UYUYUN-UYANIN!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Akla bir soru düştü:

–Uykuya mı dayanamıyorsunuz, uykusuzluğa mı dayanamıyorsunuz?

İki dostun alnı terledi:

–Ben uykuya dayanamam!

–Ben de uykusuzluğa!

–İkisi de aynı şey.

–Öyle görünüyor.

–O zaman niye farklı sual, farklı cevap.

–Farksız sayalım.

–Fakat farklılık var, aynı şey değil.

–Nasıl yani?

–Şöyle: Uykuya dayanamamak, uykusuzluğa dayanırım demek. Cümle olarak böyle; ancak bu, mânâ olarak uykusuzluğa da dayanamamayı ifade ediyor.

–İşte aynı şey.

–Değil. Çünkü dayanmanın bir de yaslanmak mânâsı var. Uykuya yaslanmak ile uykusuzluğa yaslanmak ayrı şeyler.

–Bu da doğru.

–Daha birçok farklılıklar var, görülmesi gereken.

–Kafam çatlayacak. Gerisi kalsın. Daha fazlasını aklım almaz.

–Bilâkis daha fazlası lüzumlu. Yoksa göz uyansa da akıl ve gönül uykuda kalıyor. Hâlbuki göz uyusa da akıl uyumamalı, gönül uyumamalı. Çünkü onlar uykudayken insanın bütün anlayışı, rüyadan ve hayalden ibaret. Mesele de zaten bu. Uyku ve uykusuzluk arasında koca bir ömür geçip gidiyor. Lâkin nasıl geçiyor? Nasıl geçmeli? Bu gerçeğe vaktinde kafa yormazsak, herkesin mutlak uyanışı olan ölüm ânında meseleyi idrak etmenin ne mânâsı olur? Elbette hiçbir mânâsı olmaz. Öyle değil mi?

–Evet, gerçekten de öyle. Öyleyse; insan hayatı, bu hususta en güzel şekilde ve ebedî hakikate uygun olarak eğitilebilirse, verimli ve canlı. Aksi hâlde, verimsiz, boş ve hayalî bir yaşayışın felâketi.

–İşte aklın uyanışı!

İki arkadaş arasındaki sohbet bu noktaya geldiğinde, eğitim bülbülü kanat çırptı. Tefekkürün semâvî penceresine kondu. İdrakin hikmet camlarını berrak sesiyle tıktıkladı. Gözler ona dikkat kesilince şakımaya başladı:

“–Dostlar!

Şu fânî âlem; insan için hem uyutucu, hem de uyandırıcı sayısız câzibe, alârm ve sinyallerin merkezidir.

İçimizde bir yanda; «Uyuyun!» fısıltısı dolaşır, bir yanda; «Uyanın!» rüzgârı eser.

«Uyuyun» fısıltısı, bu fânîde nefsânî, dünyevî ve şeytânî her türlü zevk u safâ ve bakış açılarıdır ki; bunlar, dozajı arttığı anda gönlü öldüren birer uyku afyonudur. Dedikodu, hırs, riyâ, şehvet, baş olma sevdası, Hakk’a ve hakikate düşmanlık, tembellik, bıkkınlık, bencillik, cimrilik, korkaklık ve dünya sevgisi, bu afyonun değişik türleridir. İnsan, bu afyonlardan hangisini çekse; kafayı tütsüler, idraki ve aklı yitirmeye, gönlün kabiliyetlerini kaybetmeye başlar. Kuvvetli bir uyandırıcı olursa, kurtulma ihtimali yine de vardır. Ancak; «Uyuyun!» fısıltısının tamamen hâkim olduğu gönlü, sadece ölüm uyandırabilir. Ya da ölüm şiddetinde başka şoklar!..

Onun için;

«Uyanın!» rüzgârı; yalnızca rûhun ve gönlün üzerindeki gaflet tozlarını silip süpürerek, kalp gözünü açmaya çalışan ilâhî nefesten ibaret değildir. O; bazen yeri altüst eden korkunç bir deprem, bazen her şeyi toz eden müthiş bir kasırga, bazen ne var ne yok boğup atan bir tufan, bazen dehşetli bir trafik kazası, bazen kül eden yangın, bazen her şeyi imha eden bir savaş, bazen şifâsı mümkün olmayan salgın ve müzmin hastalıklar şeklinde uzayıp giden ilâhî ihtarlardır. Bu ihtarlar; hakikate kör olan gözler nazarında felâket, ârif bakışlar içinse Allâh’ın merhamet ve lutfudur.

Çünkü;

Bir fay hattı üzerinde veya buna benzer her an tetiklenebilecek âfetlerin tam ortasında, nefsin dal ve budaklarını ölüm keskisiyle düzeltip zarif bir kul olmak mı güzeldir; yoksa ölümü bir lâhza hatırlatmayan bir hayat içinde cehennemlik bir odun kütüğü olmak mı?

