağı omuzlayan dört madde.

Ecdâdımız, emâneti onlarla korudu.

Hakkıyla korudu.

Her maddeyi ve mânâyı;

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

şuuruyla korudu. Bir de;

Ey cemâat, yeter Allâh için olsun, uyanın,
Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın!

uyanışıyla korudu. Bilhassa;

Rûhumun Sen’den İlâhî, şudur ancak emeli;
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar -ki şahâdetleri dînin temeli-,
Ebedî yurdumun üstünde benim, inlemeli…

ilticâsı ve hakikati ile korudu.

O emânetlerin vârisleri şimdi biziz.

Onların nasıl korunduğunu bilerek mes’ûliyetimizi idrak edebilirsek, muvaffakıyetler ve varlığımız devam eder.

Çünkü;

Düşman, ehl-i İslâm’ı ayakta tutan bu özellikleri keşfetti. Artık sadece bedenleri topraklardan değil, önce o özellikleri gönüllerden sökmek için yıllardır çırpınmakta. Çanakkale ve İstiklal Harplerinden bu yana toprak parçasından ziyade, ruh dağarcığına saldırmakta.

Mukaddes inancımıza sinsi ve açık saldırılar bu yüzden. Bozuk îtikatlı bilgiçlerin varlığı bu yüzden.

Vatanî duyguları yok edici soğuk ve sıcak hamleler bu yüzden.

Namus ve ahlâka yapılan masum ve kirli hücumlar bu yüzden.

Nihayet milletçe kardeş bir şekilde birlik ve beraberliği yaşamaya karşı pusular ve tuzaklar bu yüzden.

Böylesi hengâmede;

Basit bir gıdıklamayla kopan halatlar, birlik ve beraberlik için kullanılacak bağlar değildir. Bozulmaz bir dînin bozulmaz ve kopmaz halatları var, onları kullanarak kardeşlik ve birlik yaşanmalı. Âyette buyurulan;

«Hep birlikte Allâh’ın ipine sarılın!» (Âl-i İmran, 103) ifadesindeki Allah ipi ile gönüller birbirine bağlanmalı.

O kopmaz bağ ile;

Mazlumlara, masumlara, yetimlere ve öksüzlere sahip çıkılmalı.

Hazret-i Peygamber’in tarif ettiği şekilde yekvücut bir hissiyat içinde her kardeşi kucaklamalı.

O zaman korumak ve korunmak mümkün.

Dünyada da âhirette de ateşten kurtuluş, o zaman mümkün…

Bu istikamette;

Kelâmın sonu, bitmez bir başlangıç olsun:

Düşmanın kanma a kardeş, dışı câzip tipine,
Sen de, birlikte sarıl, dost ile Allâh ipine… (Seyrî)