Kâinat Kitabına; ÂRİFÂNE NAZAR

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

HER ŞEYDE BİN DÎVAN…

Dünya, insanın imtihan dershânesidir. Bu dershânede kulluk talimine başlayan insan; eğer gerekli tahsili alırsa, kâinattaki sırları ve hikmetleri okumaya başlar. Kendini okumaya başlar… Allâh’ın kitâbını okumaya başlar…

Kur’ân-ı Kerim, insanın şerhidir. Kur’ân-ı Kerîm’in şerhi de kâinattır. Hâsılı insan, Kur’ân ve kâinat; birbirine bağlı, birbirini en güzel şekilde şerh eden üç âlemdir. Kur’ân’da derinleşen; kendini ve Rabbinin lütuflarını okur, kâinâtın sayfalarını çevirmeye başlar ve hikmetler ayân olur. Kalpten, öte âlemlere pencereler açılır.

Dünya dershânesinde bu tahsil ve terbiyeyi almış ârif gönüller, eşyaya ve hâdisâta bir başka bakarlar.

Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:

“Ârif gönüller için ağaçlardaki bir tek yaprak dahî bir mârifetullah dîvânıdır. Gafiller için ise bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

Onların okudukları hikmetler; kuru edebiyattan ibaret yakıştırmalar, tasannûlar değildir. Çünkü bu âlemde hiçbir şey tesadüf değildir.

Her şey;

ذٰلِكَ تَقْد۪ٖيرُ الْعَزٖ۪يزِ الْعَلٖ۪يمِ

“…İşte bu, Azîz ve Alîm olan (üstün kudret sahibi ve her şeyi bilen) Allâh’ın takdiridir.” (Yâsîn, 38) âyet-i kerîmesinde buyurulduğu üzere; sonsuz ilim, hikmet, kudret ve azamet sahibi Cenâb-ı Hakk’ın yaratması ve takdir etmesiyle yerli yerine konmuştur.

Hazret-i Mevlânâ; gerek Kur’ân âyetlerine, gerek kâinat kitabındaki her tecellîye, gerekse insana irfan nazarıyla bakan; temâşâ ettiği sır ve hikmetleri, bizim idrâkimizin alabileceği tarzda şiirleştiren, formülleştiren, bu hususta mevhibe-i ilâhîyyeye nâil olmuş müstesnâ bir Hak dostudur.

Onun nazarında her şey, mutlak hakikatlerimize ibret köprüleri kurar. Zaten «İbret» geçiş demektir. İbrette aslolan, maddeden mânâya, zâhirden bâtına, görünenden görünmeyene «ubûr etmek», intikal etmektir.

Hazret-i Mevlânâ, bakış farklarını şöyle müşahhaslaştırır:

“Şeytan, Âdem’in çamurunu gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya ait olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme ait olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytanın bilemediği taraf, insanın Hakk’ın halîfesi (halîfetullah) olmasıdır.”

Demek ki, zâhire takılmak, bâtına intikal edememek; şeytanı isyana sürükleyen bir gaflet olmuştur;

BÂTINI GÖRMEYEN ŞEYTAN BAKIŞI…

Deccal gibi, şeytan da, «tek gözlülük» ile malûldür. Yani sadece zâhiri görür, bâtına intikal edemez:

“Güzelliği ile iftihar eden, ay gibi parlak olan her güzelin yüzüne bak! Fakat evvelini gördükten sonra sonuna da nazar et ki; şeytan gibi tek gözlü, yani bir şeyin dünya tarafını görüp âhiret tarafını görememek ahmaklığına düşmeyesin…”

Hazret-i Mevlânâ; bu zâhir ve bâtın farkını iki ayrı ses, iki ayrı mesaj olarak takdim eder:

“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almaya istîdatlı?..

O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların hâli, diğeri ise aldananların hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!..

Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdetâ kör ve sağır olur.”

