ANA KUZUSU DEĞİL ASLAN PARÇASI!..

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Yazdan kalma bir sonbahar günüydü. Havanın ferahlığı, kazandığı fakültenin ilk gün heyecanına karışınca Emir Ali, bambaşka bir atmosfere büründü. O artık bir edebiyatçı sayılırdı.

Edebiyatçı… Bu elbise çok hoşuna gitmişti ve zevkle giyinmenin tadını çıkarmak istiyordu. Fakültenin girişine geldiğinde gözü işaret oklarını taradı:

«Türk Edebiyatı Bölümü / A101- A106»

Merdivenleri çıkarken gönül bülbülü sanki yerinden uçacak gibiydi. Sınıfının önüne geldiğine yeni arkadaşlarıyla kısa bir tanışma faslından sonra kendine sakin bir yer buldu. Hocası vaktinde girdi sınıfa. Gayr-i ihtiyarî ayağa kalkacak gibi oldu; ama tam o anda donakaldı, kimse ayağa kalkma girişiminde bulunmadı. Emir Ali kendi kendine mırıldandı:

–Vaaay! Üniversiteliyiz…

Hocanın bunu hiç yadırgamayışı dikkatinden kaçmadı. «Herhâlde böyle oluyor.» diye geçirdi içinden. Ders, kısa bir tanışma faslının ardından bir-iki teknik konuyla devam etti. Hoca, bir sonraki haftanın ön çalışmasının tembihiyle dersi nihayete erdirdi.

Bir buçuk saatlik ders erken bitmişti. Arkadaşları hemen koyu bir muhabbete koyuldular. Memleketler, okullar… Fıtratı gereği, herhangi bir muhabbet grubuna dâhil olmayı gözüne kestiremedi. Şöyle bir saatine baktı. Bir sonraki derse bir saatten fazla vardı. «Namaza gideyim.» diye düşündü, ama vakit daha girmemişti. Düşünceye daldı. Yurttaki hocasının, üniversitedeki ilk gün için söyledikleri aklına geldi:

“Aman dikkat et, o kapıdan girdiğin gibi çıkmaya çalış!”

Çantasını açtı, hocasının;

“Mutlaka okumalısın!” diyerek verdiği edebiyat dergisini çıkardı. Kapağına şöyle bir baktı. Mart ayına ait bir sayıydı:

“Allah Allah, eski bir sayıymış, elbet bir hikmeti vardır. Zaten edebiyat dergisi her zaman tazedir…” diyerek daldı sayfalar arasına.

Daha baş makalede demir attı. Çanakkale’de neyi, nasıl kazandığımıza dikkat çekerken; aslında bizi ayakta ve «bir» tutan dinamiklerin o gün düşman tarafından keşfedildiğini işliyordu. O gün göğe çaktığımız ay-yıldızımızı diri tutan kalelerimizden ve o kalelerin her bir burcunun ne kadar değerli olduğundan bahsediyordu. Vatanımız… Namusumuz… Dînimiz… Dirliğimiz… Kahramanlık ve vefâ duygularının engin bir şuur kazandırdığı düşüncesiyle, öyle bir kaptırmıştı ki kendisini, her bir satırı âdeta yutuyor, hazmediyordu.

Bu sırada sınıftakilerin kendisini çağırdığını, lâf attıklarını hiç duymamıştı bile. İçlerinden biri yanına geldi:

–Sofu ne haber ya?

Emir Ali, biraz şaşkın cevap verdi:

–Ne alâka? Ne sofusu?

–Ne olacak? Baksana okuduğun yazının sayfalarına; eli duâda adamlar, minareler falan… Şöyle temiz bir sakal da bırakmışsın… Sofusun işte oğlum!

–Sofuluktan yana derdim yok! Hattâ keşke sofu olabilsek… Yalnız daha ilk muhabbette alışkın değilim böyle şeylere…

–Ağır abiyiz yani… Ama haklısın pek gitmedi bence de… Kusura bakma!

–Estağfirullah. Adın neydi?

–Sedat Can. Senin?

–Emir Ali.

–İki saattir sana sesleniyoruz, baktım duyacağın yok bizzat geleyim dedim.

–Hakikaten duymadım, sen de kusura bakma.

–Çabuk girmişsin havaya. Daha dört sene var önümüzde, çok okursun yahu. Gel iki lâfın belini kıralım.

Tam o sırada ağzında cak cak sakızı, ne giydiği belirsiz, özenti bir kız yanlarına geldi:

–Beyler kusura bakmayın bölüyorum muhabbetinizi. Sedocuğum çakmağın var mıydı? Ben düşürmüşüm de…

Emir Ali buna da alışkın değildi. Başını dergisine çevirdi. Ne konuştuklarına hiç dikkat etmemişti fakat Sedat ne dediyse, kız;

“–Hıh Salak! Ne işe yararsın ki zaten!” deyip yürüdü.

Sedat Can, Emir Ali’ye döndüğünde birden irkildi.

Emir Ali’nin gözleri kan çanağına dönmüştü. Çanakkale’de bizi ayakta tutan kalelerden birinin bir burcu daha gözleri önünde yerle bir olmuştu.

