MÜSTAKÎMİN DÖRT ALÂMETİ

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com

Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -kuddise sirruh- 1892 yılında Adana’da doğdu. Sâmi Efendi, ilk ve orta tahsilini Adana’da tamamlayıp yüksek tahsil için 1910 yılında İstanbul’a gitti. Dâru’l-Fünûn Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir gün Bâyezid Meydanı’nda karşılaştığı bir zâtın, zâhirî ilimlerin yanında bâtınî ilimleri de ikmal etmesi yönündeki tavsiyesi üzerine Kelâmî Dergâhı’na gitti ve orada Muhammed Es‘ad Erbîlî Hazretleri ile görüşüp talebesi oldu. Hizmetleriyle hocasının takdirini kazanan Mahmud Sâmi Efendi, kısa zamanda hocasından icâzetnâme almaya muvaffak oldu. Dergâhların kapatılmasıyla 1924 yılında memleketi Adana’ya döndü. 1951 yılında İstanbul’a geldi. Erenköy Zihni Paşa Camii’ndeki vaazları ve hususî sohbetleriyle irşad hizmetini yürütürken bir yandan da bir ticarethanenin muhasebesini tuttu. 1979 yılında Medîne-i Münevvere’ye hicret etti. Son yıllarını Hazret-i Peygamber’e komşu olarak geçirdi ve 12 Şubat 1984 Pazar sabahı ebediyete göç etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî’dedir.

Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri; «Mü’minler dağ gibi müstakîm olmalıdır» derdi. Bu sözünü de şöyle izah ederdi:

“Dağın dört alâmeti vardır;

1. Sıcaktan erimez,
2. Soğuktan donmaz,
3. Rüzgârdan devrilmez,
4. Sel alıp götürmez.”

Hayatın değişen şartları karşısında bir mü’min muvâzeneyi, yani dengeyi bozmamalıdır.

GÜZEL MEMLEKET, GÜZEL İNSANLAR

İbn-i Battûta, 24 Şubat 1304’te Fas, Tanca’da doğdu. Fıkıh ve İslâmî ilimler okudu. 1325 yılında hacca gitmek niyetiyle yola çıktı. Yolculuğunda, uğradığı yerlerdeki camileri, medreseleri ve türbeleri ziyaret edip, halka vaaz ve nasihatte bulundu. Gittiği beldelerin ileri gelenleriyle görüştü. Çok alâka ve iltifat gördü. Bu seyahati onda diğer İslâm memleketlerini gezme arzusunu uyandırdı. Bu maksatla 29 sene süren üç ayrı seyahate çıktı. «Hiçbir yoldan iki kez geçmeme» prensibi ile olabildiğince çok yer gezdi. Genellikle ticaret, hac ve öğrenim gibi maksatlarla dolaşan çağdaşlarının tersine, yeni ülkeleri ve halkları tanıdı.

İlk seyahatinde; Mısır, Suriye, Anadolu, İran, Irak, Hicaz, Türkistan, Orta Asya, Çin, Hindistan, Sumatra ve daha birçok ülkeleri gezdi. Anadolu’nun önemli şehirlerini gezdikten sonra Sinop’dan Kırım’a geçti. Buradan Harezm, Mâverâünnehir, Horasan ve Afganistan yoluyla Hindistan’a ulaştı. Delhi’de yedi sene kadılık yaptı. 1342 senesinde Tuğluk Şâh’ın emriyle Çin’e elçi olarak gitti. Endonezya ve Cava üzerinden Pekin’e vardı. Buradan 1349 yılında, memleketi Fas’a döndü.

İkinci seyahatinde Endülüs, üçüncü seyahatinde Sudan, Orta ve Kuzey Afrika ülkelerini dolaştı.

Müslümanlar ve Müslümanlıkla irtibatı olan bütün memleketleri gezdi. Onların tarihî, coğrafî, etnik ve kültürel durumlarını tespit etti. İbn-i Battûta, seyahatnamesini yazdıktan bir süre sonra 1368 senesinde memleketi Tanca’da vefat etti.

***

Anadolu insanını şöyle anlatır:

“Bilâd-i Rum denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Allah; güzellikleri öteki ülkelere ayrı ayrı dağıtırken, burada hepsini bir araya getirmiştir. Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı yaşar ve en nefis yemekler pişirilir. Allâh’ın yarattıkları içinde en şefkatli olanlar bunlardır ki, bundan ötürü; «Bolluk, bereket Şam’da; şefkat ise Anadolu’dadır.» denilmiştir.”

BÖYLE SULTANA KİM KASTEDEBİLİR?

Sultan IV. Murad Han, 27 Temmuz 1612 tarihinde I. Ahmed Han ve Mahpeyker «Kösem» Sultan’ın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Enderun mektebinde Türk-İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetiştirilirken; Kur’ân-ı Kerim, siyer, hüsn-i hat ve edebiyat dersleri aldı. Ağabeyi Genç Osman’ın katline şahit olması, onu küçük yaşta olgunlaştırdı. Amcası I. Mustafa’nın ikinci kez tahttan indirilmesinin ardından henüz on bir yaşında iken Eyüp’te Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin elinden kılıç kuşanarak tahta çıktığında Osmanlı Devleti, içeride ve dışarıda siyasî buhranlar yaşamaktaydı. İstanbul’da yeniçeriler ve sipahiler ayaklanma hâlinde iken Safevîler Bağdat’ı işgal etmekteydi. IV. Murad Han, devlet idaresindeki otoritesini 1632 yılında isyancıların başı olan Topal Recep Paşa’yı idam ettirmekle hissettirmeye başladı. Sultanahmet meydanında herkesi fevkalâde şekilde etkileyen ve halkın desteğini sağlayan hitabeti meşhurdur. IV. Murad Han, 1635’te Erivan’ı, 1638’de Bağdat’ı fethetti. Cengâver Osmanlı Sultanı, 8 Şubat 1640 tarihinde yakalandığı hastalık sebebiyle henüz yirmi sekiz yaşında iken vefat etti. Kabri, Sultanahmet Türbesi’ndedir.