Zaten îman da lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefrettir. Sevdiğin kadar, ağyardan uzaklaşırsın; nefsânî arzulara râm olduğun takdirde hak ve hakikatten uzaklaşırsın.

تَبَّتْ يَدَا اَبٖ۪ى لَهَبٍ وَتَبَّ

“Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu da.” (Mesed, 1) âyet-i kerîmesinin nâzil olması, bu hakikatin en bâriz misâlidir…

Allâh’ı, Peygamber’i ve onların sevdiklerini sevdiğin kadar; onların düşmanlarından burûdet hâlinde ve uzakta olman zarûrîdir.

Mevlânâ -kaddesallâhu sirrahu- Hazretleri’nin anlattığı şu misalde de; tefekkürün iç ve dış yansımalarının; ruhların ve istîdatların insandan insana farklı olduğunun; herkesin kendi aynasında kâinat nakışlarını, değişik perspektiften ayrı ayrı görmelerinin îzâhı vardır:

“Bir sûfî, neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyînâtı karşısında mest olur. (Kendisine öbür âlemden sünûhat ve tulûat pencereleri açılır. O pencerelerde) gözlerini kapayarak murâkabe ve tefekküre dalar.

Orada bulunan gafil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye;

«–Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allâh’ın rahmet eserlerine nazar et!» der.”

Sûfî de ona şöyle cevap verir:

“–Ey gafil insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir.

Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün. Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir:

Onların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir. Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neşe selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayâl âlemine; «مَتَاعُ الْغُرُورِ aldanış mekânı» demezdi.

Gafil olanlar ve dünyayı cennet zannederek; «Cennet budur!» diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır. Asıl bağ ve bahçelerden, yani «evliyâullah»tan uzakta kalanlar, o hayâle meylederek aldanırlar. (Serap görmeye başlarlar. Ancak) bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?

Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş, onun rûhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır…”

Habîb-i Neccar, bu hâlin güzel bir misâlidir. O, şehid olurken kendisini taşlayanlara acıdı ve şöyle dedi:

“Keşke, Rabbim’in beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!” (Yâsîn, 27)

Hallâc-ı Mansur da kendisini taşlayanlar hakkında şöyle duâ ediyordu:

“Bende tecellî edeni bilselerdi, böyle yapmazlardı… Benden evvel onları affet yâ Rabbî!”

Hakikatin kokusunu almış olan ârifler; kâinattaki her şeyi, sevginin yegâne menbaı ve kıblesi olan el-Vedûd -azze ve celle- açısından okur ve duyarlar. Zaten ses ve diller de işaretler demektir. Lisanlar birer remizdir. Kâinattaki her şey Allâh’ı tesbîh eder. Fakat onların lisânına âşinâ olmayanlar, o işaret ve rumuzlardaki lisanları çözemezler. Hazret-i Mevlânâ, bu tefekkür ufkuyla leylek hakkında da şöyle söyler:

“Kuşların sultanı leylektir. Onun «lek, lek»leri nedir, bilir misin? O;

«Hamdü lek, şükrü lek, mülkü lek, yâ Müsteân! (Yani hamd Sana, şükür Sana, mülk Sen’in ey kendisinden yardım beklenen Rabbim!) demektir.”

Peygamber Efendimiz de «bakışın ibret» olmasını emretmiştir. İbret bakışının bir çeşidi de, bir işin evvelinden sonunu görmektir.

BAŞINDAN SONUNU GÖRMEK…

Dünya, tecellîlerin yansıdığı bir ayna gibidir. Bu tecellîlerin dondurulmuş bir hâli; durdurulmuş bir ekrandaki görüntü gibi, sâbit ve güzel görünse de, devamını göz önünde bulundurmak gerekir. Hazret-i Mevlânâ; dünyanın tazeliğinden, köhneliğini; tuzak olan câzibesinden fânîliğini görmeye çağırır:

“Ey sâlik; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binanın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı mest olup dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”

Zira dünyada hiçbir hâl kalıcı değildir. Baharlar güz olur, yazlar kış olur… Madem kalıcı değil, bu fânî bahar; başını döndürmesin, ebedî bahar ülkesi olan cennetlerden seni alıkoymasın!