Sedat Can hafif sırıtarak:

–Hacı o gözler ne öyle? Kocaman olmuş. Bakma öyle yahu, sigara falan içtiğim yok!

–Öyleyse sigara kullanmadığını niye söylemedin?

–Ne bileyim işte, hani şey zannetmesinler daha ilk günden…

Emir Ali âdeta kılıcını çekmişti:

–Ne zannedecekler? Ana kuzusu mu? Hem sen bu kızla ne zaman tanıştın?

–Bugün?!.

–Ben anlayamadım sizi, kusura bakmayın; ama daha bugün tanıştığın bir kız sana; «Salak!» deme cesaretini nereden buluyor?

–Hacı yavaş, kızma yahu! Söylerim bir daha demez… Niye taktın ki?

–Niye takayım ki? Gayet net bir tablo değil mi? Hem üzerinde de çok çalışılmış…

–Ne demek istedin tam anlayamadım? Ama biraz ağır oldu galiba…

–Ne olacak? Şu seviyesizliğe bir bak! Sen annende, kardeşinde böyle bir şey gördün mü?

–Hayır görmedim. Tamam kabul… Erkekliğin bir şerefi olduğunu biliyorum da o kadar zorlamadım sanki…

–Erkeklik şerefi meselesi değil bu! Haddini bilmeyene duvar çekmeyi bilme meselesi… Seviyeyi koruma meselesi… Üniversiteli olduk diye, şahsiyetimizi değiştirmedik! Kaptırıp gidersek hâlimiz perişan olur.

–Ne yaptın abi yahu? İçimi kararttın. Ne var ki bunda? Biraz rahat o kadar…

–Biraz?!. Bu kız yarın nasıl anne olacak? Allah aşkına bunun yetiştirdiği çocuk, nasıl bir evlât olacak? Böyle insanlardan doğacak nesilleri düşünmek bile istemiyorum…

–Vallâhi bak burada çakraları yaktın hacı! Doğru diyorsun. Sen hakikaten farklıymışsın. Aslında olunması gereken yerdeymişsin. Aslında benim ailem de tipik bir Anadolu ailesidir. Fakat dediğin gibi üniversiteli olduk diye, bu hassasiyetler geride kalacak zannettim sanki. Ne bileyim işte, çevre meselesi…

–Peki Sedat, sen niye böyle ucuz ucuz yaranmaya çalışıyorsun?

–Yok be abi, yaranmıyorum; ama ilgi görmek hoşuma gidiyor.

–Hangi ilgi kardeşim? Sen kendini kime beğendirmeye çalışıyorsun? Şeytana mı, Rahmân’a mı?

–Ama çok sıkıştırıyorsun sen de…

–Eğer sıktıysam susayım; ama hakikat bu, kaçarın yok!

–Haklısın, haklı olmasına da senin şu gösterdiğin duruşu sergilemek de çok zor. Bence sen de bir gaz gidiyorsun, devamı gelmeyebilir…

Tam da bu söz üzerine hocasının sözleri geldi Emir Ali’nin aklına ve cevap verdi:

–Orasını Allah bilir, inşâallah devam ettirmeye çalışacağım. Belki de sen haklı çıkarsın; ama en azından şu kapıdan girdiğim gibi çıkmak istiyorum…

O sırada ortamın kasvetli havasını toz-duman eden çok tatlı bir sedâ duyuldu. Ezan okunuyordu… Emir hiç lâfı uzatmadı. İki elini masaya vurarak güç aldı ve doğruldu. Gözlerini Sedat’ın gözüne ve gönlüne çaktı:

–İşte gerçek kardeşim! Hayatın tek gerçeği… Ben gidiyorum, namaza yetişeceğim…

Emir Ali, kararlı adımlarla camiye yöneldi. Tam bölüm koridorundan ana koridora dönecekken ardı sıra gelen birini fark etti. Dönüp baktı, gelen Sedat’tı. Sedat ceketinin bir kolunu giymiş, diğerini giymeye çalışıyordu. Koşar adım yetişti kendisine. Nefes nefese;

–Emir Ali, namaz duâlarını biliyordum; ama unuttum, gidene kadar birkaçını hatırlatsan olur mu? Bu namazı seninle beraber kılmak istiyorum…

Şaşkınlığını ve heyecanını gizleyemeyen, gizleme ihtiyacı da hissetmeyen Emir Ali, şöyle cevap verdi:

–Tabiî kardeşim, zevkle… Sen yeter ki iste…

Emir Ali, hocasının kendisine dergiyi uzattığı o ânı hatırladı. Ne yapmaya çalıştığını çok iyi anlamıştı. Şöyle göğüs kafesini doldururcasına derin bir nefes aldı. Yazıda okuduğu; «Çanakkale’nin Taze Gerçekleri»nin ne kadar taze olduğunu hazmedercesine bir başlangıç olmuştu. Nice kuzuların kurtlara yem olduğu bir günde, o avdan dolu dolu dönen bir aslan parçasıydı. Akşam yurda döndüğünde hocasına anlatacak çok şeyi vardı…