1638’de Bağdat Seferi’ne çıkan IV. Murad’ın dirâyetini bilen Safevî hükümdarı; onun Bağdat önlerine gelmesi hâlinde şehri mutlak sûrette kaybedeceğini bildiğinden, Sultan’ı bir sû-i kastla ortadan kaldırmanın arayışı içine girdi ve hususî yetiştirilmiş üç casusu Osmanlı ordusuna gönderdi. Bu üç casus bir gece sekiz nöbetçiyi aşarak Sultan’ın otağına girmeyi başardılar. Hançerlerini çekip yatağın başına yaklaştılar. Bu sırada istirahat hâlinde olan Sultan, o anda bir rüya görmekteydi. Rüyasında çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri, kendisine misafir olmuş, birlikte oturuyorlardı. Ancak o esnada hocası beklenmedik bir şekilde süratle ayağa kalkıp;

“Oğlum Murad! Ayağa kalk!” dedi.

Ayağa kalkmaya davranan Sultan, rüyada gerçekleşen bu doğruluşla birlikte uyanarak gerçekte de yatağından kalkıverdi ve başında bulunan eli hançerli üç şahsı fark etti. Derhâl üzerlerine yorganını fırlattı ve başucunda duran yaklaşık üç yüz kiloluk topuzuyla üçünü de yere serdi. Böylece Hüdâyî Hazretleri’nin tasarrufuyla mutlak bir sû-i kasttan kurtulmuş oldu. (Bkz. Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı – Osman Nûri TOPBAŞ)

FELÂKETLER DÎNİMİZE GELMESİN

Ali Ulvi KURUCU, 3 Mart 1922’de Konya’nın Sakyatan Köyü’nde dünyaya geldi. Dedesi Hacı Veyis Efendi, amcası Mustafa Efendi ve babası İbrahim Efendi Konya’nın ulemâsındandı. İlk tahsilini Konya’da ikmal ettikten sonra kendi arzusuyla hâfızlığa başlayıp tamamlamaya muvaffak oldu. On beş yaşlarında iken Ali adının yanına Ulvi ismini de ekledi ve bu ismi şiirlerinde de kullandı. 1938-1939 yılları arasında babasının ortak olduğu bakkalda ticaretle uğraştıysa da babası İbrahim Efendi oğlunun ticaretle uğraşmasını değil, ilim adamı olmasını arzuluyordu. Bu yüzden 1938 yılında ailesiyle birlikte çileli bir yolculukla önce hac için Mekke’ye oradan da Medine’ye hicret etti. 1940 yılında yüksek öğrenim için gittiği Kahire el-Ezher Üniversitesi’nde altı yıl okuduktan sonra babasının vefatı üzerine Medine’ye döndü. Önce küçük bir dükkânda üzerinde «Medine Hâtırası» yazan, evde yaptıkları mendilleri satarak rızkını temin etti. Sonra ilmî vazifelerde bulundu. 1975’te Mahmudiye ve Şeyhülislâm Ârif Hikmet Kütüphanelerinde müdürlük yaptı. İlim ve irfan ehli Ali Ulvi KURUCU, 3 Şubat 2002’de fânî hayata vedâ etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî’dedir.

***

Medine’ye hicretlerinden önceki günleri kendisi anlatır:

Her gün üzücü hâdiseler oluyordu. Dertli günler geçiriyorduk. Dedem;

“–Bugün yeni bir şey var mı?” diye soruyor; babam;

“–Efendim, gazetelerde şu var, şöyle olmuş.” diye anlatıyordu.

Bir gün dedem, pedere dedi ki:

“–Yahu bu kadar yıkıma uğrayan bir milletin sonu ne olacak? Bu olanlar, bizleri bile sarstı. Ömrümüz ilimle, medreseyle, kitapla, Kur’ân’la geçmesine rağmen, bu işler bizleri dahî sarstı… Ya hiç dînî sohbet görmemiş; bir âlim, bir mürşid, bir Allah dostu ile görüşmemiş, böyle zâtların semtine uğramamış, mâneviyat âleminden feyz alamamış, bu neşelerden, zevklerden mahrum yaşamış gençler ne olacak? Bu memleketin âkıbeti ne olacak?”

Bunun üzerine peder merhum;

“–Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, duâlarının birinde; «Yâ Rabbî, başımıza gelecek felâketler, dînimize gelmesin.» buyurmadılar mı? Baba, maalesef musîbet dînimize geldi…” deyince, dedemin hüngür hüngür bir ağlaması vardı ki, unutamam. (Bkz. Üstad Ali Ulvi KURUCU Hatıralar, c. 1 s. 155 – M. Ertuğrul DÜZDAĞ)