“Şafak vaktinde, güzel güneşin doğuşunu görünce; gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”

“Bu hoş semâda -yani mehtaplı bir gecede- bedir hâlindeki Kamer’in letâfetini görürsün; O’nun bir de ay sonlarında uğradığı zaaf ve bedir hâline olan hasretini düşün!”

Şafak ile gurûbun, bedir ile bitiş hilâlinin mukayesesi, insana kendisini hatırlatmak içindir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ, sözü oraya bağlar:

“İnsan da aynı bu macerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, zevâle mahkûmdur. Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak hâline gelir ve halkın gözünden düşer!”

“Eğer gümüş tenli güzellikler seni cezbediyorsa, ihtiyarladıktan sonra o bedenin pamuk tarlasına döneceğini aklına getir!

Fânîlik, geçicilik; insan rûhunu tatmin etmez. İnsan; varlığındaki sonsuz açlık ve iştiyak sebebiyle, ebedî olana, bâkî olana arzu ve teveccüh içindedir. Bu sebeple, Mevlânâ Hazretleri, hep dünyanın fânîliğini düşündürür:

“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların âkıbetini orada gör!

Pisliğe de ki:

«–Senin o güzelliğin, tabak içindeki zevk ü letâfetin ve güzel kokun nerede?»

Cevaben der ki:

«–O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa düşünce, gonca eridi, soldu ve cürûfa döndü.»

Ustaları hayran bırakan öyle maharetli eller vardır ki, sonunda titrek olmuştur.

Kezâ cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmaya başlamış bir hâlde görürsün!

Kezâ arslanların safında giden arslan gibi yiğit bir er, gün gelir fare gibi âciz birine mağlûb olur.

Kezâ üstün kabiliyetli bir sanatkârı, sonunda acze bürünmüş bir zavallı gibi işe yaramaz bir hâlde görürsün!

Kezâ akılları baştan alan misk kokulu ve kıvırcık bir zülüf; ihtiyarlıkta, kır merkebin kuyruğu gibi çirkinleşir!”

Bütün bunca şeylerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra da onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiş olduklarını gör!

Çünkü bu âlem, sana tuzağını kurmuş ve o vasıta ile nice ham ervâhı aldatıp perişan etmiştir. Böylece âlemin her cüz’ünü say ve evvelki hâliyle sonraki hâlini göz önüne getir!

Her kim ki, nefsin esiri olmaktan ve mecazlara (gölgelere) aldanmaktan kurtulmuş ise, Allâh’a o kadar yakındır.”

Mecazlara, gölgelere aldananlar ise aptallaşır, körleşir, taşlar gibi hissizleşir, hantallaşır. Hazret-i Mevlânâ; basit arzularını dağlar gibi gören, tefekkürünü zâyî edenleri, acıma hissiyle silkeler:

“Şu insan toplumunu ibretle seyret!.. Yaşadığın bu âlemdeki bunca ilâhî azamet ve kudret akışlarını gördüğün hâlde neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da bedeninin ve menfaatlerinin arzuları sana dağlar gibi büyük, selîm bir tefekkür ise karınca misâli küçük görünüyor?

Ey esfel-i sâfilîne, (aşağılıkların en aşağısına) düşen kişi! Taşın nasıl bir şeyden haberi yoksa senin de tefekkür dünyasından öyle haberin yok. Sen ne yazık ki tefekkürünü zâyî ederek en büyük lezzetten mahrum kalmışsın!”

Evet, tefekkürden mahrumiyet, ne büyük bir kayıptır!

NE BÜYÜK HÜSRAN!

Tefekkürünü kaybeden kişi, ölü gibidir. İlâç ve hekim, hasta da olsa yaşayana çare olur, ölüye değil!..