Nasıl ki bir atın dinçliği, at sineklerine bağlıysa; kulların da ölüme ve ebedî âleme karşı uyanık hâlde bulunmaları, gönül sinekleri diyebileceğimiz sıkıntı, ıstırap, âfet, hastalık vesair hâllere bağlıdır. Öyle ki, tefekkür ettiği takdirde bir saniye sonra herhangi bir olağanüstü hâdise sebebiyle ölebileceğini kabul etmeyecek insan yoktur. Deprem, sel ve kazadan uzak, gencecik kimseler bile bir kalp krizi ile bir anda gitmiyor mu öbür âleme?

Allah dilese; şok ihtarlar, ürkütücü ve korkunç sinyaller olmadan da bu hayatı yaşatabilirdi bize. Ancak o zaman insanların neredeyse tamamı, sadece ölürken uyanabilirlerdi.

Bütün bunlara rağmen herkes, rûhunun bağlantı kurduğu trafolara göre yönlenir. Yani mesele, hangi sinyallerle irtibat hâlinde olduğumuzdur. İç âlemimizde uyutucu merkezli kablolar mı döşeli, uyandırıcı merkezli kablolar mı? Zira hangi merkeze doğru kablo kopuksa, o taraftan kalbe hiçbir sinyal ulaşmayacaktır. Niceler var ki sonsuz bir tehlikenin ortasında olduğu hâlde hiçbir ürküntü hissetmez. Tıpkı Nemrut gibi, Firavun gibi, Ebû Cehil gibi… Üstelik uyandırıcı sesler de, onlar için artık gaflet ve sapıklıklarını artırma vazifesi görür.

İşte bu sebeple;

Uyanış, maddî ve mânevî her türlü canlılık ve hayatın temelinde en önemli ve ilk adımdır. Akıl nûrunun güneşi, gönül bahçesinin şafağıdır. İdrakin şifresi, düşüncenin şahdamarıdır. Bu gerçekten hareketle «yakaza» şeklinde terimlendirilmiş olan uyanıklık, bütün meselelerin başında yer almıştır. Çünkü;

“İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar…” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 312/2795) ifadesi; beşerin beden olarak değil, daha ziyade gönül olarak ne kadar derin uykulara daldığına, öyle ki bu uykulardan onu ancak ölümün uyandırdığına özellikle dikkat çekmektedir.

Onun için uyanıklık bu çerçevede;

Gönlü saptıracak her çeşit gaflet, günah ve isyan gibi uykuların yanında; Hakk’a kulluk ve güzel davranışlardan yorgunluk, yılgınlık ve bıkkınlık gibi mahmurluklardan uyanmak ve bu tür uykulara daldıran yataklardan kalkmak demektir.

Bu kalkış; uyanışın sebebi istikametinde harekete geçiştir ki, bir ırmağın topraktan fışkırıp deryasına doğru akmasına benzer. Şayet akışta bıkkınlık ve durgunluk olmazsa, yani kışın donmadan, yazın buharlaşmadan yola devam edilirse; maksat ve vuslat mümkün olur. Bu itibarla Cenâb-ı Hak, ilk vahiyden sonra evine gidip üzerini örten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdiği ikinci vahiyde;

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk!” (el-Müddessir, 1-2) buyurmuştur.

Nitekim O Peygamberler Sultanı da bu ilâhî ferman ile derhâl doğrulup kalkmış ve mânevî mânâda ömür boyu bir daha ne yatmış, ne oturmuştur…

Dolayısıyla uyanıklık; sadece uyku yorganını üzerimizden atmak değil, aynı zamanda gönlü de yataktan kaldırmaktır.

Necip Fazıl ne güzel söyler:

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl ben gideyim Son Peygamber kılavuz!..

Hâsılı:

Bizler; yakaza, yani uyanıklığın âdetlerini değil de alâmetlerini taşıdığımız an, Hazret-i Peygamber’in ardındayız demektir…

Lâkin güzel de olsa yakazanın/uyanıklığın sadece âdetlerini taşıyorsak; bilmeliyiz ki, ancak uyurken görülen ve güzelliği gerçekte asla yaşanmamış olan geçici bir rüyadayız. Bir rüya ki dışı yaldızlı, fakat içi boş, bomboş hülya…

Âh uykular âlemi yalancı dünya!..

Âh!..

Bu âh içinde gönüller; eyvâha düşmemenin derdiyle yoğrulmalı, gerçekten duyabilmenin ve görebilmenin şartı olan bir uyanmışlık için gayret ve duâ hâlinde yaşamalı:

Zebûnu etme İlâhî, yalancı dünyânın,
İçinde boğma bu idrâki sahte rü’yânın!
Şu gönlü şimdi uyandır, bırakma uykulara;
Esîri eyleme yâ Rab, cilâlı hülyânın!

Kulak uyursa işitmez Sen’in ezel sesini,
Uyursa can gözü görmez cihanda mâkesini,
Ölümden önce bu Seyrî, uyansın Allâh’ım!
Uyandır uykuda bilmez Sen’inle güftesini.”