“İrfan ehli, kılavuza benzer; yola girenlere faydalı olur. Ancak yola girmeyenlere kılavuzun bir faydası olmadığı gibi o gafiller de kılavuzun kadrini bilmezler!

Yine bir hekim, hastalara şifâ dağıtır; bunu ağlayıp inleyen hastalar iyi bilirler. Ancak bir ölü, hekimin kıymet ve değerini nasıl idrâk edebilir?”

Hazret-i Mevlânâ -kaddesallâhu sirrahu-, kalbî kıvamdan mahrum bir nâdânın hâlini ne güzel hikâye eder:

“Bir gün Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’a yol arkadaşı olan gafil biri;

«–Ne olur ey İsa, ism-i âzamı bana da öğret de şu çürümüş kemikleri diriltip kaldırayım.» dedi.

İsa -aleyhisselâm- ise cevaben;

«–O iş, senin kârın değildir. İsm-i âzamı okuyup ölüyü diriltmek için; yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisan ve temiz bir kalp ister. Nefsi pâk olan kimsenin duâsı makbul olur… Sende İsa’nın temiz nefesi yokken ism-i âzamı okumanın sana ne faydası olur ki?!.» dedi.

Fakat gafil adam ısrar edince Hazret-i İsa, bu ahmağın sözlerine ziyadesiyle taaccüb etti ve;

«Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl kendi ölü kalbini ihyâ etmek! Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!» diye hayret etti.”

Cenâb-ı Hakk’ın sadra şifâ kelâmından, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kalbe cilâ sözlerinden, Hak dostlarının şifâlı nefeslerinden istifadenin yolu; tefekkür damarlarının tıkalı olmamasıdır. Bunun için o kalp hekimi olan Hak dostları yine vazgeçmezler; bu gibi sarsıcı telkinlerle, onlara âdetâ kalp masajı yaparak, kalplerini ihtizâza getirmeye, harekete geçirmeye çalışırlar:

“Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fânî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi de sana düşman olacaktır. Baş kesen düşman kesilecektir.

Hâlbuki sen, feryatlar içinde mezarda; «Yâ Rabbî, beni yalnız bırakma!» diye Allâh’a yalvaracaksın.

Direği yelden olan, ne kadar dayanabilir ki? Sen kabirde yalnız kalmak istemiyorsan, dünyan hayır ve iyiliklerle dolsun!

Bilesin ki lâ-yemût, yani ölümsüz olan ancak Allah’tır. Yoksa şu akıp giden ölüm selinin ne durması ne dinlenmesi vardır. Gelişler ve gidişler, birbirini takip eder.

Ben de şu kupkuru dünyada Hazret-i Nûh’un gemisine benziyorum. Tufan da vâdemin gelip çatmasıdır. Gemim, gayb âleminde pusuya yatan dalgaları bekliyor! Ben de susanların arasına girecek, mevtâlar âlemine dâhil olacağım! Artık bu kadar ses ve feryâdım, akıllı olana yetmez mi?!.”

İnsan, dünya ve âhiret hakikatini er geç görecektir. Fakat, kabirde uyanmak insana fayda sağlamaz. Bu sebeple, asıl maharet; bu dünyada iken bu hakikatleri idrâk edip, gereğini yapmaktır.

“Sonunda sen de bunu anlayacak ve idrâk edeceksin ya, bari şimdiden kendine gel de son günü, yani âhireti bugünden gör. Aklını başına al da, işin sonunu bugünden görmeye çalış. Hakikati, âhireti görecek gözünü gafletle ve nefsânî temâyüllerle âmâ etme!”

Gazâlî Hazretleri ne güzel buyurur:

“Oğul! Farzet ki bugün öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. «Âh, keşke! Eyvah, vah vah!» diyeceksin. Lâkin heyhât! Pişmanlık hiç fayda etmeyecek… O hâlde bundan sonraki ömrünü ganîmet bil ve Hakk’a yönel, istikamet üzere yaşa!”

Ölümü ve âhireti tefekkür ettiren Hak dostları, sadece insanları o günün dehşetiyle korkutmak niyetinde değildir. O günün çaresini de bildirirler. Hakikate ermenin sırrı, gölgeden sıyrılabilmektedir. Mevlânâ Hazretleri şöyle bir teşbihle düşündürür:

“Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge, nasıl onların malı olabilir?

Nitekim budala bir avcı; kuşun gölgesini kuş zannetti de, onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağın hâline şaştı da güldü.”

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. (Şunu iyi bil ki, sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!) Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.”

Unutma:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini bilen Rabbini bilir…”

“Mârifet; kesretten vahdete intikal edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryalardaki suların kendi renkleri yoktur. (Bütün renklerin aslı renksizliktir. Gaye Rabbin rengine boyanabilmektir.) Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.”

Bütün renkleri gösteren ışıktır. Işık ise aslında renksizdir. Bütün renkler, onun sayesinde göründüğü, yani apaçık olduğu hâlde, âşikâr oluşunun şiddetinden dolayı gizli kalmıştır.

Bir Hak dostu, bu mânâdan hareketle buyurur:

“Cenâb-ı Hak, zuhûrunun şiddetinden gāibdir…”

“Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yani hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…

Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli (ve gönlü) boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye ben­zer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına;

«–Kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:

«–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin, kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümidi yok mu idi? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?»

Ey ahsen-i takvîm, yani en güzel vasıfta yaratılan insan! O dostun kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?

Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!”

Götüreceğin hediyenin, Allâh’ın senden istediği kalb-i selîm olduğunu unutma! Şair bu hakikati ne güzel ifade etmiştir:

Sanma ey hâce ki senden zer u sîm isterler;
Yevme lâ-yenfeuda kalb-i selîm isterler!.. (Bağdatlı Rûhî; Bkz. eş-Şuarâ, 88, 89)

Ölmekten kaçan insana Hazret-i Mevlânâ, müsbet ilmin tespitleriyle bugün ispatlanan bir gerçeği fısıldar:

ZATEN ÖLÜP DURMAKTASIN!

“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tükenmektedir.”

Günümüzde müsbet ilim de; insan cüzleri mesâbesindeki hücrelerin, insan bedeninin yapı taşlarının sürekli bir oluş ve bozuluş, ölüm ve yenilenme içinde olduğunu ifade etmektedir. Vücuttan atılan saç, tırnak ve deriler bu yavaş yavaş yok oluşun şahitleridir. Yine saçların ağarması, saça rengini veren bir maddenin tükenmesi; yaşlandıkça derinin buruşması da, ölen hücrelerin yerine yenilerinin üretilmesinin durması sebebiyledir. Yani her vücut; doğduğu andan itibaren tükenmeye yani fânîliğin içinde yok olmaya, kaybolmaya başlamakta; gençlik ve olgunluk çağında yenilenme sürdüğü için fark edilmeyen bu tükeniş; orta yaştan itibaren yenileme yavaşladığı, sonra da durduğu için gözle görülür hâle gelmektedir.

كُلُّ شَیْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ

“O’nun (Allâh’ın) Zâtından başka her şey helâk olucudur (olmaktadır ve olacaktır).” (el-Kasas, 88) âyet-i kerîmesi de hem nihâî hem sürekli yok oluşu ihâta edici bir lafızla, buna işaret etmektedir.

Tefekkürden maksat, insanı gayrete getirmektir. Tefekkür, bir vesile ve vasıtadır. Malzeme ve usûlü, ilâhî ve Rahmânî olursa; tefekkür, insanı ilâhî rahmete sevk eder. Fakat şeytanî vesveseleri kullanan bir tefekkür vasıtası, kalbin / zihnin intiharı ve infilâkıdır:

“İçimize doğan, bizi rahatsız eden şeytânî düşünceler, hayaller, vesveseler; kalbimize batan, görünmez dikenlerdir. Bu dikenler, bir kişiden de­ğil, binlerce kişiden gelip kalbimize batmaktadır.”

Meselâ tefekkür, insana affedilmeyeceğini düşündürüp, yeise düşürse, Allah’tan uzaklaştırır. Yine kişinin düşüncesi, Allâh’ın rahmetine yoğunlaşıp, istikamete girmese de cennete gideceği hayaline kapılsa, yine Hak’tan uzak bir tefekkürle, kişinin aldanışı olur. Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Dolayısıyla, tefekkür Rahmânî malzeme ve usûllerle, hayırlı bir istikbâle eriştirir.

İSTİKBÂLİ GÖRMEK

İnsan, gelecek endişesi yaşayan bir varlıktır. Yarının rızkından endişe duyar. Emeklilik yıllarının sıkıntısını hisseder. Evlâtlarının geleceğini düşünür. Kendisi itiraf etmese de asıl endişesi, ölümden sonrası hakkındadır. Gerçek huzur, ölüm sonrasıyla ilgili huzurdur. Bu sebeple, Hazret-i Mevlânâ, gerçek istikbâli görmeyi, orayı tefekkür etmeyi tavsiye eder:

“İstikbâli gören mesut olur. Böyle kişinin Hak yolunda yürürken hiçbir zaman ayağı kaymaz, sürçmez, tökezlemez.

Ayağının kaymasını, sürçüp düşmeyi istemiyorsan, kâmil bir insanın ayağının bastığı toprağı gözüne sürme olarak çek de onun izinden yürü!

Aklını başına al da, sermayeni bugün için değil; ilerideki cenneti ve Hak rızâsını elde etmek için biriktir!

Ey yolculuğu seven kişi! Yolcu o kişiye derler ki, yolu düşünür, varacağı yeri hesaplar; aklı hep ileridedir!

İnsanın gücü, kuvveti, yapma isteği elinden alınınca, yani dünyaya vedâ ânı gelip ölümün ağına düşünce her şey biter.

Bu sebeple aklını başına al da ömür sermayesini ziyân edip ecele kaptırma!

Senin bütün gücün-kuvvetin; kâr elde edeceğin ömür sermayen ve kazandığın amel-i sâlihlerdir. Güçlü, kuv­vetli olduğun şu dünya hayatını iyi değerlendir, elindeki fırsatı kaçırma!..”

Eğer ömür sermayesi, sâlih ameller kazanarak değerlendirilirse; ne ölüm ne de âhiret, korkulacak bir âlemdir. O zaman ölüme gülerek gidilmesi revâdır:

AZRÂİL’E TEBESSÜM…

“Ölürken gülmeyen kimseyi «mum»a benzetme! Aşk yolunda ancak mum gibi eriyenler, amber gibi kokular neşrederler.”

Hazret-i Mevlânâ, kendi irtihâliyle de ölüme gülerek, sevinerek yürümenin misâlini göstermiş, ölümünün «şeb-i arûs», yani bir düğün gecesi olduğunu söylemiştir.

Yine vefat ettiği gece hakkında;

“Gönül dostlarım o gece bayram yapıp benim hâlimin sevincini yaşasınlar!..”

“Ben ölüp de tabutuma konduğum zaman;

«Ayrılık, ayrılık!» kabre konunca da; «Vedâ, vedâ!» deme!

Çünkü ölüm, benim için kederlenilecek değil, sevinilecek bir şeydir.” şeklindeki ifadeleri, îman ve ihlâs ile verilen son nefesin saâdetini beyan sadedinde ne kadar mânâlıdır.

Rabbimiz, kalplerimizi; basîret ve firâset nurlarıyla nurlandırsın. Eşya ve hâdisâta âriflerin gönül gözüyle bakıp ibret almamızı; kalplerimizi dâimâ uyanık tutabilmemizi; ömür sermayesini, sâlih amellerle tezyîn edebilmemizi nasîb eylesin.

Âmîn!..